“Yazınsal tutku, yaşantısının odağına edebiyatı koymuş insanların anlayabileceği bir şey. Dünyayı, insanları edebiyat üzerinden anlama ve anlamlandırma çabası. Bu tutkuya kapılmış insanlar için başkaca bir yaşam biçimi mümkün değil.”
Edebiyat eleştirisi ürünleri, özünde, duygu ve düşünce dünyasına hitap eden edebiyat sanatını besleyen en önemli hayat damarlarından biridir. Bu anlamda yılların birikimiyle yazılan kitap eleştirileri yalnızca okurlar için değil yazarlar için de yol göstericidir. Şirvan Erciyes’in geçtiğimiz günlerde “edebiyat yazıları” alt başlığıyla yayımlanan Yazınsal Tutkunun İzinde adlı kitabı, edebiyata tutkuyla bağlı bir edebiyat eleştirmeninin 14’ü telif, 12’si çeviri olmak üzere tam 26 roman üzerine titizlikle yazdığı edebiyat incelemelerini bir araya getiriyor. Şirvan Erciyes, bu değerli kitabında, daha çok romanlardaki karakterlerden yola çıkarak yazarları, dönemleri, yazın akımlarını geniş bir perspektiften ele alıp düşünce dünyamızın gelişip çeşitlenmesine katkıda bulunuyor.
Şirvan Erciyes de ben de Kayseri’de yaşıyoruz. 13 Kasım 2024’te öğleden sonra Kayseri’nin en eski yerleşim yerlerinden Talas’ta buluşup içinde Taş Mektep’in de bulunduğu, yakın zamana kadar öğretmenevi olarak hizmet veren sosyal tesisin bahçesinden şehri seyrederek Yazınsal Tutkunun İzinde’yi konuştuk.
Edebiyatın izinde güzel ve keyifli bir söyleşi oldu…
İbrahim Berksoy: Yazınsal Tutkunun İzinde’yi elime alıp okumaya başladığımda aklım Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’ye gitti. Acaba Şirvan Erciyes, kitabına Yazınsal Tutkunun İzinde adını koyarken Kayıp Zamanın İzinde’den esinlenmiş midir? Kitabın adını ben çok beğendim. Okura çok şey vaat eden bir kitap adı. Nereden aklınıza geldi bu kitap adı? Bir de “yazınsal tutku” dediğiniz şey nedir?
Şirvan Erciyes: Kitabın adını beğenmenize çok sevindim, değerli yazar Behçet Çelik’in önerisiyle kitaba bu adı vermeyi uygun gördük. Şu sıralar sevgili İlknur Demir’le Kayıp Zamanın İzinde’yi okuyor ve hakkında konuşuyoruz. Ancak kitabımın adı Kayıp Zamanın İzinde’den esinlenmedi, bilinçli bir gönderme yok.
Önsözde de değindiğim gibi “yazınsal tutku”, yaşantısının odağına edebiyatı koymuş insanların anlayabileceği bir şey. Dünyayı, insanları edebiyat üzerinden anlama ve anlamlandırma çabası. Üstelik, sizin de çok iyi bildiğiniz gibi bu tutkuya kapılmış insanlar için başkaca bir yaşam biçimi mümkün değil.
Kitabınızın başında bir biyografi yok ama kitabınıza yazdığınız “önsöz”de çocukluğunuzdan başlamak üzere edebiyatla, okumakla, yazmakla kurduğunuz, bir yerde artık “yazınsal tutku”ya dönüşmüş o uzun süreli bağa/bağlılığa değinmişsiniz. Oldukça etkileyici, yazarın meramını anlamamıza kapı aralayan, içtenlikli bir dille yazılmış çok güzel bir önsöz. Ayrıca kitapta yer alan kimi incelemelerinizde edebiyatla kurduğunuz bağı ve edebiyat dünyanızı anlamamıza kapı aralayan pasajlara da yer veriyorsunuz. Okuduğunuz kitaplar hakkında yazma serüveninizin nasıl başladığını, nasıl sürdüğünü o pasajlardan bir nebze öğrenebiliyoruz. Ama bunlar daha çok çocukluk ve ilk gençlik yıllarınıza yaslanıyor. Uzun yıllar boyunca adeta ipek böceğinin sabırla ördüğü bir koza gibi ördüğünüz edebiyat dünyanız, okuma pratikleriniz ve bugüne değin yazdıklarınız hakkında neler söylemek istersiniz?
