Kaçak Yazarlar
- 12 Eylül 2024
Türkiye Yazarlar Sendikası, 14 Şubat Dünya Öykü Günü nedeniyle, öykücülerden “savaş karşıtlığı odağında” küçürek öyküler kaleme almasını istedi. TYS, Çankaya Belediyesi, Aralık Sahne, Fareler Tiyatrosu, Karnaval Dergi, Lacivert Dergi ve Kitap Ağacı iş birliğinde, Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenen Dünya Öykü Günü etkinliğinde bu öykülerin bir kısmı dramacılar, Selahattin Gülpınar, Gül Meriç Coşkun, Gonca Güner tarafından okundu. Gönderilen öykülerin tamamını Karnaval Dergi olarak üç bölüm halinde okurla buluşturacağız. Bugün, öykü günü bildirileri ve savaş karşıtlığı odağında yazılmış on kısa öyküyü okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.
Süreyya Köle
Anıl Çetin Örselli
Selahattin Gülpınar
Gül Meriç Çoşkun
Gonca Güner
Fotoğraflar: Mehmet Özer
Çok Kısa Öykü / Necati Tosuner
Adı Olmayan
Korka korka korkuyorum.
Çocuk gözlerim açılsa, görecek.
Görmüyor mu büyüklerin gözleri?..
***
Ben biliyorum…
Bombaları yapanlar, onlar attırıyor bombaları.
Bombaları yapanlar hiç çocuk olmadılar mı?..
Onlar, bu bombaları yapanlar.
***
Ben biliyorum…
Ot yok, kum yenmez.
Denizin suyu içilmez.
Tünel nerde?..
Nerde tünel?..
Dudaklarım kurumuş.
***
Son bombanın karası herkesin yüzünde.
Birbirimize bakınca kendimizi görüyoruz.
Ben sevmiyorum kendimi.
Acımayan elimle yüzümü siliyorum.
Korka korka korkuyorum.
Sanki herkes ölü, sanki herkes yaralı.
Ölmeye hazır ağır yaralı.
Dudaklarım kurumuş.
***
Nerde tünel?..
Yardım yardım geliyormuş.
Geliyormuş geliyormuş…
Kandırıkçılar!
Çocuk Mu Kandırıyorsun?
Feyza Hepçilingirler
Benim odamda iki tane derin dondurucu var. Birinde et, tavuk, kıyma, sakatat çeşitleri; ötekinde haşlanmış baklagiller, dondurulmuş sebzeler, süt ürünleri… Yerine yenisini koymadan eskilerden hiçbirini çıkarmıyoruz. Kural böyle! Mutfakta bir, annemlerin yatak odasında iki, toplam üç tane de buzdolabımız vardı. Dördüncüsünü yeni getirdiler, salona koyduk. Annem ona yerleştireceklerini de çoktan hazır etmişti.
Öğleden sonra İbrahim geldi. Annem çağırmış. Ağaçların üstünde ayva, nar, portakal ne varsa topladık. Hepsini içeri taşıdık. Buzdolaplarının hiçbirinde yer yok.
“Bunlar ne olacak?” dedim.
“Yeni bir dolap almamız lazım,” dedi annem.
“Anne, bitti,” dedim. “Dağıtalım bunları komşulara. İbrahim satsın pazarda. Antlaşma imzaladılar. Artık savaş çıkmayacak.”
“Çocuk mu kandırıyorsun?” dedi annem. “Ya çıkarsa? Ya yeniden başlarsa?”
En Eski Düşman
Nazire K. Gürsel
Askerin inlemeleri kaç saat sürdü artık unuttum ama sonlara doğru annesinin varlığından umudu kesmiş, terk edilmiş bir bebeğin ölümü karşılayan cılız ağlamalarına dönüşmüştü. Belli ki gücünü giderek yitiriyordu.
