En yakın arkadaşı olmama rağmen, onu bugüne kadar, makyajsız görmemiştim hiç. Onca yıldır birlikte görev yaptığımız okula, ilk kez bakımsız olarak taşıdığı suratı, öğretmenler odasında sırtını dayadığı duvarın kireci kadar beyaz ve donuktu. Aldığı kemoterapi ilaçlarının yan etkisinden mi, yoksa kendinde hiç ummadığı bir hastalığın, içindeki yaşama sevincini alıp götürmesinden mi, bilmiyorum. Önünde oturduğu duvar kadar sessiz ve soğuktu bir de. Sanki orada, o duvarın devamıydı. Oysa Songül böyle değildi önceleri. Sağlıklı olduğu ya da hücrelerinde taşıdığı hastalığın henüz farkında olmadığı günlerde, yorgun çıktığı derslerden sonra bile, teneffüslerin, öğle aralarının su gibi akmasına neden olan muhabbet kaynağı, içindeki yaşama sevinci koridorlara taşan şen kahkahasıydı okulun. Memelerindeki tümörü fark ettiği ve yıpratıcı bir tedaviye başladığı gün, bizim tanıdığımız Songül zaten ölmüş, zayıf düşen otuz sekiz yaşındaki bedenine, huyu suyu bambaşka, hiç tanımadığımız bir kadının ruhu gelip oturmuştu. Raporunun süresi bitip de aylar sonra okula, öğretmenler odasına geldiği gün, yıllardır birlikte çalıştığı arkadaşlarının yüzüne, mesafeli ve geçmişsiz bakmıştı. O an hepimiz, neredeyse ağzından “Ben, Songül Hanım’ın yerine atanan yeni kimya öğretmeniyim.” sözlerinin dökülmesini bekledik. Ama o, en uzak sandalyeye oturdu ve sustu yalnızca.
Önceleri onunla, okul dışında da sık sık bir araya gelir, başkalarına açamadığımız sıkıntılarımızı, özel durumlarımızı, mutluluk ve hayal kırıklıklarımızı paylaşırdık. Böyle olmasına rağmen, çaresiz hastalığa yakalanmış bir insanın, sağlıklı diğer insanlara “Sizden biri değil de neden ben?” isyanıyla bakmasına yol açan ve günden güne ölüme yaklaşan hasta psikolojisinden, ben de payımı aldım. Artık, telefonlarıma çıkmıyor, okulda, çarşıda, pazarda karşılaşırsak bile ya görmezden geliyor ya da sesi bana ulaşmadan, aramızdaki boşlukta patlayıp sönen sabun köpüğü merhabalarla yanımdan geçip gidiyordu.
Bir gün, öğretmenler odasında, onun dışında herkesin, yaklaşmakta olan yaz tatili planlarıyla ilgili, koyu sohbete daldığı bir öğle arası, elimdeki kitabı okuyormuş gibi yaparak, belki aklından geçenleri anlayabilirim düşüncesiyle, suratını okumaya çalıştım. Solgun yüzünde, eski Songül’den, güzel ve bakımlı olduğu zamanlardan bir iz aradım. Işığı sönmüş kahverengi gözlerinin kıyısından, ruhunun kuyusuna, görünmez bir kova daldırdım. İçinin duvarlarına çarpa çarpa, dibe doğru batan kovayı, oradan aldıklarımla ağır ağır yukarıya çekip de yüzünün avlusuna dökünce, bizden kaçırıp içine attıkları tek tek görünür oluverdi gözüme:
“Hepiniz mutlu ve sağlıklısınız. Belki de bu, yaşadığım son yaz olacak benim. Ama siz, kocanızla, çocuklarınızla, yakınlarınızla birlikte, haritadan güzel bir tatil yöresi seçip, sağlıklı bedenlerinizi, sıcak kumlardan ılık sulara atacak, hayatın, tatilin, aile olmanın ne muhteşem bir şey olduğunu, bulutsuz göğün altında güneşlenirken, bir kez daha düşünecek; ben, bir yaz daha göremeyecekken, sizler, diğer yaz da buraya yeniden gelmeyi aklınızdan geçirecek ya da bu kez, yurt dışında, egzotik bir ülkede tatil hayalleri kuracaksınız. Sonra eylül gelip de okula döndüğünüzde, kimya öğretmeni Songül’ün ölmüş olduğu haberini alacak, belki birkaç gün üzülecek, arkamda bıraktığım ve henüz annelerine muhtaç, biri dört, diğeri sekiz yaşında iki çocuğum için gözyaşı dökecek; ama sonra bu felaketin, sizlerin başına gelmemiş olmasının verdiği huzurla, ıslanan gözlerinizi, bin şükürle kurulayacaksınız. Çok değil, benim bedenimi, bir top beyaz kefene sarıp da toprağa verdiklerinden iki hafta sonra, sağlıklı bedenleriniz için, yazlık yerlerdeki pazar tezgahlarından, büyük mağazaların mevsim sonu indirimlerinden hevesle aldığınız rengarenk elbiseleri birbirinize göstererek; bol yıldızlı, her şey dahil otellerde yediğiniz lezzetli yemeklerden dolayı, biraz kilo aldığınızı, ama bütün fazlalıklarınızı, gideceğiniz pilates salonlarında, bir aya kalmaz vereceğinizi anlatacaksınız.
