Sait Faik Öykülerinde Kaçış Çizgisi: Burgazada
Yazılar

Sait Faik Öykülerinde Kaçış Çizgisi: Burgazada

Şule Kaynar

                                                                “Gün olur alır başımı giderim / Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda

                                                                                       Şu ada senin, bu ada benim / Yelkovan kuşlarının peşi sıra

                                                                                       Gün olur başıma kadar güneş / Gün olur başıma kadar mavi

                                                                                       Gün olur deli gibi.”                 

                                                                                                                   GÜN OLUR, ORHAN VELİ

Yazarlar kendi yaşadıkları çevreden bağımsız değildir. Yaşadıkları çevre onların yaratıcılık süreçlerini etkiler. Çoğu yazarın kendini gerçekleştirdiği yerle, yazdığı olayların geçtiği yer çakışır. Üstelik bazı yazarlar yaşadıkları yerle özdeşleşir. Örneğin Paul Auster ve New York, Joyce ve Dublin, Dostoyevski ve Petersburg. Bizim edebiyatımızda da Yaşar Kemal’in Çukurova’sı, Orhan Kemal’in Adana’sı, Sait Faik’in Burgazada’sı, Sevgi Soysal’ın Ankara’sı akla ilk gelen örneklerdendir. Sevgi Soysal’ın Ankara’sı için “Hakan Kaynar, Yenişehir’in Kızı, Başkentin Yabancısı” [1] adlı yazı dizisinde Sevgi Soysal’ı “Ankara’nın ilk yazarı.” olarak adlandırır. Başka yazarlar da daha önce Ankara’yı anlatmıştır ancak yazar bu yazısında Sevgi Soysal’a neden Ankara’nın ilk yazarı dediğini farklı bir bakış açısı sunarak açıklamıştır. Sait Faik’in Burgazada’sı için de Burgazada’nın ilk yazarı denilebilir belki. Sait Faik hem İstanbul hem Burgazada gibi birbirinden farklı bu iki dünyayı deneyimlemiş ve deneyimlerini de öyküleştirmiş bir yazardır. Önce İstanbul’u öykülerinde ele alan yazar, şehirden bunalınca Burgazada’ya kaçmıştır. Ada onun kaçış çizgisi olmuştur.

 

Sait Faik, 40’ların sonuna kadar yazdığı öykülerde şehrin olumsuz yanlarında olumlu noktalar bulur ancak özellikle 1940’ların sonunda sağlığının bozulmasından sonra şehre mesafelidir hatta şehirden nefret eder  hale gelir.Sait Faik’in “Mahalle Kahvesi” [2] kitabında yer alan “Söylendim Durdum” öyküsü bu nefretin açık bir ifadesidir. “Şöyle bakıyorum şehre de, yeşil yeşil bir şey geçiyor içimden. Su mu, çayırlık mı, orman mı? Değil. Yeşil bir şey, zehir yeşili bir şey. Birtakım yeşil renkli zehirlerle zehirlenmiş yeşil bir su.”. Sait Faik, şehri,

 

İstanbul’u köpek leşine benzetir. Pis bir şehirdir. Üstelik bu pislik çalışmaktan da kaynaklanmaz. “Yakamızdaki kir, fabrika dumanından değil, pislikten, tozdan, mikroptan.” derken buna işaret eder. Şehre ilişkin nefreti o kadar açıktır ki, şikâyeti artan bir dozda devam eder.”Bu şehirde düşünülemez. Düşünmek iyi değil, sıhhate muzırdır. Belki de bu şehre vebalar, belki de bu şehre koleralar gelecek yakında.Başkasını seven tek adam bulamazsın. Olmasına da imkan yoktur. Bu şehir kötülüğün, laubaliliğin, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir.

