Sonsuz Bağ
Öykü

Sonsuz Bağ

Yunus Çinçin

Salona girip eşime, oğlumuza biraz göz kulak olması için “Annesi!” diye seslenmek isterken “anne” sözcüğü çıkıverdi ağzımdan. Salonun ortasında kalakaldım. Dilim sürçtü ve sana seslendim. Odaların birinden ya da mutfaktan çıkıp geleceğin hissine kapıldım.

Zihnimdeki  büyük boşluğu algılayınca ürperdim. Meğer kelimeler biz yokluğunu fark etmesek de hayatımızdan çıkarmış. Şaşkındım. Sesime ses vermedi kimse. Eşim duymadı beni. Oğlum odasındaydı.  Yatak odasına gidip sessizce ağladım.  Derine gömdüğümü sandığım acı şimşek gibi çakıp  yüreğimi yokladı. Geriye, inceden bir sızı kaldı.

Mecburiyetlerde, kırgınlıklarda, karmaşalarda herkes yarasını saklama, yarasıyla yaşama çabasında. Ölüm sessizliğinde ve çaresizce, herkes kendi acısına, yalnızlığına sürgün.

Bunca zaman, ölümün ürkünçlüğüyle, yalnızlığımın içinde debelenip duruyor, bir cevap  bulmaya çalışıyormuşum. Ölümünün ardından, herkeste acısını en derine gömüp  dindirme  telaşı… Kimse, ne olduğunu doğru dürüst açıklayamıyor. Kimsenin zamanı yok başkasını anlamaya. Herkes, birbirine yabancı, birbirine uzak. Orta yerde, göz önünde yaşanıyor bu körlük, sağırlık.

Sana seslenmeyeli otuz yedi yıl olmuş. Her şeyi kontrol etme çabam, bir türlü ifade edemediğim duygular, kimi zaman nefessiz bırakan boğuntu hali, huzursuzluk… Kolumdan tutulup zorla getirildiğim salonun ortasında buldum kendimi. Ölümünle yüzleşmem isteniyor ama benim buna gücüm de yok cesaretim de. Yataktaki ölü bedeninle karşılaştım salonun orta yerinde. Gözlerin açık terk etmiştin bizi. Göbek bağım ölümün makasıyla yeniden kesildi. Ölüme çarpıp paramparça oldum.  Acı ezip duruyor yüreğimi.  Sezgimle yol alıp parçaları birleştirmeye çabalıyorum. Çabaladıkça parçalar eksiliyor. Herkes sessiz. Yokluğunun hüznüne sürgün edildik. Gerçeklerin soğuk yüzü , yetişkinlerin hesaplı davranışları… Ölümün izlerini çabucak yok edip eski düzenlerine yeniden dönmek isteyen akrabalar, bir suçu örtbas edercesine hızla topluyorlar senden kalan her şeyi.

Kimse, bana  sarılıp gerçeklerin katılaştırdığı bedenimin acısını dindirmeye yeltenmiyor. Gittikçe katılaşıyorum. Acı durmadan içimi kemiriyor. İçimde, her gün daha da genişleyen bir boşluk.

Hep çemberin dışına kaçıyorum. İnsanlardan kaçarsam acım azalır. Bana acıyan yüzlerden, acıma sözlerinden, yazıklanmalardan,  denize, yollara, doğaya sığınırsam…

Ölümünden birkaç gün sonra, uyurken sesini duydum. “Oğlum!” diye defalarca seslendin. Sesin buruk ve yumuşacıktı. Sessizleşip battaniyeme sıkıca sarındım şaşkınlık ve korkuyla. Yaşadığımı kimseye anlatamadım. Kimsenin beni dinlemediği, anlamaya çalışmadığı bir karmaşada anlatsam kim inanırdı bana seslendiğine, sesini duyduğuma?

Eksik olanı gideriyordun kendince. Ana yüreği dayanmaz hiçbir şeyin eksik kalmasına, yarım yaşanmasına. Vedalar da güzel olmalı. Ölsen de yanımda olduğunu bilmeliyim bir şekilde. Yalnız hissetmemeliyim kendimi.

“Anne!” dedim yıllar sonra. Unutulmuş bir güzelliğin yeniden farkına varır gibi, ilk günkü masumiyet ve acemiliğimle. Farkına varmadan dilimden, hayatımdan çıkardığım sözcüğü yeniden söylemek ve hep bende olanı yeniden keşfetmek için “Anne!” dedim.

 

Birden odanın kapısı açıldı ve elinde kitabıyla içeri giren oğlum, ” Hep birlikte kitap okuyalım mı baba ?” diye sordu gülümseyerek. Gözyaşlarımı sildim. Eşime, “Annesi!” diye seslenip öpe okşaya kucakladığım oğlumla salona yöneldim.