Renkli Düşler Çarşambası
Öykü

Renkli Düşler Çarşambası

Fatma Koşubaşı

Camdan süzülen güneşin aydınlattığı yerde, tozlar havada şenlikle dans ediyordu. Feride bir an durdu, güneşin şavkında uçuşan kelebeklere benzeyen tozları izledi. Acele etmeliydi, durup dalmanın sırası mı şimdi! Süpürgeyi hızla yerlerde gezdirdi. Ayşe çöp dökmekten hala dönmemişti. Söylene söylene süpürmeye devam etti.  “Yine tüm işi bana yaptırdı, görürsün sen söyleyeceğim Ali öğretmene, bir daha seninle temizlik nöbetine yazmasın beni. Hep böyle yapıyor zaten.”

 

Senenin başından bu yana çarşamba günleri nöbetçiydi, yığınla mazeret uydurmuş yine de Ali Hoca nöbet gününü değiştirmemişti. Asıl nedenini söylemeye utanıyordu, hem öğretmen “bu yaşta sizin neyinize” derse bir daha utancından öğretmeninin yüzüne nasıl bakardı? Bari Ayşe yerine ilk dönemdeki gibi Serdar’la kalsalardı temizlik nöbetine. Hem o, çabucak temizliyordu sınıfı, kendisi de yetişmek için iki ayağını bir pabuca sokmazdı böyle.

 

Kapının önüne süpürdüğü  kalem artığı, kağıt topları, ekmek kırıntıları, çamurlu ayakkabılardan kalan kuru topraklar, saç kılları, burun pisliği, ağaç kıymıklarını toz küreğine alıp sobanın içine döktü. Sıralar kalmıştı, onları da bu kıvraklıkla  sildi mi yetişebilirdi. Bezi yıkamak için kapıdaki çeşmeye yöneldi. Esma elinde çöp kovası, seksek oyununun üzerinde zıplıyor, her zıplayışta siyah önlüğünün üzerindeki dantelli beyaz yakası havalanıp iniyordu. Bu kıza annesi, çiçek desenli çeşit çeşit yakalar örerdi. Feride kırtasiyede satılan desensiz, dümdüz yaka takmaktan hoşnut değildi. “Annem,” dedi “çalışmaktan bir yaka öremedi bana. Olsun, bazı anneler güzel yaka örer, bazıları güzel türkü söyler. Annemse bir türkü söyler , yanık yanık… Bazen Gesi bağlarında gezinir, bazen İzmir’in konaklarında… İçinde bir hasret var ki neye, kime bilinmez.”

 

Esma’nın dantelli yakasındaydı aklı hala. Hatçe Teyze’nin kızı akşamları oturmaya geldiğinde çeyizi için sütbeyaz danteller örerdi. Ondan istese ayıp olur muydu? Belki de kendi öğrenirdi örmeyi. Çekmecede annesinin tığı, bir kaç parça beyaz ipi vardı. Kaşları çatıldı. Esma’nın karşısına dikildi. “Ohh! Sen oyna ben çalışayım.” Esma oralı olmadı. Acelesi olmasaydı ona gününü gösterirdi. Uğraşmak istemedi.

 

Eskimekten boyaları dökülmüş, nice öğrencinin sıkıntıdan orasını burasını kazıdığı, çizdiği, boyadığı, kavga ettiği, üstünde gezindiği,  çürümeye yüz tutmuş sıraların üstünü de sildikten sonra bez çantasını alıp sınıftan çıktı. Esma’ya kızgınlığını belli etmek istedi. Yüzünü çevirip yanından geçti. “Bekle, bekle!” diye bağırdı Esma. Adımlarını sıklaştırarak bahçe kapısına doğru yürüdü. Arkasına döndü. “Beklemem. Emin dayının köpekleri seni ısırsın da gör!”  Diğeri yalvararak yetişmeye çalıştı. “Bekle, tek başıma geçemem o evin önünden.”

