(Yazarın endişe Karnavalı Adlı romanından alınmıştır.)
Köpek ticaretinden aldığım ilk para, bir çobanın parasıydı. İki gün sonra iki köpeği daha satınca, bu işten az da olsa para kazanacağımı düşünmeye başladım. Köpek ticaretinin sermayesi, sadece beslenmelerine harcadığım paraydı. Sattığım köpeğin yerine başka bir köpeği koymak ise bedavaydı. Sattığım köpeğin yerini ertesi gün bir başka köpek alıyordu. Köpek satıcılığım bir süre sonra köpek sahiplerinin köpeklerini sokağa bırakma salgınına dönüştü. Daha önce köpeğini sevdiğini bildiğim insanlar bile köpeklerini kapıma getiriyor, ardına bile bakmadan çekip gidiyorlardı. Satmakla bitmeyecek kadar köpek birikti kapımda bir süre sonra. Ama neredeyse her gün de köpeklerime alıcı buluyordum. Köpeklerini terk eden de, her gün benden para verip köpek alan da aynı köylülerdi. Aklım almıyordu bunu. Bu yaşıma geldim hala da anlamış değilim. Zaten insanları anlamak zordur. Ama yine de insan düşünmeden edemiyor. Tanıdığım insanların çoğunda akılla saçmalık yan yana duruyordu. Onlar hem kendidirler hem kendilerine karşıdırlar. Severken öldürürler. Zekalarının içinde bir aptalı gizlerler. Hayatları bir intihar hazırlığı gibidir. Ağladıklarına iki adım sonra güldüklerinin canlı şahidiyim. Duygularında av ile avcı yan yana oturur. Acınacak haldeyken bile içlerinde bir zalim filizlenir. Küfürlerinin içine yalvarışı sığdırmayı sadece onlar başarır. Aynı anda hem alçak hem de merhametli olmanın kitabını yazarlar. İntikam için ettikleri yeminler, her seferinde boşluğu yumruklamakla sonlanır. Onları anlatmak yorucu bir iştir Resul kardeşim. Hem onlar zaten gönüllü olarak gerçeğin uzağında yaşarlar. Hayal alemleri gerçekdışı olan ne varsa onun yatağıdır. Kandırılmak afyon gibi keyif verir onlara. Onları tatmin edecek bir yalanın peşinden gözlerini dahi kırpmadan dört nala giderler.
Bir süre sonra yeni köpek satıcıları peyda olmaya başladı. Ama köpek almak isteyen önce benim kapımı çalıyordu. İsmimi köylerde, hatta kasabada duymayan kalmamıştı. İsmim daha bu mesleğin üçüncü ayındayken ‘it tüccarı’na çıkmıştı. Hiç aldırmıyordum bu duruma.
Aradan epey bir zaman geçtikten sonra köpeklerim iyice azaldı. Artık eskisi gibi sattığımın yerini kolayca dolduramıyordum. Hem her köyde bir köpek satıcısı vardı artık. İki yılın sonunda elimde sadece üç köpek kalmıştı. Bir ay sonra iki köpeği de satınca elimde tek bir köpek kaldı. Zayıf, narin, alaca bir köpekti. Onu bağlamıyordum bile. Çok nadiren havlardı. Arada bir ortadan kaybolurdu. Akşam olunca döner, samanlığın girişinde kıvrılıp yatardı. Onu kasabada soba imalatçısı Teneke Binali’den almıştım. ‘Götürüp bakarsan, üstüne sana bir de bir soba yapar veririm’ demişti. Adı Kofti’ydi.
Teneke Binali’nin benim için yaptığı sobayı, köpek satıcılığından kazandığım parayla aldığım Ford minibüsün bagajına atıp getirmiştim o gün. Aslında minibüsü aldığım gün köpek satıcılığı benim için bitmişti. Köyle kasaba arasında çalışacaktım bu minibüsle. Kofti hep aynıydı. İyi besliyordum onu. Hiç aç kalmıyordu ama yine de zayıftı. Karşısına geçip baktığımda gözlerini nedense benden hep kaçırırdı. Gözümün içine baktığını hiç hatırlamıyordum. Bir müşteri çıksa onu da satacaktım ama şimdiye kadar soran bile olmamıştı. Belki zayıf olduğu içindi, belki başka köpeklerde aradıkları özellikleri onda bulamadıkları içindi. Ama ben de zaten bir an önce satmak için çabalamıyordum. Kalabilirdi. Hatta sanki kalmasını istiyordum.
Bu arada minibüsümle çalışmaya başlamıştım. Nadiren de olsa hala komşu köylerden köpeğini getirip bana bırakmak isteyenler oluyordu. Ama artık hepsini geri çeviriyordum. Öfkeyle geri dönüyorlardı. Köpeklerinden kurtulmak isteyen bu adamlar, bana vicdanlarının iyileştiricisi gözüyle bakıyorlardı. Kapımda sadece Kofti vardı şimdi.
