Selim İleri’den Mahpes Öyküsü -Yağmur Akşamları Kitabından-
Dosya

Selim İleri’den Mahpes Öyküsü -Yağmur Akşamları Kitabından-

Meliha Yıldırım

1949 yılında İstanbul’da doğan Selim İleri, ilk öykü kitabı Cumartesi Yalnızlığı’nı on dokuz yaşında yayımlar. Altmış yıla yakın yazarlık hayatı boyunca kalemi hiç durmaz. Yeni ve farklı eserler üretir, edebiyat dünyamızı zenginleştirir. Yazdığı öykü ve romanlarla Türk edebiyatının mihenk taşlarından biri olur. Modern, postmodern ağırlıklı olmak üzere birçok edebi türde öykü ve roman yazan İleri, her dönemde aranan ve okunan bir yazarlık hayatı geçirir. Ardında onlarca eser bırakan yazarımızı 8 Ocak 2025’te kaybettik. Yazarlığı yanında çok iyi eleştirmen, senarist, yönetmen ve oyun yazarıdır usta duayen.

 

Selim İleri’nin Yağmur Akşamları adlı öykü kitabının ilk öyküsü Mahpes vurucu bir cümle ile başlıyor:

 

Balıklar o kadar tenhaydı ki balıklara altın savurdum, suları ışıldasın, parıldasın diye.

 

Anlamı hapis ya da cezaevi demektir mahpesin. Hapis hayatı yaşayan kısıtlı birinin ruhsal dünyasına odaklanıyor Selim İleri bu öyküsünde. Olayların bir sırası olsa da çoğu zaman anlatıcının aklına gelenlerle, bilinç akışıyla öğreniyoruz yaşadıklarını.

 

Öykü ilerledikçe mahpesteki kişinin kim olduğu, hayatı, içsel çatışmaların onda bıraktığı derin izler parça parça geliyor gözümüzün önüne. Ancak yazar okura hiçbir şeyi kolayca sunmuyor. Her bir satırda o tarihte ne olduğunu merak ediyor okuyan istemsizce. Sahi ne olmuştu da bir şehzade, sultan olmadan ve olduktan sonra ömrünün büyük bir kısmını kafes ardında geçirmişti?

 

Öykünün kahramanı bir şehzadedir. Onun dram dolu hayatının izdüşümüyle ilerler anlatılanlar. Tarihin gerçeğinde de silik, akıllı mı deli mi olduğu tartışılan kimine göre bahtsız bir saray bedevisidir o. Kardeşi tarafından öldürülmediği için de şanslı bir şehzadedir aynı zamanda. Yani talihi belirsizdir.

 

Selim İleri ömrü boyunca tekdüze bir hayat yaşamış birini neden seçmiş, onu neden anlatmaya değer bulmuş, diye sormadan edemiyor insan okurken.

 

III. Mehmet’in oğullarından biri, Sultan I. Ahmed’in de kardeşidir aynı zamanda I. Mustafa. (1591-1639) Öyküde de geçmez adı. Sadece saraydaki kızlar ağası Mustafa’dan bahsederken duyarız. Oysa iki kere tahta çıkmış bir sultandır. İkinci kere tahta çıkarıldığında mahpes hayatının bezgin ruhu ona kendi isteği ile bıraktırır sultanlığı. Münzevi hayata alışmış, silik, ölümü beklemekten başka gayesi olmayan biridir kalan ömründe artık.

 

Okura öykünün daha başında hissettirir sessiz, yalnızlık çeken biri ile karşılaşacağını yazar. Tenha balıklara altın savuran bu kişi farklıdır diğer insanlardan. Biyografik öğelerle başlar öykü. Gerçekte de balıklara altın savurduğu kayıtlıdır. Tenha balıkların yüzdüğü havuzda. Böylece kahramanımızın yalnız, asil ve varlıklı biri olduğunu anlarız. Yazar okura ne anlattığını çabuklukla sezdiriverir. Altının güce ve asalete işaret edişinden.

Bir cümlelik en kısa öykü deyince aklımıza Hemingway’in o meşhur bebek ayakkabılı öyküsünün sözleri gelir. Ancak en az onun kadar güçlü ve vurucudur, tenha balıklara altın atılan bu cümle. Çünkü yalnızlık, güç, asalet, umut hepsi tek seferde okura verilmiştir. Farklı bir durumla karşı karşıya olunduğuna da bir nişandır bu giriş. Sonra acıyışlardan bahseder anlatıcı birinci tekil sözcükleriyle.