 

Esma evlerinin bahçesinden girerken Feride el sallayıp kestirme yoldan aşağı yeşil bahçelerin içinden koştu. O koştukça menekşe, papatya, taze ot kokusu yüzünü yalayıp geçti. Çocukluğunun  içinden geçiyordu koşar ayak,  sevdiği anları yakalamak umuduyla, geçtiği yerlere değiyordu coşkusu, su gibi akıyor, kuş misali uçuyordu. Derenin üstündeki ahşap köprüden geçti. Buradan sonrası yokuştu. Taşla örülü patika yoldan yukarı, lastik ayakkabılarıyla kaya kaya çıktı. Dalgalı saçları yüzüne yapışmıştı. Küçücük kalbi koşmaktan pıt pıt atıyordu. Aşağı mahallenin ilk evinin önünden geçti. Ayfer Nine evin merdiveninde bastonuna yaslanmış onu bekliyormuş gibi yerinden doğruldu. “Kardeşini almaya mı yavrum?” Ne zaman buradan geçse Ayfer Nine’ye yakalanırdı. Tamam anlamında başını salladı, konuşmaya mecali kalmamıştı. Önündeki yokuşu da geçsin azıcık soluklanacaktı.

 

Haydar Emmi’lerin evinin önündeki sedire oturdu. Hafiften bir rüzgâr saçlarını havalandırdı. Yanındaki incir ağacının keskin kokusu sardı etrafı. Saati merak etti. Dörde ne kadar vardı acaba? Daha bu yolun dönüşü vardı. Köy camisinin hoparlöründen  imamın boğazını temizlediğini duydu. “İkindi ezanı okunacak. Saat üç buçuk!” .

 

Babaannesinin evine inen yolu bir çırpıda indi. Kapıdan seslendi. “Babanne hadi Selim’i sırtıma bağla.” “ Ooy belim!” diyerek yerinden doğruldu kınalı saçlı kadın. “Feride gir içeri.” Feride kapıdan konuşmaya devam etti. “ Olmaz babanne kaç kere söyledim, bugün çarşamba.”

 

Güçlükle yürüyen kadın yüzündeki aydınlıkla kapı eşiğine geldi.

“Selim uyuyor yavrum.”

“Olsun uyurken sar .”

“Be evladım bıktım bu acelenden senin.”

“Söyledim ya babanne bugün çarşamba.”

Babannesi bir yaşındaki Selim’i kendi ördüğü iple ablasının sırtına bağladı. Selim uyanır gibi oldu, gerindi, mızmızlandı sonrasında uyumaya devam etti.

“Yavaş git Feride, çocukla düşmeyesin yollarda.” “Bir şey olmaz babanneee.” Kapıdan çıktığı gibi kardeşi sırtında çabuk adımlarla yola vurdu kendini.

“Allah ıslah etsin seni.” diye mırıldandı yaşlı kadın ardından.

 

Feride, sırtında Selim, elinde bez çantası cılız bacaklarından beklenmeyecek çeviklikle ilk yokuşu çıktı. Bir an yol gözünde büyüdü, uzadı da uzadı. Haydar Emmi’lerin evinin orada dinlenirim, diyerek yeniden kendine yüklendi. Beli kardeşinin ağırlığı altında eziliyor, ayakları ağırlıktan yamuluyordu. İncir ağacının altına geldiğinde sedire oturarak biraz dinlendi. Haydar Emmi’nin gelini eteğinin ucunu kıvırmış, yaşmağını yukarı kaldırmış inek sağmaktan dönüyordu.

 

“Şimdi konuşarak beni alıkoyar bu geveze kadın.” diye düşündü. Yanına yaklaşmadan kalktı dere yoluna doğru inen patikaya saptı.

“Bu kızından her akşam her akşam çilesi boyundan büyük.” diyerek derin bir nefesle süt kovalarını yere bıraktı gelin.