Bir gün Kofti ortadan kayboldu. Günlerce dönmedi. Benden sonra ortaya çıkan köpek satıcılarından birinin onu götürdüğüne ihtimal vermiyordum. Sadece gelmesini bekledim. Ne yalan söyleyeyim, aramaya bile kalkışmadım onu. Sağsa çıkıp gelirdi nasıl olsa. Kofti, tam dokuz gün sonra döndü. Biraz daha zayıflamıştı. Arka sol ayağından belli belirsiz topallıyordu. Ayağını kaldırıp inceledim, belirgin bir yara izi filan yoktu. İlk kez gözlerimin içine baktı. O zamana kadar ona karşı hissetmediğim bir sıcaklık içimi sardı. Onu satmayacaktım. Yıkık, artık kullanmadığımız bir samanlığımız vardı. Kofti, zamanının çoğunu orada uyuklayarak geçirmeye başlamıştı. Acıktığında çıkar, o cılız gövdesiyle gerinir, gözlerini kapıya dikip beklerdi. Hiç aç bırakmazdım onu. Ama hep zayıftı.
Kofti’yi Teneke Binali’den almamın üzerinden neredeyse altı ay geçmişti.
Bir gün köylülerden biri kapıda belirdi. Yüzündeki öfkeden bir şeylerin ters gittiğini anladım. Bir haftada iki tavuğunun kaybolduğunu, bunun için Kofti’den şüphelendiğini, öfkeden titreyen bir ses tonuyla anlattı. Kofti’nin böyle bir şey yapmasının imkânsız olduğunu anlatmaya çalışırken, köylü elindeki tavuk tüylerini gösterip, bunları samanlığın orada bulduğunu söyledi. Ertesi gün bir başkası kapıma dayanıp, en besili kazının sırra kadem bastığını, ama aslında kazı boğup yiyenin Kofti olduğunu bildiğini kendinden en ufak bir şüphe duymadan anlattı. Şikâyetler bir süre sonra bir çığ gibi büyüdü. Kazı, tavuğu, hatta danası kaybolan bile kapıma dayanıyordu. Oysa Kofti’de hiçbir değişiklik yoktu. Her zamanki gibi acıktığında gözlerini kapıya diker, karnı doyunca da samanlıkta kıvrılıp uyurdu. Kofti her davranışıyla şikâyete gelenleri yalanlıyordu. Onu suçüstü yakalayan veya gören tek bir Allah’ın kulu da yoktu üstelik. Ama onlar için gerçek suçlu Kofti’den başkası olamazdı. Tavuğu, kazı kaybolmayan kimse kalmamıştı neredeyse.
Bir süre sonra ‘Kofti’yi ya bize vereceksin ya da köyden çıkaracaksın’ demeye başladılar. ‘Dediğimizi yapmazsan, bugünden sonra hiç kimse minibüsüne binmeyecektir.’ Kofti’nin bu işle bir ilgisinin olmadığını günlerce anlatmaya çalıştım. Sanki bir duvara konuşuyordum. Çaresiz kalmıştım. Köylü minibüsüme binmezse topu atardım. O saatten sonra köpek satıcılığına da dönemezdim. Sonunda Kofti’yi götürmeyi kabul ettim. Ama nereye götüreceğimi de bilmiyordum. Ahırda toz toprak içinde paslı bir zincir bulup, Kofti’nin boynuna geçirdim. Kofti kayıtsızca yüzüme baktı. Her şeyden habersizdi. Topallayan ayağı bir haftada iyileşmişti.
Havalar birdenbire soğumuştu. Belki de yarın mevsimin ilk karı düşecekti toprağa. El büyüklüğünde birkaç parça ekmek koydum önüne Kofti’nin. Sadece bir parçasını yiyebildi. Bir ucunu elimde tuttuğum zincire baktı bir süre. İç çekmeye benzer bir ses çıkarmıştı sanki. Onu minibüse bindirmeye çalıştığımda, herkesin uzaktan bize baktığını biliyordum. O gün Kofti dışında hiç kimseyi almayacaktım minibüse. Orta kapıyı kapatıp direksiyona geçtim. Köyü hızla çıktım. Dönüp göz ucuyla Kofti’ye baktım. Gözlerinde ilk kez bir tedirginlik gördüm. Ayaktaydı hala. Birkaç kez huzursuzca havladı. Çoktan biçilmiş, çıplak tarlalar da köy de geride kalmıştı. Küçük bir tepeyi geçtikten sonra, yol boyunca uzanıp giden büyük, demir elektrik direklerinden birinin yakınında durdum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Arabadan indim. Sert bir rüzgâr suratıma çarptı. Gri gökyüzü ilk kez bana bu kadar ürkütücü görünüyordu. Orta kapıyı açıp, Kofti’ye baktım. Sızlanır gibi bana baktı. Zincirinden tutup indirdim. Yolun dönemeçli olduğu bir yerde, yola uzak kalan elektrik direğine doğru çektim zinciriyle. Dönemeçten bakınca direğin sadece tepesi görünüyordu.