Koridorda nöbet tutarken, gözlerinizin iliştiği duvarda asılı, okulun öğretmen kadrosunu gösteren fotoğraf panosundaki donmuş hayalime bakarken ya da aranızda yaptığınız sohbetlerde, adım geçtiğinde “Yazık oldu Songül’e, çok gençti daha. Ardında iki öksüz yavru, bir de dul adamcağız bırakıp göçtü gitti işte.” diyerek, hayat denen serüvenin aslında ne kadar da boş olduğunu, zamanın nasıl da ellerinizin arasından kayıp gittiğini, en derin yaşam sırrıymış ve bu sırrı ilk siz keşfetmişsiniz gibi ağzınıza ve kişiliğinize yakışmayan ve ömrü cümlenizi kurduğunuz birkaç saniye kadar olan samimiyetsiz bir nihilistlikle sohbet konusu yapacak; ama öğretim yılı başlamadan önce, müdür yardımcısı Cemil Bey’in odasına akın ederek ders programlarınızı, yarım günlere sıkıştırması için diller dökecek, boş gün isteyecek, bunun için kendinizce mazeretler uyduracak, haftanın size kalan boş saatlerinde, çarşı-pazar gezecek, AVM’lerde takılacak ya da evlerde pastalı, kısırlı altın günleri yapacaksınız.
Ben de hastalığımın son aşamasına gelip de acılar içinde kıvrandıktan sonra, bedenim şu görünmez hayat ağacından kuru bir yaprak gibi ölümün bahçesine düştüğünde, sizin dünyanızda yaz bitecek, benim yattığım toprağa ebedî, sizin dolaştığınız bahçelere geçici bir güz gelecek. Okul idaresi, ders programlarınızı, istediğiniz gibi yaptığı için, boş zamanlarınızda, rahat rahat alışveriş merkezleri ziyaret edilirken, kafeteryalarda çay, kahve eşliğinde sohbetler yapılırken, mağaza mağaza gezip, yeni sezon ürünleri gözden geçirildikten sonra, sağlıklı bedenlerinize ve kesenize uygun, yeni elbise ve ayakkabıları, herkesten önce almanın hazzı içinde, bijuterilere koşarak, bu elbise ve ayakkabıların rengine uyumlu yeni takılar gözden geçirilirken, bir kez olsun aklınıza gelmeyeceğim. Sabahları uyanıp da okula gitmeden önce, kahvaltıya zaman ayırmak yerine, yeni aldığınız kıyafetleri giyip aynanın karşısına geçerek, o sağlıklı yüzlerinize, daha dün kocanız ve çocuklarınız tarafından öpülmüş yanaklarınıza allıklar, dudaklarınıza rujlar sürerken, aklınıza gelmeyeceğim. Koridorda nöbet tutarken, okulun öğretmen kadrosunu gösteren panoda boş kalan yerimi gördüğünüzde ya da sohbet esnasında adım geçtiğinde, hayatın ne kadar boş, günlerin ne kadar sayılı olduğunu bir kez daha düşünecek; ama ardından, yarınlarını garanti altına almak için bilmem kaç yıldır dershaneye göndererek yarış atı gibi koşturduğunuz ve kazanacakları saygın üniversitelerde, bol para getirecek iş ve mevkileri garanti eden gözde bölümlere yerleşecekleri konusunda bahisler oynadığınız çocuklarınızın, sınavlarda gösterdikleri yüksek başarıları ballandıra ballandıra anlatacak, gelecekle ilgili yatırımlarınızı konuşacaksınız. Geçen yılların yüzünüzde bıraktığı tahribatı silmek, en azından herkesten sonra yaşlanmanın yollarını aramak için gittiğiniz güzellik merkezlerinde, maaşlarınızın kocanızdan kaçırdığınız birikmişleriyle, estetik operasyonlar yaptırdığınızı, pahalı anti-aging kremler aldığınızı birbirinizden bile gizleyecek, yüzünüzdeki ışıltının, cildinizdeki güzelliğin doğal ve genetik olduğunu iddia edecek, çocuklar yokken ya da uyurken evin odalarında, oranızı buranızı sıkıştıran kocalarınız tarafından, o güzel ve sağlıklı bedenlerinizin ne çok istendiğini, şakayla karışık anlatıp duracaksınız.
