Sessiz Ormanın Şarkısı
Öykü

Sessiz Ormanın Şarkısı

Sevim Döndü Kara

Bir zamanlar, köyün çok uzağında, hiçbir haritada yer almayan, gizemlerle dolu bir orman vardı. Bu orman ne sıradan bir yerdi ne de herkesin ulaşabileceği bir diyardı. Derlerdi ki, buraya yalnızca doğanın dilini öğrenmeye cesaret edenler adım atabilirdi. Ancak bu dil ne kelimelerden oluşuyordu ne de insanlar arasında konuşulan türdendi.

 

Alina, köyün en meraklı çocuğuydu. Kitaplardan öğrenebileceği her şeyi öğrenmişti, fakat içindeki o keşif arzusunu bir türlü dindirememişti. Köyde yaşayan yaşlı bir adamın, “Uzaklarda, gizemli bir orman var,” diye anlattığı hikayeler, Alina’nın hayal gücünü harekete geçirmişti. Her gece yıldızlara bakarken o ormanı keşfetmeyi düşlüyordu.

 

Bir gece, yıldızların altında yatarken, kulağına usulca bir melodi doldu. Bu melodi, rüzgârın taşıdığı yaprak hışırtılarıyla birleşip bir şarkıya dönüştü. Alina, bu şarkının kaynağını bulmaya karar verdi.

 

Kimseye haber vermeden, rüzgârın melodisinin rehberliğinde köyün sınırlarını aştı ve uzun bir yürüyüşün ardından eski, yosun tutmuş bir tabelanın olduğu patikaya ulaştı.

 

Tabelada şu sözler yazılıydı:

“Sessizliği dinlemeden içeri girme.”

 

Alina, nefesini tutarak ilk adımını attı. Ormanın içine girdikçe, sesler farklılaştı; her adımı, yeni bir tını getiriyordu.

 

Bir kuşun ötüşüyle yankılanan bir çağrı duydu:

“Buraya gelen, yalnızca bir yolcudur. Ama dinlemeyi bilen, yolun kendisi olur. Hangi yolu seçiyorsun?”

 

Alina, kuşun söylediklerini anlamaya çalıştı. “Ben, dinlemek istiyorum,” dedi usulca.

 

Kuş, kanatlarını açarak gökyüzüne yükseldi ve Alina’nın önüne kül renginde bir tüy bıraktı.

“Bu, senin anahtarın. Ormanın sırlarını çözmek için yaprakların izini sürmelisin,” dedi.

Alina, tüyü eline aldı ve ilerlemeye devam etti. Kısa süre sonra, önüne kadim bir meşe ağacı çıktı. Ağacın gövdesindeki kıvrımlar, yaşlı bir yüzü andırıyordu.

 

Derin bir sesle konuşmaya başladı:

“İlk yaprağı almak istiyorsan, benim hikâyemi çöz. Ne bir başlangıcım var ne de bir sonum. Geçmişteyim, gelecekteyim, ama aslında yalnızca şu andayım. Ben neyim?”

 

Alina düşündü. Bu bilmece, zamanın kendisinden bahsediyordu. “Sen zamansın,” dedi.

Ağaç memnun bir şekilde hışırdadı ve dallarından bir yaprak bıraktı.

 

“Doğru cevap,” dedi, “ama unutma, zaman seni şekillendirir; sen zamanı değil.”

 

Alina, yaprağı alıp yoluna devam etti.

 

Ormanın derinliklerine girdikçe, her bir durakta farklı bir bilmeceyle karşılaştı. Bir göletin yüzeyinde, suyun sırrını çözmesi gerekti. Bir kayanın üzerindeki yosunlar, ona hayatın döngüsünü anlamasını fısıldadı. Her yaprak, doğanın bir parçasını temsil ediyordu.

Alina, her yaprağı aldığında, tüyün renginin değiştiğini fark etti. Önceleri kül renginde olan tüy, zamanın sırrını ögrendiğinde parlak beyaz renge, göletin sırrını çözdüğünde maviye, yosunların mesajını anladığında ise yeşile dönüştü. Tüyün renkleri, doğanın sırlarını ve Alina’nın ilerlemesini yansıtıyordu.

 

Son yaprağı topladığında ise tüy altın rengine dönüşmüştü. Tüm yaprakları bir araya getirerek bir taç şekline dönüştürdü. Tacı eline aldığında tüy, bir anda yok oldu ve tacın tam merkezinde ışıldayan bir sembole dönüştü.

 

Sessizliğin içinden derin bir ses yükseldi:

“Bu tacı taşıyan, artık doğanın dilini konuşabilir. Ama unutma, doğa yalnızca korunursa konuşur. Eğer onu susturursan bu dil sonsuza dek kaybolur.”

 

Alina, ormandan ayrıldığında değişmişti. Artık yalnızca bir kız çocuğu değil, doğanın bir parçasıydı. Köyüne döndüğünde, sessizliğin şarkısını insanlara anlatmaya başladı. Onlara ormanın sırlarını, doğayı nasıl duyabileceklerini öğretti. İnsanlar, onun gözlerinde ormanın şarkısını gördüler ve doğayı anlamaya çalıştılar.

 

O günden sonra, Sessiz Orman yalnızca dinleyenlerin şarkısını söylemeye devam etti.