Direğin yanına geldiğimizde Kofti bir kez daha huzursuzca havladı. Rüzgâr bu huzursuz havlamayı çabucak yuttu. Zincirin ucunu titreyen ellerimle direğe bağlamaya çalıştığımda Kofti’yle göz göze geldik. ‘Merak etme’ dedim kafasını okşarken. ‘Dönüşte alacağım seni.’ Bu sözler kendiliğinden çıkmıştı ağzımdan. O ana kadar aklımdan bile geçirmediğim sözlerdi bunlar. Kulağımda rüzgârın uğultusuyla minibüse döndüm. Dönüşte onu direkten çözüp alacak mıydım gerçekten? Köye geri götürdüğümde hiçbir şey çözülmemiş olacaktı bu durumda. Ama köyde bir süre saklardım onu belki. Şehre doğru yoluma devam ettiğimde şöyle düşünüyordum: ‘Onu burada, bu haliyle bırakamam. Şehirde biraz oyalanırım. Akşam karanlığında köye dönersem kimse onu görmez. Götürüp ahırda bağlarım. Bir süre orada kalsa iyi olur aslında.’ Şehre vardığımda içim suçluluk duygusu ve kararsızlıkla kavruluyordu. Saatlerce bir hayalet gibi dolaştım. Neredeyse akşam olmuştu.
Gelip Kofti’yi bağladığım yerde durdum. Karşıdan birkaç araba gelip geçti. Yanımda getirdiğim ekmeği dört parçaya bölüp, Kofti’nin bağlı olduğu direğe doğru yürüdüm. Yaklaştığımı fark etmedi bile. Çenesini ön ayaklarının üstüne koymuştu. Belki de uyuyordu. Yavaşça seslendim. Ondan beklemediğim bir çeviklikle yerinden sıçradı. Gözleri korkuyla bana bakıyordu şimdi. Önüne koyduğum ekmekten iki parçasını yedi sadece. Onu burada bırakamazdım. Zinciri çözdüğümü anlayınca, bir canlılık geldi üzerine. Alacakaranlıkta minibüse bindirip, köye doğru hareket ettim.
O gece Kofti’yi ahıra bağladım. Ertesi gün kimse Kofti’yi ne yaptığımı, nereye götürdüğümü sormadı bile.
Aradan iki gün geçtikten sonra, Kofti’nin ahırda olduğu duyuldu. Duyan sel gibi aktı kapıma. Oysa Kofti’nin ahırda bağlı olduğu o iki gün boyunca kaybolan üç tavuk ve bir kazın neden kaybolduğunu kimse sormamıştı bile.
Ertesi gün Kofti’yi tekrar götürdüm. Aynı zincirle, aynı direğe bağladım. Kimse beni dinlememişti. ‘Ben değersiz bir adamım. Zavallı duruma düşmüş, aciz bir köpeği bile savunacak bir cesaretim yok. Minibüsüme binmeyeceklermiş. Binmesin qavatlar. Gidip karşılarına dikilip, ulan pezevenkler, asıl sizi o direğe bağlamak gerekir, diyeceğim. Siz Kofti’nin suçlu olmadığını da biliyorsunuz ama size bir düşman lazım. Değersiz hayatınıza biraz anlam katmak için düşman olarak bula bula Kofti’yi mi buldunuz? Bir köpek için çok mu ileri gidiyorum acaba? Onları kendime düşman edersem kaybeden ben olurum. Ben tek başıma onlara karşı koyamam. Kofti bugün de burada kalsın bakalım. Düşünmek için akşama kadar zamanım var. Ama şehirde köylülerden kimseyle karşılaşmasam iyi olur. Mutsuz ve tedirgin bakışlarıyla bir köpek, insanın içindeki bütün zalimlik etme kapılarını kapatabilir miydi? Sadece içinde bulunduğu anı düşünen bir insanın zalimlik potansiyeli daha yüksektir. Ama içinde bir parça da olsa iyilik kalmışsa, yaptığı zalimlik ona doğru hızla yaklaşan bir bumerang olup çıkar. Aslında beni basit korkularımdan vuruyorlar. Küçük çıkarlar uğruna büyük bir zalimlik satın almış olacağım. Bu işin içinden çıkamayacağım galiba. Minibüsü satarsam ne iş yaparım? Tavukları kaybolanlardan ikisi tam da karşımda duruyor. Bari beni görmeden geçip gitseler. Çözüp götüreceğim köye tekrar Kofti’yi. Sorduklarında kaçıp geri döndüğünü söylerim. Onlar da o zaman sen bize teslim et, biz uzaklaştırırız onu, diyecekler. Bunu kabul edemem. Şehir ayaklarımın altında kayıyor sanki. Belki de en iyisi onu şehre bırakmak. Hem burada karnı da iyi kötü doyar. Buraya bırakırsam doğruca Teneke Binali’nin kapısına gideceğinden de hiç şüphem yok. Her gün yüz yüze bakıyoruz adamla. Bir köpeğe bile bakamadın. Senin için üç kuruşluk adam derlerdi de inanmazdım, diyecek bana. Olsun, bu Kofti’nin direğe bağlı halde başına geleceklerden daha kötü değil ya. Çok geç kalmamalıyım bugün. Zaten akşam olmak üzere.’