Bense ölümü bekleyen içten çürümüş bir bedenle, ânı yaşamanın muhteşem hazzını anımsatan onca güzel ayrıntı dururken, böyle her gün karşınızda, sizlere yıkımı hatırlatan etten bir enkazım çoktan.”
Yüzünün kıyısından, bir kova gibi daldırdığım gözlerimle Songül’ün içinden çıkardıklarım aşağı yukarı bunlardı işte. Bizlere yakınlığını çoktan kaybetmiş donuk bakışlarını hepimizin üzerinde gezdirirken yakaladım. Masanın üzerinde duran küçük el çantasını alarak öğretmenler odasından çıktı onu süzdüğümü fark edince. Dayanamayıp ardından gittim ben de. O bunu unutsa da bu okuldaki en yakın arkadaşıydım. Ya da ben, hâlâ öyle sanıyordum. Öğretmenler tuvaletindeki lavaboda, yüzünü yıkarken buldum onu. Ben de tesadüfen oradaymışım gibi, çantamdan çıkardığım rujla, dudaklarımda azalan pembeyi yeniledim. Sonra ona döndüm,
“Sen de ister misin?” diye sordum.
Bunu neden yaptım, bilmiyorum. Ona bu soruyu sormakla, elimdeki ruju bastıra bastıra, dudaklarını zorla boyamak arasında, hiçbir fark yoktu aslında. Ama sormuş da bulundum.
“Hayır, istemiyorum” dedi yalnızca.
“Seni, bugüne dek makyajsız görmemiştim hiç.” diyerek, üzerine gittim.
Onu zorladığıma ve bu konuda ısrarcı olduğuma kendim de şaşırdım. Aslında amacım, kendini toparlaması için ona yardım etmek, kadınsal küçük oyunlarla biraz olsun moral vermekti.
“Handan” dedi “çok yorgunum. O ruju bile tutup sürecek enerji kalmadı bende.”
“Ama mücadeleyi bırakmamalısın” dedim. “Bu hastalığı yenen birçok kadın biliyorum. Mesela Filiz Akın. O, hayata tutunma savaşı verirken, kadınlığından, gücünden ve güzelliğinden hiç taviz vermedi.”
“Ben bu mücadele için geç kaldım Handan. Ruhumda bir gram yaşama sevinci yok.”
Islak ellerini, duvara takılı kutudan aldığı kâğıt havluyla kuruladı, çıkıp gitti. Aynada kendime baktım. Sağlıklı yüzüme, kadınlığıma güzel bir renk katan ve az önce, ölümcül hastalığa yakalanmış bir kadının gözleri önünde sürdüğüm pembe rujuma: Dışardaki yaşam kaynağı olan güneş renginde parlıyordu. Ben yalnızca güzel değil, aynı zamanda sağlıklı bir kadınım, der gibi aralanmıştı dudaklarım.
O yıl, onu okulda son görüşümdü bu. Yeniden, bir aylık rapor alarak evine kapandı. Zaten bir ay sonra da okullar kapandı, yaz tatiline girdik. Benim de tatil planlarım vardı herkes gibi. Çocuklarla, önce Adana’daki baba evine gittik. Daha sonra, Gölcük’teki işlerini bitirip, üç günlüğüne Adana’ya gelerek, bize katılan eşimle, denizin, kumsalın ve güneşin tadını çıkarmak üzere, Kandıra’daki yazlığımıza döndük.
