Hani bazen sorgularsınız ya, ne günah işledim de başıma bunlar geldi diye… Oysa öteki âlemde -ki öbür dünya gerçekten varmış- hepsi saati saatine, noktası noktasına kayıtlara giriyormuş meğer. Üstüne basıp geçtiğim karıncalar, köşe bucak ilaç sıktığım sinek-böcek, elma kurtlarına kadar cinayetlerim hanesine yazmışlar. Dolmuş kuyruğunda, market kasasında, üniversite yemekhanesinde yaptığım kaynaklar, kızın yüzme takımına girmesi için bulduğum torpil, erken doktor randevusu için araya koyduğum tanıdıklar filan, hiç olacak şey değil ama yediğim haklar kategorisinde. Oğlanın matematik hocasına yolladığım hediyeler, trafik polisine uzattığım ehliyetin arasına sıkışmış banknotlar rüşvetlerim sayfasına dâhil olmuş. Tez jürime yolladığım yılbaşı sepetinden, terfiimi hızlandıran müdüre kadar yaptığım ufak tefek jestlerin, yalakalıklar cetvelinde yer alması ise pek ağrıma gitti. Yalanlarım fasikül değil ansiklopedi kalınlığına varmış, hatırlamıyorum çoğunu. Köpük banyolarım, son moda deri ceketlerim, renk renk bikinilerim, stilettolarım, marka parfümlerim israflar hanesinde. Canım bildiğim ve fakat canı çıkasıca arkadaşlarımla yaptığım sohbetler ise gıybet faslında yerini almış.
Ya iyiliklerim? Olmaz mı? Lâkin günahlar ağır basmış, onları götürmüş, defterin bakiyesi buymuş. Velhasılıkelam kurtuluş yok, cehennem azabı cezasını beklerken… Yok, ateşlere yürümek yok, sen bir ruhtan ibaretsin, ayakların yok ki buyuruyorlar.
Karar yüzüme okunuyor: Sürülmüşüm. Hem de nereye, sıkı durun, ‘Dünyaya Sürgün’ şeklinde verilmiş hüküm. Sevinsem mi, üzülsem mi bu yeniden doğuş işine diye şaşırırken… Hayır diyorlar, reenkarnasyon değil bambaşka bir tür olarak dönüyorsun. Bambaşka derken örnek bir insan olmamı kastetmiyorlarmış. İnsanlık vasfını yitirmişim. Vah ki ne vah! Rahmetli babaannemin öngörüleri tuttu da taş mı oldum yoksa, anneme babama diklendiğim için. Gerçi artık ben de rahmetliyim. Yok taşa dönmeyecek, canlanıp gidecekmişim. Farklı bir tür diye vurguluyorlar. Acaba cinayetlerim çizelgesinden kapana kıstırdığım bir fareyi seçtiler de, gözümü iğrenç bir kanalizasyonda onun cisminde açmamı mı müstahak gördüler bana, ektiğimi biçeyim kabilinden. Lâkin gözüm de yokmuş, ayaklarım gibi. Canlıyım, insan değil, hayvan değil, bitki olacağım zahir. O da bir ceza nitekim, ot gibi yaşıyorlar diye sıkıcı tiplere burun kıvırırken iyiydi değil mi? Katiyen diyorlar, bitki bile değilsin. Ormanlık vasfını da yitirmiş olmalıyım. Sıra dışı bir yaratık olacakmışım, dünya gezegeninde bir ilk! Yeni bir tür.
Beklemediğim bir anda bilmediğim bir yere bırakacaklarmış beni. Yalvarırım vatanıma yollayın bari, yaban ellere atmayın! Meraklanma, yerkürenin tamamını dolaşacaksın zaten diyorlar. Nasıl dolaşırım, gözüm yok, ayağım yok, elim-kolum yok, üstelik yabancı dil de bilmem. Gerek yok, zira ağzın da dilin de yok demezler mi? Buna mukabil ünlü olacaksın, taçlanacaksın, seni dünya tanıyacak, adını bilmeyen kalmayacak diyorlar. Uzakdoğu semalarında buluyorum, daha doğrusu kaybediyorum kendimi. Uçan halıda gibiyim. Aşağıda muazzam harita şekilleri, yeryüzü büyüdükçe ben küçülüyorum. Ağır ağır, süzüle süzüle, enden boydan büzüle büzüle nihayet bir noktacıktan bile milyon kere minik zerrecik halinde konuyorum bir gökdelen tepesine.