 

Bir üstten bakış hali devam ediyordur ilerleyen satırlarda. Pek sıradan biri olmadığı kesindir anlatan kişinin. Mahpesteki biri nasıl olur da başkasına merhamet edebilir, diye düşünür insan hissettirilen gizli kibire.

 

“Mustafa Ağa’ya bile acıdım, adaşım, insan denir mi bilmem, haşmetli kızlarağası.”

 

Adının Mustafa olduğunu, öykü zamanının da geçmiş bir zamana işaret ettiğini öğreniriz Mustafa Ağa ile. Öykü artık ağır ağır akmaktadır. Kapıyı üstüne kilitleyen adaşı Mustafa Ağa. Sarayın kızlarağası. Anlatıcının mahpeste tutulması ilk değildir. Kahramanımız daha önce de bu hayatı yaşamıştır.

 

Edebiyatın görevi her ne kadar tarihi öğretmek değilse de okura doğru bilgi ile tarih de hatırlatılabilir ya da öğretilebilir. Öğrencilerin can sıkıcı ders kitaplarından öğrenmekte zorlandığı konular, edebiyatın yumuşacık dokusu içinde merakla okutur kendini onlara. Lev Tolsytoy’un Savaş ve Barış’ı, Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi romanlarında olduğu gibi. Ya da gezgin Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sindeki Zigetvar seferinin detaylarında. Bir seyahatnameye alınan notların bir zamana ayna tutması. Düşününce garip gelebilir insana. Ama düzgün tutulan notlar, retorik bir anlatımla bir seyyahın edebi eserine dönüşür. Edebiyatın gücü Mahpes’te de kendini böyle gösteriyor. Bir insanın yaşadığı derin acılar, öldürülme korkusu, belki aklını yitirmeye ramak kalışı, kimine göre çoktan yitirmesi. Hepsine yavaş yavaş gidiyor okur. Adeta yazar bilerek meraka gark ediyor satırlar içinde okurunu:

 

“Mahpeste olduğuma göre, Murad padişahtır. Öyleyse eşkıya ve zorba, Murad’ın gönlünü karartacak. Birçok perde açıldı, gözüm yaşla doldu. Toprak olan Osman da çocuktu.”

 

I.Mustafa mahpesteyken IV. Murat padişahtır. Toprak olan Osman da Genç Osman olarak bildiğimiz II. Osman, çocuktu dediğine göre bu I.Mustafa’nın ikinci kere mahpeste kaldığı döneme denk geliyor.

 

Hücrede yanında biri vardır. Bir kadın. Düşlerini ona anlatır. Adının Gülfem olduğunu bilse de Yadigâr diye seslenir ona. Bu kadın var mıdır yoksa o da düş müdür, belli değildir. Anlatıcının bilincinde yaşadıkları yol bulmuş akmaktadır. İlk yazın sert rüzgârını, orta yazın tomurcuklarını düşledikçe anlatır Yadigâr’a. Yaşadığını bu dünyada var olduğunu onun pırtı giysilerini çözerken fark eder bir tek. Sonra kızıl gökyüzünü küçük pencereden gördüğünde yine kan göreceğini düşünerek korkar. Toprağın onu istemediğini, yaşamasına sebep gösterir. Her an ömrünün orada o anda biteceğini. Bu nedenle ister ölümü. Çünkü yaşamayı düşledikçe korku duyar, kan görür, ölüm, çığlık, haykırış, son nefes. Hepsine şahittir. Bitmeyen bir döngüdür bu.

 

Ağabeyi Ahmed’in yeri ayrıdır hayatında. Mustafa’dan bir yaş büyüktür Ahmed. Başlarda onu çok sever fakat zamanla ne rahata erdirdiğini ne de öldürdüğünü fark eder. Hep bir korku içinde arafta bekler o günü. Ağabeyini ve onun annesi Handan Sultanın bahçede dolaşmalarını izler uzunca bir süre. Bir taraftan katledilen Osman’a üzülürken dünyevi hazlardan da geri durmaz. Yadigâr’ı ve atılan altınları. Sormamayı, susmayı, istememeyi ise daha çocukken öğrenmiştir.

 

Sultan I. Ahmed’in Ayasofya ile yarışmasını istediği yaptırdığı caminin yapımını anlatır, kendiyle konuşurken.

 

“Güzdü, temel kazılmaya başlanmış.” … “Aslanhaneyi, filhaneyi ne yapacaksın? Sormuştum, çünkü zavallı filler ve arslanlar… Halk, ahali, gelip görür, eğlenirdi. Meleklerin çiçeklerini unutmuşum.”

… O da bana sordu Ahmed: “Sen nerden biliyorsun filhaneyi, arslanhaneyi?..” “Burdan, kafesimden işitirim. Esaretlerini dinlerim.” Sinirlendi, soğudu bana. Hışımla çıkıp gitti.

