Sayıklamalar & Yan(ıl)Sımalar
Yazılar

Sayıklamalar & Yan(ıl)Sımalar

Tzan Cosmo

Üç kez vuruyor saat…
Sana geliyorum…
Dizlerim tutmuyor…
Eriyor ve gecenin kanlı bedeninde kıvranan bir günah oluyorum. Küllerinden örtüler yapıyor pembe rujlu sigara!

 

Gece: Siyahın çingene yüzü…
Nasıl giydin bu iğreti suskunluğu üzerine? Nasıl kırıldın böyle buzlu camlara çarpa çarpa?
Hüznünü içime akıt. Hangi zehirden korkarım ki ben? Akıt korkma! Ben ki kendimi zehirleyip sana zincirleyen değil miyim? Senin önünde mil çekmedim mi düşümün gözlerine ben. Hüznünü içime akıt, korkma. Kaç kez ağladım ben bu dilimin keskinliğine. Düşümü iğnelerken, bedenine sancılar taşırken bile gizli gizli ağlamadım mı?

 

Nice savaşlar kaybettim; nice dostlar, şarkılar… Sönük şehrin kedisi ağlıyor bak. Ey gece! Sorgulama beni; duyma. Eksikliğimi hissediyorum sen konuşunca. Hani sakat olan ‘o’ yüzüm var ya, acıyor işte sen konuşunca.

 

Ey gece: Lanetin soyundan türemiş garibe. Söyle kaç kez akıyordur bu şehrin kanı sen uyanınca. Her köşende bir maceran yaşanmıyor mu ki? O zaman söyle!

 

Kaç kez akıyordur bu şehrin kanı bir gecede?

 

Bir gecede yok olmamış mıydım ben? Bir gecede yanık bir masalın içine hapsedip beni, çürütmedin mi bedenimi? Suçlusun gece. Sus! Suuuussssss! Sakın sorgulama beni. Üzerimde lanetin çığlık atar ana dilimde bir çocuk gibi…

 

O kadar çok koştum ki ben bu yağmurun peşinden. O kadar soysuzca ağladım ki ona. Yine de her seferinde günahları bulaştı ellerime ararken yalnızlığın sokaklarında gölgeler kitabını, tutunamadım… Bu yağmur gecenin kardeşidir bilesin ha.

Gitme D-ü-ş! Gece karanlık, ağlar; sızlarsın…

Şimdi gri, paslı bir bıçağın ucunda boşaltsam içimi sana!

 

Ya da firarda olan bir kar tanesi olsam, sende buzdan bir heykel… Düşsem yanaklarına. Sonra kıpkırmızı olsam, cüceyi kandırıp pelerinini çalsam, ısıtsam seni bir çöl rüzgarının saçlarını okşar gibi. Mesela yeşil bir bakıra üflesem nefesimi, şekillenip oyuncağın olsam, kırsan kollarımı benim…
İsimsiz bir sahnenin en kızıl noktasında sıcak bir bulut olsam, etine dokunsam çalkalanan bir suyun ateşinde.

 

Kör bir ressamın tuvaline gizlenip gelsem koynuna, koynunda açsam rengarenk bir bahar çiçeği gibi. Ya da yanaklarını yeniden çizsem akşamın kimsesizliğine. Ellerimi kanatsam küllerle. Mısralardan kuleler yapsam. Bir çılgınlık işlesem durgunluğunun tam ortasında.

 

Bütün şehri benzinle sulasam, ateşler açsa kırık çerçevelerin işlemelerinde. Ya da suskunluğunu delip geçen bir cinayete kurban gitsem. Yeniden doğsam. Kendimi yırtıp pembe zarflarda sana yollasam. Mavi bir güvercinin intiharı kadar anlamsız ama yüce olsam. İyiye üç kez iyi olsam ve kötüye üç kez kötü olsam, yine de gider miydin üç kez?

 

Gitme D-ü-ş… Noktaların peş peşe konulduğu yerde kapanmaz perde. Aslında her oyun bir ölümdü bizden ayrılınca zaman. Mutlak mutlulukta, yalnızlıkta vardı şehirler yaşlanmadan önce. Yaşlanmadan önce bu şehirler, aşkta sana benzerdi D-ü-ş…

 

Yüzünün bir yanında katran tutmuş acılar, bir yanında umut; ortasında ben, eski el dokuması bir elbise…

Gitme D-ü-ş… Ben şimdi kime çiçekler toplarım. Çünkü biliyorum ki her şey bir, her şey birbirine bağlı ve bak sönüyor işte içimdeki ışık.

Dinle! Bakire anne ve bilgenin sana haykıran son nefesidir bu, silik bir şarkı gibi. Tanrı henüz uzaklaşmamıştı bizden. Bizden parçaları toplayıp geçit törenlerinde delilere sunandı aşk.

Tanrının gülen yüzü. Ve hiçbir deli yalın ayak değildi bu şehrin çıplak sokaklarında, aşkı, tanrıyı sever gibi, kutsal duvarlara ağlar gibi, bizden çıkıp çarpık diyarları yakan ateşler gibi, çöl gibi D-ü-ş; iki ayrı dilin sevişmesi gibi, sancılı!

Gitme D-ü-ş… (Noktaların peş peşe konulduğu yerde kapanmaz perde)