Bu güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim. Kitaplar aracılığıyla dünyayı keşfetmeye başlayan her çocuk gibi okumak neredeyse büyülü bir deneyimdi benim açımdan. Altı yaşımdan beri ara vermediğim bu süreçte okuduklarım da değişti, okuma şeklim de, sevdiğim kitaplar ve yazarlar da. Bilmeye, öğrenmeye meraklı bir yanım vardı, hep aynı kaldı. İyi yazılmış metinler hâlâ beni heyecanlandırıyor, öğrenme iştahımı da kaybetmedim. Okumak-yazmak bitmeyen bir öğrencilik benim açımdan. Önceleri ne bulursam okuyordum, basılı olması yeterliydi. Sonraları elbette okurluğum sistematik hale geldi. Roman, öykü, şiir kitapları okumayı daima sevdim ancak yanı sıra felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi farklı alanlarda okumaya üniversite yıllarımda başladım. Okumaya yazmaya değer veren, entelektüel bilgiye ulaşma çabasında arkadaşlarım vardı, kitaplar ve kasetler elden ele gezerdi. Kantinlerde ya da güzel havalarda çimenlerin üzerinde sanat, şiir, edebiyat, politika konuşurduk. 90’lı yıllarda bilgimizle ya da okuduğumuz kitaplarla varlığımızı anlamlandırma çabasında, öğrenmeye aç gençlerdik. Sonraları kitaplar, gazeteler, edebiyat dergileri, kitap ekleri aracılığıyla edebiyatla bağımı okur olarak devam ettirdim. Yazmaya, yazdıklarımı yayımlamaya başlamamla birlikte okurluğum da değişti. Kurmaca üzerine yazılmış temel metinler yanı sıra felsefe, sosyoloji, toplumsal cinsiyet ve feminizm üzerine okumalar yapmaya başladım. Okuduğum kitaplar ve yazarlar yeni kitaplara, yazarlara referans olurken, Roman Kahramanları dergisine yaptığımız dosyaların temalarına göre de okumalar yaptım. Uzun zamandır neredeyse yalnızca okuma hazzı için kitap okuyamıyorum.
Üzerinde inceleme yazısı yazmak üzere okuduğunuz kitapları nasıl seçiyorsunuz? Kitap incelemeleri yazarken bağlı kaldığınız herhangi bir akım, ekol ya da yöntem var mı yoksa ele aldığınız kitaba göre bir yazım tarzı mı geliştiriyorsunuz?
Dosya editörlüğü yaparken, dosyanın temasına uygun kitapları belirledikten sonra genellikle hakkında yazması en meşakkatli olan romanı seçmeye gayret ettim. Kendimi zorlayarak algımı, bilgimi, bilincimi geliştirme arzumdan kaynaklı bir durumdu sanırım. Dosyalar dışında da pek çok yazı yazdım. Çoğunlukla beğendiğim, etkilendiğim, hakkında söz söylemeye değer bulduğum kitaplar hakkında yazdım. Ayrıca şunu da gözettim; hakkında çok yazılan popüler kitaplara dair yazmak yerine daha çok görülmesi gerektiğini düşündüğüm yazarların kitapları hakkında yazmak istedim.
Sorunuzun ikinci kısmına gelecek olursak kitapları elimden geldiğince çeşitli açılardan incelemeye çalışıyorum. Biçimsel özellikleri yanı sıra toplumsal cinsiyet, ekoloji, tarihsel ve politik bağlam gibi pek çok noktaya dikkat etmeye çalışıyorum hatta belki bu yanlarına daha çok odaklanıyorum. Ayrıca anlatılan dönemin sosyolojisine, karakterlerin psikolojisine, yazarın felsefesine dair görebildiklerimi yazmayı deniyorum. Herhangi bir ekolü öncelemesem de olabildiğine geniş bir perspektif üzerinden hareket etmeyi isterim, elbette ne kadar başarabildiğimi okurlar takdir edecek.