En eski düşmanımızla aramızda elli metre var ya da yoktu. Bir bölük genç adam hiç kimsenin toprağında sıkışmış kalmıştık. Komutanın dediğine göre, altımızdaki donmuş toprak ne bizim ne de onların yurdu sayılırdı, pek umurumda değildi, mayınlı bir orman arazisi kime vatan olabilirdi ki?
Emirlere göre geri çekilmemiz gerekiyordu, gece boyu aç kurtların suretine bürünerek elimize yüzümüze saldıran tipiden ona bile gücümüz kalmamıştı. Islanıp kurumaktan canı çıkmış botlar, ayaklarımı mengene gibi sıkıyordu. Yaşadığımın kanıtı, yaşamdan bezmişliğim diye düşündüm.
Askerin inlemeleri giderek daha fazla sinirimizi bozuyordu. Komutan, “Ateş etmeyin” dedi. Arkadaşları yakındadır, kurtarmaya gelirler, onlara da ateş etmeyin, alıp gitsinler.”
Biz bir bölük asker, düşmanın gelip, askeri kurtarmasını bekliyoruz çaresizce. O zaman belki acımız bir miktar azalacak ya da kendimizi daha kolay avutacağız. Ancak beklenen düşman gelmiyor bir türlü, onlar da tipiye yenik düşmüş belli, gözümüz komutanda, tam olarak neyi beklediğimizi bilmeden bekliyoruz. Ölümün hepimize aynı mesafede olduğunu bilerek bekliyoruz gene de.
Saatler sonra, bölük komutanının yüzünde kararlı bir ifade belirtisi gördüğünü hatırlıyorum. O ifadeyi ömrüm boyunca unutmadım. Çömeldiği ağaç kovuğundan nasıl çabucak kalktı, kendini nasıl bir anda ileri attı biz fark etmedik. Gözümüzü diktik, beklemekten izlemeye geçtik.
Aramızdaki elli metrenin yarısını tamamlamıştı aslında. Askere doğru attığı adımlar büyüdükçe komutanın boyu posu da büyüyordu gözümüzde.
Bunun dönüşü daha kolay olur mu ki diye geçirdim aklımdan, soru işaretini koyamadan yerine infilak etti cümle. Harflerim gözümün önünde koptu, parçalandı, kana bulandı. Yerinde duran tek şey komutanın yere düşen yüzündeki kararlı ifade. “Savaşlar neden kötüdür bilir misin evlat, herkes öldüğü için değil, her iyiliği öldürdüğü için.”
Böyle demişti sanki bir gün ya da ben yıllar sonra uydurdum.
9 Şubat 2024
14 Şubat
Adnan Gerger
Filistin Caddesi’nde yürüyorum. Birdenbire bir çocuk sesi duyuyorum.
“Sen de mi görmezden geleceksin?”
Sağıma soluma bakıyorum. Kimse yok. Konuşmaya devam ediyor.
“Savaşta önce masumlar ölür. Çocuklar ölür, insanlar ölür, çiçekler ölür, doğa ölür.
Çocuklar anne babalarını yitirir, anne babalar da çocuklarını.”
Bir an kör olduğumu düşünüyorum. Ellerimle gözlerimi ovuşturuyorum.
“Boşuna çabalama. Ben her gün karşındayım, görmüyorsun da şimdi mi görmeye çalışıyorsun?” diye sitem ediyor bana. Kendimi savunmak adına “Bütün suç savaşta…Televizyonda izleyip izleyin savaşta ölenlere acımaktan başka elimden bir şey gelmiyor ki?” diye yanıt veriyorum. O çocuk sesi bu yanıtımı bekliyormuş gibi yanıt veriyor.
“Savaşın suçunu savaşın kendisinde bulmak insanlığın varoluşundan bu yana gelen bir hastalık. Oysa asıl suç; sende.”
Şaşırıyorum, panikliyorum. Kekeliyorum. “Naa.. Na nasıl olur? Ben bir şey yapmadım? Ben bir başıma ne yapabilirim?”
Çocuğun sesi bir bilgenin sesine dönüşüyor.