 

Derenin üstündeki ahşap köprüye varınca durdu. Çürümüş yaprakla yosun kokan köprüden ne zaman geçse içinde garip bir korkuyla durur, ağaçların içinden ansızın bilmediği bir yaratığın çıkacağını sanırdı. Buradan sonra başlayan dik, bitmez bilmeyen yoldan önce biraz bekledi. Selim uyanmış, neşe içinde ablasının sırtına dökülen saçlarını çekmeye başlamıştı. Feride silkindi, toparlandı sessizce söylendi.  “Ah be ablam neden uyandın ki hemencecik .”

 

Selim uyanık olduğunda taşıması iki kat zorlaşıyordu. İpin içinde sağa sola kaykılıyor, elleriyle yapraklara uzanıyor, Feride’nin dengesi şaşıyordu. Toprak yolun başında “Bismillah” diyerek tekrar hızlandı. Dik yolu yarılamamıştı ki bacaklarında müthiş bir ağrı hissetti, kardeşinin ağırlığından incecik bacaklarının dermanı kesilmiş, nefesi sapmıştı. Bir çitin kıyısında oturdu. Selim huysuzlanmaya başlamış ipten kurtulmak için sürekli çırpınıyor “Aba baaa baaa abaa” diyerek Feride’nin kül rengi saçlarından çıkarıyordu hıncını.

 

Ablanın aklı saatteydi. “On beş dakika kalmış olmalı, on beş dakika…”

 

Saçlarını önüne kattı, Selim’le konuşa konuşa oturdukları mahallenin ilk evine, Ayakkabıcı İsmail’in iki katlı betonarme evinin yola inen merdivenine, kendini bayılırcasına attı. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki eliyle üstüne bastırdı. Yanaklarına süzülen terleri sildi, gün düşmeye başlamış, üzerine vuran akşam güneşi yüzünü yaldızlamıştı. “Ohh buraya kadar geldim ya buradan sonrası vız gelir bana.”  Tekrar doğruldu.

 

Karşı komşularının kapısından içeri girdiğinde divanın üstüne yığıldı.  “Başladı mı?” diye sordu heyecanla. Sesi derinden boğuk boğuk çıktı. Yerde oturan sarışın, üç kız kardeşten ortanca olanı çakır gözlerindeki sevinçle cevap verdi. “Başladı , başladı!”  Selim’in ipini kollarından çıkarıp yükünden kurtuldu.

 

“Başrolde kim var?”

On bir yaşlarındaki en büyük abla gözlerini ekrandan ayırmadan

“Türkan Şoray, Kadir İnanır”

“Oyy en sevdiğim. Adı ne filmin?”

“Feride sus konuşmaları duymuyorum.” diyerek ekrana daha da yaklaştı ortanca.

Aralarında birer yaştan fazla olmayan kardeşlerden küçüğü çokbilmiş ses tonuyla “Al Yazmalım Feride abla.” dedi.

Ellerini açtı sonra. “İiişallah mutlu sonla biter. ”

“Mutlu sonla bitmezse çok üzülürüm.” dedi büyükleri.

 

Selim ocağın yanına doğru kaçmış, odunlarla oynarken dört küçük kız çocuğu ekrandan içeri girmiş kendilerine seçtikleri kahramanın ruhuyla uzak diyarlara uçmuştu. Ne elma ağacında ötüşen serçeler, ne onları dallarında büyüten incir ağacı, ne bahçedeki tahta salıncak umurlarındaydı.

 

Bazen gözlerine siyah beyaz görünen yemyeşil  köyde,  çocukluk düşlerine  renk katan tek eğlenceleri, yeni kavuştukları renkli televizyondaki Türk filmleri olmuştu. Üç aydır çarşamba günleri ne pahasına olursa olsun Türk filmi saatinde toplanıp birlikte izliyorlardı. Öğrenmişlerdi artık kavuşmanın mutlu son olduğunu. Onlar için kavuşmak mutluluktu artık. Renkli Türk filmlerine, mayıs çileklerine, çikolataya, gazoza kavuşmak; bir çift yeni ayakkabıya, bayram sabahlarına, okul bahçesinde besledikleri tavuk yumurtalarına, dalından meyveye kavuşmak hep mutluluktu.