Son zamanlarda edebiyat incelemeleri, edebiyatımızın unutulan yazarlarını ve o yazarların yapıtlarını yeniden gündeme getirmesi bakımından önemli bir işlev görüyor. Bu anlamda Fethi Naci’nin, Selim İleri’nin ısrarlı çabalarını burada şükranla anmak isterim. Siz de kitabınızda unutulmuş yazarların unutulmuş romanlarını gündeme getiriyorsunuz. Kitap incelemelerinin bu işlevi ile ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
Demin de değindiğim gibi yalnızca unutulmuş yazarlar değil, görece kıyıda kalmış olanlar hakkında da yazmayı seviyorum. Hatta belki de böyle yapmasaydım kitabım yıllar önce çıkabilirdi. Ancak bundan dolayı zerre pişmanlığım yok. Sonuna kadar tercihimin arkasındayım. Selim İleri ve Fethi Naci çok değerli iki edebiyat tutkunu. İkisinden de elimden geldiğince yararlandım, özellikle Yüzyılın 100 Türk Romanı sık başvurduğum ve dönüp dönüp keyifle okuduğum bir kitap.
Günümüzde sosyal medyanın ve fenomenlerin yönlendirdiği hatta manipüle ettiği bir edebiyat ortamı var, bazı yayınevleri, hatta önemsediğimiz kimi gazeteler, dergiler bu duruma alet oluyor. Bu kakofoni içinde eleştirmenin sesi ne kadar duyuluyor bilmiyorum ama şundan kuşkum yok nitelikli okur yolunu bulur.
Ülkemizde edebiyat arkeolojisinin giderek daha önem kazandığını görüyoruz, unutulmuş yazarlar ve yapıtları gün yüzüne çıkıyor. Bunlar mutluluk verici gelişmeler. Yapılan her iyi işin er geç karşılığını bulacağına, unutulsa da yeniden anımsanacağına inanıyorum. Kitaplar hakkında yalnızca yayımlandığı yıl yazılıyor. Sonra o kitap yokmuş gibi davranılıyor. Beş-on sene önce yayımlanmış bir kitabı yeni okuduysak onun hakkında da yazabilmeliyiz, yalnızca yeni çıkan kitaplar hakkında değil.
Kitabınızda yer alan Şükufe Nihal, Peride Celal ve Suat Derviş’in romanları ile ilgili incelemelerinizde satır aralarında “kadın yazarlar”ın “aydın sorumluluğu”nu ve onların Anadolu’ya “uzaktan” bakışını dile getiriyorsunuz. Anadolu’da, Kayseri’de yaşayan bir edebiyatçı olarak “kadın yazarlar”ın “taşra”ya bakışı ya da taşrada yaşamaktan kaynaklı olarak “taşra ile imtihanı” hakkında neler söylemek istersiniz?
Hocam ne kadar zor sorular bunlar. Kadın ya da erkek fark etmeksizin Türk aydının taşraya, Anadolu’ya bakışını çoğunlukla sorunlu bulmuşumdur. Uzaktan davulun sesi hoş gelir misali yeterince tanımadıkları taşra hakkında taşıdıkları idealize edilmiş fikirler, romantik hülyalar, gerçek taşrayla yüz yüze geldiklerinde paramparça olur. Cumhuriyetin ilk kuşak aydınlarının genellikle kent kökenli, iyi eğitim almış, görece varsıl ailelerden geliyor olmalarıyla ilgili bir durum olsa gerek. Köy Enstitüleri’yle birlikte köy kökenli yazarlar varlık göstererek karşılık bulsa da bir müddet sonra onlar da hakir görülmekten kurtulamadı. Elbette şu da var herkes dünyayı kendi yetiştiği koşulların izin verdiği çerçevede algılar, hatta sınıf bilincine sahip olduğunu düşünse bile. Taşrayı, Anadolu’yu uzaktan anlamanın da anlamlandırmanın da mümkün olmadığını kanıtlayan bir süreçten geçiyoruz kanımca. Anlaşılmış olsaydı taşra ve egemen değerleri çöl gibi büyüyerek tüm ülkeyi kaplamazdı. Yeteneğine, ilgisine, kendisine yabancı, aynı tornadan çıkmışçasına birbirine benzeyen insanlardan oluşan bir toplumda yaşamıyor olurduk.