 

Bilinç akışını baştan sona çok başarılı kullanmıştır Mahpes öyküde yazar. Oğuz Atay’ın “Unutulan” adlı öyküsündeki kadar yoğundur, bu anlatış. Olaydan çok kişinin ruhunun derinliklerinde dolaşırız biz de. Adeta mahpes hayatı yaşarız.

 

Demirli pencereden gördüğü gökyüzü, sorguçtaki ayak izinden küçüktür. Fakat gökyüzünün mavi minesi inadına parlaktır. Birileri gelir gider, kafes arkasından takip eder herkesi. Gelen geldiğini giden de gittiğini haber vermez. Sadece sesleri dinler Mustafa. Zaman değişir, insanlar değişir.

 

“Kimse bilmez, bazı geceler ince bir su şırıltısı işitirim, taa uzaklardan, ağlayışı andırır bir şırıltı. İçim ürperir.”

 

Selim İleri’nin Mahpes’inde alışageldiğimiz anlatılardan farkı, tipik bir olay örgüsüne ve kurgusuna sahip olmamasıdır. Anlatı geleneğimiz içinde biyografik türün amacı, gerçek dünyada yaşamış tarihsel bir kişiliği tüm yönleriyle ele alıp irdelemek, bunu yaparken kurgunun olanaklarından yararlanmaksa Selim İleri de Mahpes öyküsünde türünün klasik örnekleri gibi I. Mustafa’nın bilinen yönlerini detaylandırmıyor. Onun en belirgin yönlerini iç sıkıntılarıyla harmanlamayı yeğliyor. Ara ara başka tarihi kişiliklerden de bahsederek kurgunun sahiciliğini artırıyor. I. Ahmet, Kızlarağası Mustafa, Sedef incili Valide Handan Sultan, II. Osman… Öyküye eklemlenen kişilerdir. Hepsi adlarıyla yer alırlar sadece. Mustafa’nın yaşadıklarına yoğunlaşırız biz de.

 

Demirli pencereden gördüm: Kiraz ağacı çiçeğe durmuş. Ahmed’e geçmiş yaz mevsimlerini hatırlar mısın demek geçti yıkılmış içimden. Sustum…

Demirli pencereden gördüm: Görüp görebileceğim yalnızca iki dal…kiraz çiçekli iki dal. Demek aylardan ortayaz. İlk yaza bir şey kalmamış.

Demirli pencereden gördüğüm, gökyüzü, sorguçtaki ayak izinden küçük. Gökyüzünün mavi minesi inadına parlak.

 

Nasıl ki, kafes arkasındaki birinin anlatacağı etrafı görebildiği kadarsa biz de öyküde o kadarını görüyoruz. O dönemin çinilerinden, kubbe pencerelerinden, küçücük bir alandan görünen kiraz ağacının mevsimsel değişikliklerine tanık olur, içsel sıkıntıyı ve hapis hayatından hiç çıkamayacağı kaygısını duyuyoruz. Öyküyü bitirince dışarıyı, yeşillikleri, gökyüzünün mavisini ilk kez görüyor gibi oluruz.

 

İstanbul’u kafes arkasından mahpeste bir şehzadenin yorgun bakışlarıyla anlatıyor Selim İleri okuruna. Aynı zamanda mahpeste hayatlara da seslenerek.

Selim İleri, Yağmur Akşamları, Everest Yayınları, İstanbul, 2011

 

 

Selim İleri, edebi birikimini, edebiyat kazanımlarını Türk Sinemasına da başarıyla aktarmıştır. Senaryosunu kaleme aldığı filmlerden, Yaralı Kurt (1972, Yönetmen: Ömer Lütfi Akad), Günahsızlar, (1972, Yönetmen: Atıf Yılmaz), Bir Demet Menekşe (1973, Yönetmen: Zeki Ökten), Askerin Dönüşü (1974, Yönetmen: Zeki Ökten), Çapkın Hızsız (1975, Yönetmen Atıf Yılmaz), Seninle Son Defa (1978, Yönetmen: Feyzi Tuna), Kırık Bir Aşk Hikâyesi (1981, Yönetmen: Ömer Kavur), Göl, (1982, Yönetmen: Ömer Kavur), Seni Kalbime Gömdüm (roman), (1982, Yönetmen: Feyzi Tuna), Afife Jale, (1987, Yönetmen: Şahin Kaygun), Hiçbir Gece (1989, Yönetmen: Selim İleri) ilk akla gelenlerdir.

 

Eserleriyle aramızda hep yaşayacak yazarlarımızdan biridir Selim İleri.