Dönmeye hazırlanırken içimden bu düşünceler geçiyordu. Yanıma iki ekmek ve su aldım. Garajın arkasına bıraktığım minibüse binip, şehri hızla çıktım. İçimde tarif edemediğim bir tedirginlik vardı. Günler kısaydı. Güneş çıplak dağların ardında kaybolmuştu bile.
Yarım saat sonra oradaydım. Ortalık ürkütücü derecede sessizdi. Belki bir havlama sesi duyarım diye bekledim. Bir kuş hızla önümden geçti. Kendimi yokuş aşağı bıraktım. Direği yukarıdan aşağıya doğru yarısına kadar gördüğüm bir yere gelip durdum. Nefesimi tutup bekledim. Hala hiçbir ses yoktu. Aslında ne yapacağımı bilmiyordum. Bu gece burada kalabilir diye düşündüm önce. Sonra bu düşünce hızla kafamdan çıktı. En iyisi alıp götürmekti. Yarın nasılsa götürüp şehre bırakacaktım.
Bir çalı devrilse, sesi içimde depremlere yol açacak olan bir sessizliği yararak elektrik direğine doğru ilerlemeye devam ettim. O an keşke onu da sattığım onlarca köpekle birlikte satabilseydim diye düşünüyordum. Soğuk bir rüzgâr yüzümü yalayıp geçti. Neredeyse varmıştım. Kofti’yi değil de boynuna geçirdiğim paslı zinciri görüyordum şimdi nedense. Aslına bakarsan ortada tuhaf bir durum yoktu. Gerçek olan o paslı zincirdi. Sağa sola dağılmış tüyler, etrafa saçılmış birkaç kemik parçası dışında Kofti’yi akla getiren hiçbir şey yoktu çünkü. Bir an gövdesinden ayrılmış kafasını görür gibi oldum. Açık kalmış gözlerindeki donukluk sırtımda bir ürpertiye yol açtı. Karşı dağın yamacında bir kurt uluması yankılandı. Sonra bir başkası ona karşılık verdi. İki gün önce göz göze geldiğimiz anı hatırladım. Galiba o an iki damla gözyaşı döktüm. Kendime mi ona mı ağladığımı hiçbir zaman bilemedim. Getirdiğim ekmeği parçalara böldükten sonra direğin dibine bıraktım. Suyu da yanımda getirdiğim ağzı geniş plastik bir şişeye boşaltıp, ekmek parçalarının yanına koydum. Sanki Kofti biraz sonra o dağılmış tüylerini, savrulmuş kemiklerini toplayıp gelecekmiş gibi. Bir süre sonra belirli aralıklarla duyduğum kurt ulumaları bile içimdeki katılaşmaya çarpıp dağıldı.
Ayaklarımı sürüyerek yola giden yokuşu tırmanmaya başladım. O akşam minibüse nasıl bindiğimi, köye nasıl geldiğimi bile bilmiyordum. Bir hayalet bile benden daha gerçekti. Öldürülüp içi boşaltılan, sonra da samanla doldurulan bir av hayvanı gibi hissediyordum kendimi. Her şeyi o elektrik direğinin yanında kaybetmiştim sanki. Belki de bu yüzden şehre her gittiğimde minibüsü durdurup, elektrik direğinin oraya iniyordum. Haftalarca sürdü bu durum. Üstüme giyeceğim yeni bir vicdanı, Kofti’nin kemiklerinin arasında boşuna arayıp durdum. Onu ben yok etmiştim. Paslı zincirle ben onu direğe bağlamıştım. Kurtlara ben onu yem etmiştim. Böyle bir sonla karşılaşmasını istememiştim elbette. Ama bunun suçumu hafifletmediğini de biliyordum. Bulduğum hiçbir teselli içimin tamirine yetmiyordu bu yüzden. Köpek satıcılığım aslında bana çok pahalıya mal olmuştu. O günden sonra hiçbir zaman bir köpeğin gözlerinin içine bakamadım. Göz göze geldiğim her köpek içimdeki yaraya tuz basmaya devam etti.