Siz de birkaç örnek vermişsiniz: Kimi yazarlar kimi şehirlerle birlikte anılır. Sait Faik, Vedat Türkali İstanbul; Attila İlhan İzmir ile anılır. Yazarların yapıtlarında yaşadıkları ya da konu edindikleri şehirleri birer roman karakterine dönüştürme çabası üzerine neler söylemek istersiniz? Buna ek olarak; yazarların yaşadıkları ya da konu edindikleri şehirleri, o şehirlerin caddelerini, sokaklarını, meydanlarını gerçek adlarıyla “tasvir” etmelerinin romanın “kurgu”suna olumlu ve olumsuz yönde etkisi üzerine görüşlerinizi merak ediyorum.
Şehirler bir roman kahramanı olabilir elbette bunun pek çok örneğini okuduk. Sondan başlayayım yanıt vermeye, eserlerde sokakları caddeleri gerçek adıyla görmek benim hoşuma giden bir durum. Yazarlar çoğunlukla bundan kaçınıyor, hikâyelerini bir yere hapsetmiş gibi algılanmak istemiyorlar ya da yerel bir edebiyatçı gibi görünmekten korkuyorlar, bence bu tarz kaygılar gereksiz. Kurguya olumlu ya da olumsuz bir katkı sağlar mı emin değilim, esere ve yazarın maharetine göre değişir bu sorunun yanıtı. Şehirlerin hızla değişip dönüştüğü bu çağda doğup büyüdüğümüz kentimize bile yabancılaşıyoruz. Toplumsal bellek oluşturma çabasında kuşkusuz en büyük pay sanata ve edebiyata düşüyor. İster istemez edebiyatın böyle bir işlevi var, romanlardan yaşam biçimlerini, sokakları, gelenekleri, devrin öne çıkan değerlerini, modasını, magazinini bulmak mümkün. Attila İlhan’da İzmir’i ararken henüz hiç görmediğim bu şehir hakkında pek çok şey öğrenmiştim. İstanbul’da “Yüksek Kaldırım” levhasını görünce Orhan Veli’yi karşımda görmüşçesine mutlu olmuştum.
Kitabınızda Oğuz Atay’ın diğerlerine göre daha az bilinen okunan bir yapıtına, İnşaat Mühendisi, akademisyen Mustafa İnan’ın hayatını anlattığı Bir Bilim Adamının Romanı’na da yer vermişsiniz. Romancıların yazdığı “biyografik romanlar” üzerine neler düşünüyorsunuz? Bugüne dek yazılan biyografik romanlara bakarak edebiyatımızda biyografik romanların yeri hakkında neler söylemek istersiniz?
Yıllar önce Oğuz Atay’dan okuduğum ilk romandı Bir Bilim Adamının Romanı. Çok etkilenmiştim ama elbette Tutunamayanlar ya da Tehlikeli Oyunlar’ı okuduğumda olduğu kadar değil. “Çukurova Romanları” dosyası hazırlarken bu romanı yazmak isteme nedenim Mustafa İnan’ı ve Oğuz Atay’ı Adana’da yeniden buluşturma arzumdu. İyi yazılmış biyografik romanları okumaktan büyük keyif alırım, ancak ne yazık ki yeterince yazılmıyor. Oysa bu topraklardan hayatı yazılmaya değer ne isimler geçti. Umarım daha çok yazılır ve bizler de okuruz.
Türk edebiyatında bazı konular bir dönem “görünür” iken bir başka dönemde pekâlâ yazarlarıyla ve yapıtlarıyla bir anda “görünmez” hale gelebiliyor, hatta neredeyse edebiyat tarihinden silinebiliyor. Buna örnek olarak “köy romanları”nı gösterebiliriz. Şu anda köy ve köylü edebiyatımızdan neredeyse silinmiş durumda. Benzer bir durum edebiyatımızda “taşra”nın ya da işçilerin konu edildiği romanlar için de söylenebilir. Bu değerlendirmelere katılır mısınız? Dönemin ya da zamanın ruhunun edebiyatın doğal yatağını böylesine kolay çevirmesini siz nasıl değerlendirirsiniz?