 

“Söylendim Durdum” öyküsünde kahramanlarının hiçbirinin ismi yoktur. Bir yerlere kapanmış iyi insanlar, nefesleri yırtık para kokan şairler, ölü bekleyen imamlar, canavar gibi dilenci kadın, arsız edepsiz huysuz çocuk, iki paralık adamın önünde secdeye varan balıkçı, dünyadan bıkkın bir adam ve çürük kestanelerini ona yutturan külhanbeyi kestaneci, kendisinden başkalarını kullanıp şehrin hayhuyundan çekilenler, on kuruşa ayran satan namussuz adam, rüzgara karşı içi yünsüz adam, manav ve çırağı, bakkal ve oğlu, tüccar ve katibi, gazeteci ve yazarı. Tüm bu insan manzaraları Foucault’nun iktidarla ilgili şu sözlerini hatırlatır: “İktidar kişilerin bilinci üzerinde etkide bulunmadan önce kişilerin tavırlarının, davranışlarının, alışkanlıklarının, mekânsal dağılımlarının, yerleşme kiplerinin içine sızar. İktidar her yerdedir, her yerde üremekte ve üretilmektedir.” [3] Sait Faik de ruhunu kuşatan ona boğulma hissi veren, her yere sızan bu iktidar ağlarından kaçmak ister. Şehrin her alanı onun üzerinde tahakkümünü kurmuştur sanki. Kendine ‘kaçış çizgileri’ yaratmayı arzular.

 

Şehirden kaçıp geldiği Burgazada, Sait Faik’in nefes alabildiği bir yerdir artık. Uzam adaya döndükçe insanlarla teması artar yazarın. “Son Kuşlar” [4] isimli kitabında bulunan çoğu öykü Burgazada’da geçer. Bu öykülerde onu adanın asıl kahramanları, balıkçılar karşılar. Balıkçıları, çoğunu isimleriyle tanır. “Son Kuşlar”da yer alan  “Haritada Bir Nokta”nın ve  diğer birkaç öykünün ortak özelliği, öykülerde bahsi geçen insanların aynı İstanbul öykülerinde olduğu gibi isimsiz olmasıdır. Kişiler isimleriyle değil öyküdeki rolleriyle ayrılırlar diğerlerinden. Ancak “Haritada Bir Nokta”nın isimsiz diğer öykülerden farkı, anlatıcının isimsiz de olsa öykünün ilk yarısındaki diğer kişilerle arasındaki ilişkinin yakınlığıdır. Adada yalnız değildir anlatıcı.

 

“Haritada Bir Nokta” öyküsüne “çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam, gözüm hemen bir ada arar; şehir, vilayet, havali isimlerinden hemen mavi sahile kayar…” diye başlar anlatıcı. Ada, neredeyse dünyanın üzerindeki olumlu olan her şeyin toplandığı yerdir. Orada “Tabiat; çoğunca dosttur”. Adanın zor koşulları orada yaşayan insanlara güçlü olmayı ve dayanışmayı öğretir. Anlatıcı odasına bir harita asmıştır. “Haritayı görünce bir nokta ada, ada görünce de hemen fırtınaları, rüzgarları, uğultuları, köpekbalıklarını, sonra birdenbire adanın namuslu insanlarını hatırlayıveririm.” Anlatıcı daha sonra bir gece ansızın haritadaki bu noktaya, adaya çıkıverir. Onu bir tanıdık karşılar. Adaya döndüğü için sevinçlidir. Bir daha geri dönüp dönmeyeceğini sorar, “adamızdan iyisi yoktur” der, anlatıcı cevaplar “Yokmuş ağabey” der. Adaya çıkan anlatıcı bir aile havasıyla karşı karşıyadır, şu satırlar adanın evin, ailenin, adanın samimiyetini anlatan bir şiirin dizeleri gibidir: “İki üç kişi boynuma sarılır. Komşular seslenir. Ürkütülmüş tavuklar bağırır, anam ağlar, ağam ekmek keser, bacım bardağı doldurur, ben duvardaki ağları seyre dalarım.”. Anlatıcı “ağabey” dediği anlatıcıyla sohbete dalar, onlardan köydeki çocukların iskambile dadandıklarını öğrenir, ama parasına değil balığına, misinasına oynamaktadırlar. Ada o kadar saf bir yerdir ki anlatıcı yazmaya ihtiyaç duymaz, şehre bile inmez. Mutludur. Ada huzurludur çünkü. Paranın şehirdeki kadar hayata hükmetmediği bir yerdir orası çünkü. Gerçi balıkçılar arasında paydan dolayı tartışma çıktığını duysa da görmemiştir. Ama bir sabah balıktan dönen bir kayık görür. Kayığın küpeştesinde balıkhanede para etmeyen on onbeş dülger balığı vardır. Kayık boşalacak sonra da işlerini bitirenler parmaklarına bir dülger balığı takıp gideceklerdir. Kayığı temizleyenler sekiz kişidir. Anlatıcı şöyle der “yedisi bizim adadandı”, sekizinciyi tanımaz, çünkü balığın bol çıkmaya başlayan zamanlarda dışarıdan gelenlerden biridir. “Bunlar balıktan pay almazlar ama balığa katılanların gönlünden geçene razı olurlardı. İşte bu adam da bunlardandı ve bir tane dülger balığı alabilmek için elinden geleni yapıyordu.” Ancak işi bitenler birer birer kayıktan ayrılıp giderken birer dülger balığı alsalar da bu dışarıdan gelene tek bir balık vermezler. Çevredekilerin bu adaletsizliğe itirazları da diğer balıkçıları yumuşatmaz. Dışardan gelen bütün bunlardan sonra “gözüken vapura doğru”, “küçük adımlarla bir Şarlo gibi” gider. İşte bu adaletsizlik üzerine anlatıcı koşup bir tütüncüden kağıt kalem alır. Şu ünlü sözlerini yazar: “Yazmasam deli olacaktım”