“Yaratılan ve sürdürülen bir savaşa ortak olmanın sorumluluğundan acıyarak asla kurtulamazsın. Savaşın içinde değilsen bile, savaşa karşı çıkıp, barış için bir şey yapmıyorsan, ortaksın. Savaşı çıkartan bir güç olabilir ama sen bir insansın, savaşa karşı çıkmadıkça o kanlı yaşamsal denklemi yazanların refahı sunulur tarihin unutulmaz sayfalarına… Unutma! Tarih, bu sayfalara yeni sayfalar eklemek isteyenlerin isterik çığlıklarıyla doğum sancısı çekiyor.”
Birden görüntüler netleşiyor. Görmeye başlıyorum. Binlerce, milyonlarca kendimi görüyorum. Bombalar, mermiler üstüme üstüme yağıyor.
Kan ter içinde uyanıyorum.
Hemen 14 Şubat günü yapılacak savaşı telin mitingine katılmaya hazırlanıyorum.
Bertolt Brecht’in, “Çağrı” adlı şiirinden “Sizsiniz uluslar, kaderi dünyanın. / Bilin
kuvvetinizi. / Bir tabiat kanunu değildir savaş, / Barışsa bir armağan gibi verilmez insana: /
Savaşa karşı / Barış için / Katillerin önüne dikilmek gerek, / Hayır yaşayacağız! demek. /
İndirin yumruğunuzu suratlarına! Böylece mümkün olacak savaşı önlemek.” dizelerini karton pankartıma yazmaya karar veriyorum.
Çıt
Seher Tanıdık
Oldu mu şimdi? Erken patladınız ya! Osman’ım gelmeden açıp da solmayın sakın, bozuşuruz. Ne kaldı Mart’a? Fotoğrafa bakınca kara lale dedim ama Osman geceli, kraliçeli bir şey dedi adınıza. Sipariş vermiş ta oralardan, eve kadar getirdiler. Bu soğanları bahçeye ek annem, diye yazmış mektubunda. Laleler açtığında ben gelmiş olacağım.
Kar bastırdı yine. Mevsimler şaşırdı iyice. Bir metre kar mı olur Şubat’ta? Donmazlar inşallah. Eh! Güneşe kanıp erken patlarsanız olacağı bu. İyi ki leğen kapatmışım üzerlerinize. Karakollar sıcaktır di mi Ömer? Üşütmesin aslanım. Sahi… Şafak kaç demişti?
Ah! Şu bebeye bak Ömer. Yaprakları arala da bak. Küçücük. Daha uzayacak elbet. İncecik, narin dalı üzerinde boy verip açacak. Nasıl Osman boyumuzu geçti, lale de yaprağını geçecek. Keyfi yok bu aralar, suyuna gübre katayım da sevinsin. Osman gelene kadar toparlasın kendini.
Osman’ım mı geldi Ömer? Kim bu askerler? Laleler! Lalelerimin üzerine basmasınlar.
Osman’ım gelecek haftaya.
Çıt!
Kâğıt Uçak
Engin Kükrer
Hangarın kapısı gürültüyle açıldı. Dönüşü olmayan tehlikeli bir görevdi bu. Plana göre
uçak düşman hatlarına sızacak, hedefe vardığında tüm cephanesini haritada işaretli noktaya
boşaltacaktı. Bütün hazırlıklar tamamdı. Yanık bir Anadolu türküsü radyosunda çalarken,
hangardan çıkıp usulca havalandı kâğıttan uçak…
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak… Gökte bir kırmızı bir uçak… Bir güvercin
kanadında okşayıp göklerin maviliğini öylece süzüldü… Deniz üstü köpürdü… Bir cigara
düştü dalgaların tam üstüne, sabaha kadar yandı durdu…
Ve gün doğarken, yelkovan kuşlarının peşi sıra; şiirden uçak vardı barudi renkli
adaya…
Geceden bile karanlık, sisli bir adaydı burası. Kömür dağın yamacındaki canavar bacalı
evlerde yaşardı insanları. Göğünün kırık aynasında, uzun gagalı leş kargaları volta atardı.