Çok yerinde tespitler hocam. Türler olduğu gibi ele alınan konular da değişmiş, değişiyor. Bu kaçınılmaz bir şey ancak edebiyatın moda gibi alımlanması doğru değil. Zamanında çok okunmuş, izler bırakmış yazarlar ve eserleri bir anda silindi. Kanona dahil olmak ya da kanon dışına itilmek geçmişte olduğu gibi bugün de önemli bir sorun. Yazara düşen kendi sesini ve özgün hikâyesini aramak kanımca.
Kitabınızda incelediğiniz Benden Selam Söyle Anadolu’ya romanı bir dönem epeyce okunmuştu. Kitabın Türkiye’deki yayınlanması da epeyce sancılı olmuştu. Özgün adıyla yayınlanamadı, şimdiki adıyla yayınlandı ve ülkemizde bu adla tanındı, bilindi. İncelediğiniz bu romandan da yola çıkarak Ege’nin iki yakasını ilgilendiren böylesine yakıcı bir konunun edebiyata yansıması hakkında neler söylemek istersiniz? Sizi bu romanı incelemeye yönelten etken neydi? Ege’nin iki yakasını dostluk ve barış odağında birbirine daha da yakınlaştırabilmek için edebiyatçılar diğer disiplinlerden (yakın tarih, sözlü tarih, etnoloji, dilbilim, coğrafya vb.) yeterince yararlanabiliyor mu?
“Kurtuluş Savaşı Romanları” sayısını yapmam teklif edildiğinde dönem romanlarını araştırdım ve çok sayıda eser olduğunu gördüm. Zengin içeriğe sahip, iyi yazıların yer aldığı arşivlik bir sayı hazırlamıştık. Sürecin Yunanlar tarafından nasıl algılandığını görmek istediğim için bu romanı incelemeye karar verdim, Yaban’la birlikte okudum. Kitabın gerçek adı Kanlı Topraklar, adı değiştirilip Türklere yönelik aşağılayıcı ifadeler çıkarıldıktan sonra basılmış. Önce ceza sonra ödül almış. Yazımda hepsine değindim. Konuyla ilgili Yunanistan’da başka romanlar da yazılmış mı bilmiyorum ama Benden Selam Söyle Anadolu’ya enteresan bir kitap. Yunanistan’dan çok bize ait. İzmir, Şirince, Selçuk tarımıyla, ticaretiyle, yaşam biçimiyle, insanlarıyla ele alınmış. Elbette eleştirilebilir yanları var ancak dönemi ve tarihi gerçekliği bir Rum’un gözünden okumak farklı bir deneyimdi. Ege’nin iki yakasındaki edebiyatçıların artık dostluk ya da barışla yeterince ilgilendiğini sanmıyorum. Son yıllarda böyle çabalar varsa bile gözümden kaçmış olmalı.
Yeni roman akımının öncü yazarlarından Michel Butor’un Değişme adlı romanı ile ilgili incelemenizi dikkatle okudum. Sizi, gerek anlatım tekniği gerekse yazarın anlatım boyunca oluşturduğu atmosfer bakımından okuması oldukça zor olan bu ilginç, yenilikçi romanı incelemeye yönelten neden neydi?
Uzun zaman önce İstanbul’a yaptığım bir ziyaret esnasında Can Yayınları binasına uğramıştım. Orada Malcolm Lowry’nin Yanardağın Altında romanını ve Lawrence Durrell’in İskenderiye Dörtlüsü’nü satın aldığımı gören, benim gibi müşteri olan ve hiç tanımadığım genç bir kadın, bence bunu da seveceksiniz, diyerek Değişme’yi salık vermişti. Onu dinleyerek kitabı aldım ve iki kez okudum. Bu olaydan yıllar sonra “Yolculuk Romanları” dosyası yaparken Değişme’yi yazmak istedim. Paris-Roma arasında yapılan bir tren yolculuğunda geçen bu roman bence dosya için harika bir seçimdi. Sadece yolculuk temasıyla değil her yönüyle çok ilginç ve incelenmesi gereken bir roman olduğu için onu seçtim. Aşk ve evliliğe, kadına ve erkeğe dair çok gerçekçi tespitleri olan şaşırtıcı ve bir kez okumanın asla yetmeyeceği bir roman Değişme.