 

Haritada Bir Nokta’nın son paragraflarına kadar yazar için çevredeki her şey iyi, insanlar saf ve temizdir. Önce kendisi yanılmıştır. Ada, şehirden uzaklığıyla bir cennet gibi görünür ona. Adada ağabey diye seslenebildiği birileri vardır. Uzaktan evine dönenlerin kavuştuğu huzura erişir orada. Bütün bunların süreciğini düşünür. Bütün güzellikleri de adaya bağlar bir bakıma. O, işte çocukluğundan beri adaları sevmiştir ve hayat bir şekilde bir hayali gerçek kılmıştır. Ama son sahnede yapılan haksızlık, teknede çalışan sekizinci yabancıya dülger balığının verilmemesi her şeyi değiştirir. Adanın Sait Faik üzerindeki büyülü havası dağılır. Daha az önce, bize ve kendisine adayı sevdiren nedeni, paranın hükümsüzlüğünü, kahvenin ucuzluğundan, kumarın parayla değil balıkla oynanması üzerinden gösterir. Ama haksızlık para olmadan da yapılabilir.  Şehirde para, adada balık. Sait Faik, bu adaletsizliği görür, bu adaletsizlikle ilgili tek yapabileceği şey yazmaktır. O da öyle yapar. Adaya sığınmak da  yetmemiştir, onun kaçış çizgisi artık sadece yazdıklarıdır ve yazdıklarına sığınır. Tüm tahakkümleri karşısına alan “yaratıcı bir kaçış çizgisi”dir [5] yazdıkları.

 

KAYNAKÇA:

[1] Kaynar, Hakan. Yenişehir’in Kızı, Başkentin Yabancısı I, Sanat Kritik, (sanatkritik.com).

[2] Abasıyanık, Sait Faik. Öyle Bir Hikaye, Mahalle  Kahvesi . İstanbul: YKY, 2006

[3] Foucault, M. İktidarın Gözü, ( Çev.I. Ergüden), Ayrıntı Yayınları, İstanbul:2011

[4] Abasıyanık, Sait Faik. Öyle Bir Hikaye,  Son Kuşlar. İstanbul: YKY, 2006

[5] Deleuze, Gilles ve Guattari, Felix. Kafka:Minör Bir Edebiyat İçin, çev. Işık Ergüden, Sel Yayıncılık, 2020