Petrolden de bir nehir geçerdi içinden. Ölüm kokardı ıssız caddeleri ve kan kusardı anneleri,
kızılcık şerbeti içip.
Gövdesine çarpan kargalara aldırmadan dalışa geçti kâğıt uçak. Kömür dağa yaklaşınca
Anka misali alevlenip sapladı ışığını gecenin tam kalbine. Barış ezgili kâğıtlar saçıldı etrafa,
gökyüzü düş beyaza bulandı. Süzüle süzüle, şiirden füzeler yağdı susuz şehrin üzerine…
Dizelerinin düştüğü her zifiri karanlık tutuşup güneş açtı.
Bu esir şehrin içinde de, gizliden gizliye, miğferine kır çiçekleri eken deniz yüzlü
askerler vardı. Yağdıkça mısralar göğün anaç ellerinden, filizlendi umutları baharın. Ateş
edemez oldu tüfekler; namlularında sivri dikenli, kızıl güller açtı. Derken bir kar yangını çıktı
sevda sözlerinden birinin düştüğü kenar mahallede. Sokaklar tümden buz mavisine boyandı.
Kâğıt uçağın pilotu, güneşi içen mavi gözlü bir devdi. Tüm karanlıklar bembeyaz olana
kadar döktü yüreğindekileri aç şehrin üzerine. Nihayet çalınan dost kapıları açıldı yarınlara,
sapsarı iskelet çocuklar ilk kez gülümsediler
ve korkmadan şeker de yiyebildiler…
Toprağın Karnı
Fatma Nur Çelik
Çamurlu postalın altında eziliyor otlar. Özsuyu çıkıyor her birinin, tek tek gömülüyorlar
toprağa. Üzerlerine damlayan kan henüz sıcak. Az ötede göğün mavisini deliyor bir füze,
gürültüyle yarılıyor toprağın karnı. Toprak ah çekip doğurduğunun ihanetine küsüyor. Çığlığı
toz duman oluyor gökyüzünde, gri bir yokluğa dönüşerek.
Postallarına asılan çamura gücü yetmeyince düşüyor dizlerinin üstüne. Kulaklarındaki
çınlama andan koparıyor onu, en son duyduğu ses bir inleyiş, yakarış belki… Çözemiyor.
Diline yabancı olduğu toprak tanıdık bir göğüs, üzerine yığılıyor. Kan kokusundan midesi
bulanıyor. Porselen fincanların sıralandığı vitrinin önünde, dişinin boşluğuna kesme şeker
bastıran annesini anımsatıyor. Göğü yırtan patlama, çocukluğunun mutlu fotoğrafında kırmızı
bir leke bırakıyor… Ayaklarının altında cam kırıkları… Annesi yerde, elleri iki yana açılmış;
avucunda kesme şeker, kıpkırmızı. O günden beri kan görmeye dayanamıyor. Ölüm haritada
siyah nokta, çocukluğu o noktaya denk düşüyor.
İnleyişi duyuyor yine, bu sefer daha yakın. Sırtını doğrultmak için destek arıyor, az ötedeki
ağaca kadar gidebilse. Dirseklerinden güç alıyor, bacakları külçe gibi. Ağacın yanmış,
kapkara gövdesine sırtını yaslıyor. Lime lime üniformasının yeşili bedenindeki yaşamı
kusuyor. Kıpırdayamıyor, acıya dayanmak için dişlerini geçiriyor defalarca dudaklarına,
kanatıyor. Kirpiklerinin dibinde ıslak bir sızı… İnleyiş anlamadığı karmakarışık sözcüklere
dönüşüyor. Son bir çabaya ihtiyacı var yaklaşmak için, fazla yaşayamayacağını biliyor. Var
gücüyle sürüklüyor bedenini, hayattaki son yükünü. Düşüncesi ağırlaşırken uyku
umutsuzluğuna iyi geliyor.