“Kötülüğün Reddi” başlığıyla Bireylikler’de 2018’de yayımladığınız yazı tam bir edebiyat eleştirmeni öngörüsü örneği. Koreli yazar Han Kang’ın incelemenize konu romanı Vejetaryen sizin gibi dikkatli okurların/eleştirmenlerin ilgisini çekse de çoğu roman okurlarının pek ilgisini çekmedi. Diğer Uzakdoğulu yazarlar gibi bu yazara da biraz uzaktan bakıldı. Romanda aslında bir metafor olarak işlev gören vejetaryenlik aslında bir reddedişi, retçi bir tavır alışı ifade ediyordu. Reddedilen şey ise kötülüktü. Kötülüğün reddi… Han Kang bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. Yazarın ödüle değer görülmesinin gerekçesi sizin bu incelemenizde ortaya koyduğunuz görüşlerle oldukça benzerlik gösteriyor. Yazarın meselesini kavrayışınız, o meseleyi önemseyip sayfa sayfa romanın peşine düşmeniz, sonrasında “kötülüğün reddi” başlığıyla bunu edebiyat dünyasının dikkatine sunmanız takdir edilecek bir eleştirmen tavrı. Han Kang’ın bu romanıyla yolunuz nerede ve nasıl kesişti? Neler söylemek istersiniz?
Uzakdoğu bize oldukça uzak o kadar da ilgi çekici bir coğrafya. Çin, Japon ve Kore edebiyatını da merak edip en azından dilimize çevrilen önemli yazarlarından birkaç roman okumaya gayret ettim. Vejetaryen zaten 2016’da “Man Booker Ödülü”nü almıştı. Beni asıl şaşırtan, benim o romanı fark edip hakkında yazı yazmış olmam değil, çoğu okurun Nobel’le birlikte yazarı keşfetmesi, bence bu durum daha şaşırtıcı.
Sözlerinizden mutluluk duydum. Vejetaryen okuyanın kayıtsız kalamayacağı bir roman, ben de kalamadım ve hakkında epey düşündüm. Yonğhe’nin tavrının altında yatan şey neydi? Hatta yazımı okuduktan sonra romanı vegan felsefesi üzerinden ele almam gerektiğini söyleyenler olmuştu. Kitap hakkında yazmakla yetinmedim, çevirmeni Göksel Türközü’yle de bir söyleşi yaptım. “Edebiyat Haber”de yayınlanmıştı bu söyleşim. Nobel vesilesiyle Metin Celal’in Han Kang’la yaptığı söyleşi yeniden gündeme geldi ve birkaç hafta önce gördüm ki yazar bu söyleşide reddiyeyi öne çıkarıyor. Romanı doğru yerden okumuş olduğumu görmek beni sevindirdi. Hatta daha dün olan bir şeyi de anlatayım. Arkadaşım Vejetaryen’i okumuş ve ekofeminizm üzerinden anlamlandırmayı denemiş, içinden çıkamamış. Senin yazını okuduktan sonra romanı kafamda oturtabildim dedi. Bunu duymak beni mutlu etti. Kitap incelemeleri ne işe yarar sorusuna yanıt olabilecek bir durum bana kalırsa. Ben de kendi dizgemde bir yere oturtmakta güçlük çektiğim romanlar hakkında önemsediğim eleştirmenlerin, yazarların fikirlerine başvuruyorum, onlara soruyorum, yazdıklarını okuyorum. Bir romanı okuyunca onunla işim bitmiyor. Hakkında yazmayacak olsam bile o kitap hakkında kim ne demiş diye bakıyorum. Sanırım bu edebi merakla ilgili bir şey. Yoksa ben de şıp diye her okuduğumu her zaman doğru biçimde analiz edemiyorum. Ancak bu denk geliş, ne yalan söyleyeyim edebi sezgime olan güvenimi pekiştirdi.
Bunların dışında eklemek istediğiniz herhangi bir şey var mı?
Birbirinden bağımsız yirmi altı inceleme yazısının olduğu bir kitapla ilgili söyleşi yapmak kolay değil. Sorularınız titiz bir okumanın sonucunda özenle ve büyük emekle hazırlanmış. Beni şaşırtan, düşündüren, geliştiren şeyler sordunuz. Umarım layıkıyla yanıtlayabildim, sürçülisan ettiysem affola.
Bu güzel ve keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim.
Ben de size, Karnaval Dergi’ye ve söyleşiyi okuma sabrı gösteren dostlara çok teşekkür ederim.