Her şey, alıştığımız hayat kadar olağan ve güzeldi ilk başta. Yazın sonlarına doğru, gökyüzünde, tedirgin edici bir bunaltı; aşağıda, ölüm biriktiren bir sarsıntı peyda oldu yastıklarımızın, yataklarımızın, uykularımızın, düşlerimizin altından. Annesiz, babasız, kardeşsiz, evlatsız kalmanın acısı içinde, yaşamın olağan akışına duyulan korkunç bir güvensizlikle, üzerinde yaşadığımız toprağa derin kırılmayla, dehşetli gürültüyle, boşluğa ve boşuna atılan çığlıklarla, siyahı yüzümüzden uzun yıllar çıkmayacak koyu bir geceyle çıkageldi o yaz, ağustosun on yedisi. Ne çok ölündü. Ne çok ezilindi. Ne çok hayal kırıklığına uğrandı. Ne çok korkuldu. Ne çok ne yapılacağı bilinmedi. Ne çok, gereği var mı artık güzelliğin ve böylesine eksik yaşamanın diye düşünüldü.
Birçokları, güzel hayallerle daldığı uykusundan hayata dönemedi. Dönenler, sevdiklerini yerinde bulamadı. Ölüler toprağa, acılar yüreğe gömüldü. Hayatın huyuydu bu: kalanlarla devam ediyordu. Artık hayatta kalmak, sevdiklerinin uzağında yatıya kalmak demekti biraz da.
Yıkılmayan evlere dönüldü. Yarım kalan işlere.
Ve bu çok ölümden ve bu çok sarsılmadan ve bu çok kâbustan, neredeyse bir ay sonra, mecbur olduğum işime, okuluma döndüm ben de. Eksik kalan öğrencilerime, eylülde yeniden görüşürüz diyerek ayrılıp da kavuşamadığım arkadaşlarımın koridorlarda, öğretmenler odasında, bahçede bıraktığı anılara.
Okulun giriş katında, öğretmen kadrosunu gösteren fotoğraf panosundan neredeyse üçte ikisi hayatta değildi artık. Üçte ikisinin, yalnızca bir vesikalık fotoğrafa sığmıştı bu dünyadan geçerken gülümsemeleri. Hayat güzel ve yakışıklı, ölüm çirkin çıkıyordu fotoğraflarda bile.
Yorgun bedenimi, öğretmenler odasının bulunduğu ikinci kata çıkaran basamakları güçlükle adımladım. Odaya uğramadan önce, hemen yanındaki tuvalete girip sıcaktan ve nemden yapış yapış olan yüzümü yıkadım. Sonra aynada yüzüme baktım. İlk kez okula, makyaj yapmadan geldiğimi fark ettim. Yorgun ve çökmüş yanaklarıma allığımı, çatlayan dudaklarıma rujumu sürmeden geldiğimi. Bunları yapmaya ne gücüm vardı artık ne de isteğim.
Hâlâ ne çok ölüm vardı evlerin avlusunda, ne çok cenaze. Yaralı kurtulanlar bile kurtulduğuna sevinemeyip kaybettiklerinin peşinden gitmek istiyordu sanki.
Tuvaletten çıktıktan sonra, bir an koridorda durdum. İçimde çürüyen nefesi, yenisiyle değiştirdim. Geriye kalan arkadaşlarımdan bugün kiminle karşılaşacağımı bilmediğim öğretmenler odasına, neredeyse yirmi yıllık bir öğretmen olarak değil de ürkek bir öğrenci gibi çekinerek girdim. Üzülmekten, ağlamaktan, az kalmaktan gözlerinin feri sönmüş, suratları, artçı bir hüzünle yıkıldı yıkılacak duvarlar kadar yorgun ve çatlak birkaç insan buldum karşımda. Mutsuz olunca güzelliğin geçmediği bir dünyada, yalnızca bedenlerine değil, yaşama alışkanlıklarına da boş vermiş gözlerle baktılar yüzüme. Yoksa, aylar sonra görülen dostlarla kalkıp sarılınır, kucaklaşıp öpüşülürdü. Yalnızca biri hariç. Onca yağmur yüklü bulutun ardından görünüveren güneş gibi odaya yaydığı ışığıyla ayağa kalkıverdi, kızıla boyanmış bakımlı saçlarını savurarak yanıma kadar geldi, kollarını açıp sarıldı bana. Dolgun dudaklarını daha genç ve canlı gösteren, güneş pembesi ruju, zamanın ve ortamın hüznüne inat, parlıyordu. Mazinin bahçesinden gelen, taze bir tanıdıktı sanki. Ve öğretmenler odasındaki bakımlı tek kadın. “Bu yaz, birçokları ölürken ben hayattayım işte.” diyecekmiş gibi dudaklarını hafifçe araladı.
“Hoş geldin Handan,” dedi “seni gördüğüme sevindim.”
“Songül” diyebildim yalnızca “… sen misin?”