Ses kesik kesik eksiliyor az ötesinde. Bir ninni, koynundakini avutmak istiyor. Yaşamak ağulu
süt annesinin memesinde, dudakları boşluğa açılıp kapanan bebek için. Zaman sarmalıyor her
birini, acılarını dindiriyor.
Susuyor her şey.
Toprak hepsini göğsüne bastırıyor, yeniden doğurmak için.
15 Mayıs
Özcan Öztürk
Şah. Dikkât hazır ol… Bakaya. Divanı Lügat it Türk: Savaşçılar arınmak için savaşır.
Çok yorgunum. Ölüme göğüs gerip ok atarlar. Çok fazla gerginim. Birlikten kuvvet
doğar/Nerede birlik, orada dirlik. Hazırladım son nefesimi. Kurt söyleyip gelmez,
fırtına söyleyip esmez… Ağır kanlıyım. Kan tutar beni. Sürüden ayrılan koyunu kurt
kapar. Dalıp dalıp gidiyorum gurbet. Kurt fırtınalı günde kudurur. İyi uykumu
bölündünüz… Böl, parçala, yut… Bileklerim sızlıyor ters kelepçe… Ava giden
avlanır… Uyandırdılar ayakta uyurken… Kurt dağ eteğinde, geçitte kışlar. Askeri
kışlayı düşümdüm uyumsuz… Kurt avını sağ bırakmaz… Dağ başını duman
almıştı; üşüdük gerilla ateşinde. Kurt doyduğunda değil, kırdığında sevinir…
Sokulduk koyun koyuna. Kurt sayı nedir bilmez. Uygun adım sol, sağ, sol, sağ…
Peygamber ocağı yatma yeri değil. Sarıldım, ağladım… Bir mermi kaç para siz
bilmezsiniz… Kurdun kulağı avdadır. Yoklama kaçağı. Kurt tek gözü açık uyur…
Soykırım antimilitarizm… Kurt ininde avlanmaz. Susmadım, direniyorum… Kurt
kurdu yemez. Vicdanım RED rahat ol. Mat…
GİTMEM LAZIM!
Fulya Bayraktar
-Baban geldi mi kızım?
-Hayır anne, daha gelmedi.
-Birazdan gelir, sen yemeğini hazırla.
-Tamam anne, gelir gelir, hazırlıyorum.
Otuz yıldır annemle aramızda, günde en az üç kez geçen diyalog bu. Bunları söyler,
bakışlarını uzaklara diker ve uyur annem. Ta ki ben yemek yemesi için uyandırana dek. On
yaşımdan beri hangimiz anneyiz, bilmiyorum.
-Gitmem lazım hanım, senin için, çocuklar için, vatan için…
Bir tutam saç ve bir anahtar kaldı geriye. Saçını kendi kesip bırakmış. Anahtarın nereye ait
olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Mezarı yok. “Su, su” diye inlemiş en son. Bildiğimiz sadece bu.
Her su içtiğimizde, aslında boğazımızdan geçen, şarapnel parçaları…
Ne oldu baba, bizleri kurtarabildiniz mi? Kurtuluşumuz sizin tetik çekmenize mi bağlıydı?
Biz şimdi köyümüzden uzakta, yarı ölü yarı diri yaşıyoruz. Aynı Sırp kadınlar ve çocuklar
gibi onulmaz yaralı… Dünya dönüyor baba ve acımasız güçler, babalara tetik çektirmeye
devam ediyor.
Yetim Fotoğraf
Hatice Dökmen
Geceyi selamlardık mutluluğun şavkıyla. Yedi kardeş şakırdık, nohut oda bakla sofa
damımızda. Tezek kokardı buğday tenlerimiz. Henüz annem dilsiz, babam küfürbaz değildi o
zamanlar. Zemheri inince ovalara, sustu ocağımızda şakımalar. Abim askere gitti, kardeşim
dağa. Duvardaki fotoğraftan iki kişi eksildi.