Ayaksız, gövdesiz, kolsuz, kanatsız kalakalıyorum bir an. Nasıl da kalabalık bir diyar. Ne yana döneceğini bilemiyor insan. Gerçi artık insan da değilim, toz canlısı bir rahmetliyim. Hava kararırken yarasalar çıkıyor karşıma. Panik halinde uçarak caddeye konmak üzereyken, nasıl olduğunu anlamadan beyaz gömlekli birinin cebine sızıp onunla birlikte devasa bir yapıya giriyorum. Bembeyaz, soğuk, fazlasıyla hijyenik bir yer. En son morgdaydı böylesi bir ortam. Çinliye benzer tipler geziniyor etrafta. Benim kadar değilse de minyonlar. Küçücük adımlar, çizgi gözler, çang-çing-çong sözcükler. Onları değil, kendimi görmek istiyorum bir an önce, neye benzemişim diye. Gözsüz de görecekmişim ya… İnanılır gibi değil ama gelişimi bekliyormuşçasına öyle bir karşılıyorlar ki beni, yere göğe koyamıyorlar. Ben de yere göğe konamıyorum zaten, o derece hafifim. Hayatlarında ilk kez rastladıkları bu canlı türüne hayran kalıp, bir sürü fotoğrafımı çekiyorlar, mikroskop altına koyup. Sonra bilmem kaç yüz bin kere büyüttükleri afişlerimi asıyorlar laboratuvar duvarlarına birbirlerine göstererek. Ben miyim o? Yusyuvarlak, başsız bir parçacık. Ya da her yerim baş, başımda bir taç. Virüsler kraliçesi sıfatıyla yakışıklı bir de kimlik çıkıyor bana. Tacımdan alıyorum ismimi: Korona. Yeni sürüm Covid-19 adıyla tescilleniyorum, son model otomobil markası misali.
Önceki yaşamımda bir kız, bir oğlan doğurabilmişken, şimdi habire yavruluyorum. Tekrar tekrar, anbean çoğalıyorum. Ardından Vuhan sokaklarına salıyorlar beni hanedanımla birlikte. Kimseyi tanımıyorum, kimse de beni tanımıyor, selâm sabah yok yarasalar dışında. İşin en garip yanı öteki tarafın zaman ayarıyla dünyanınki epey farklıymış. İyilik-kötülük çetelemiz çıkana kadar kırk yıl geçmiş buralarda. En son içtiğim kahvenin bile hatırı kalmamış. Yirmi dört saatin akışı öylesine hızlanmış ki yirminci yüzyılın ikinci yarısı rüzgâr gibi geçmiş, gümüş renkli ikinci milenyuma girmişler, üstüne de neredeyse yirmi yıl devirmişler. Oysa sürat felâkettir, farkında değiller.
Ah çocukluğum, gençliğim, doyamadan vedalaştığım hayat! Gözler faltaşı izlediğimiz Uzay 1999 dizisi mazi olmuş. Hatta izlerken hiç gelmeyecek kadar uzak sandığımız 1999 yılı gerçekten uzak, epey geride kalmış. Ben bile uzaylılar gibi öbür dünyadan bu dünyaya ışınlanıyorum işte. Lâkin burası başka bir gezegene evrilmiş. Sonsuz evren, yerküreyi tenis topu gibi avucuna almış, abrakadabra püf diyerek dönüştürmüş âdeta. Misal yollar, köprüler, kavşaklar. İnşaat bolluğu dağlara taşmış. İcadına sevinçten delirdiğimiz televizyonlar… Benim zamanımda tombul bir misafir teyze gibi dantel başörtüsüyle başköşede kurulurken incelmiş, kadit gibi kalmış şimdi. Ütopik hayalimiz devrim, teknolojide gerçekleşmiş. Dijitaller, iletişim, navigasyon almış yürümüş. Bilim adamları havayı, suyu, tarlayı, sabanı boş verip bunlara kafa yormuş. Filmler, konserler, diziler minnak bir bilgisayarda kucak çocuğu, dizlerine oturtup seviyor millet. Diğer bir bomba da telefonlar. Kulağımıza yapıştırdığımız ahizeler tedavülden kalkmış. Koca kulakların çınlasın Mister Spak. Onların yerine cüzdan kadar bir şey, çantada, cepte ötüp durmakta. Hatta bazısında cüzdan yok, lâkin o alet var. Şöyle iki parmağınla ekranı gıdıklıyor gibi bir hareket yapıyorsun, müzik çalıyor, yemek getiriyor, sana arkadaş buluyor, istediğin adrese götürüyor, sekreterimsi bir şey var içinde ne sorsan söylüyor. Dahası saat, takvim, mikrofon, yemek, sohbet, giyim-kuşam her şey dahil. Âdeta şahsa mahsus kara kutu. Eş-dost tanıdık, akrabayı taallukat kutunun içinde. Üstelik içinde boy gösteren herkes ünlü, zengin, mutlu. Ortalık sirk yeri. Okul defterlerine kenar süsü yapan romantik nesilden biri olarak on dört cilt Meydan Larousse’un katbekat fazlasını ezberleyip yutmuş şu bızdık cihazı aklım almıyor. Aklım da yoktur bu halimle, nasıl alsın.
Tüm bu tekno şahlanışa rağmen dünyanın distopik çağı kollarını açmış insanlığı bekliyormuş meğer. İki binler, yuvarlaklığına zar zor ikna olduğumuz yerkürenin sivri, sert köşesini gösteriyor zamaneye. Şu kâinatta hayatın bahşedildiği yegâne gezegenimizle gururlanmaktaydık oysa. Lâkin hayat varsa da ‘dolce vita’ değilmiş. Öncekiler çıkarmış tadını, çiğneyip tükürmüş kalanını. Benimle birlikte bir deli gömleği atılmış sanki dünyaya. Tarih kitaplarına gömüldüğünü sandığımız vebanın dönem versiyonu olarak beni münasip görmüşler asrın felaketi için. Kırkıma varmadan öldüğüme hayıflanmayı bıraktım, ölüp de kurtulamadığıma yanmaktayım şimdi.
Diğer taraftan bir toz zerreciği kadar görünmez, hafif olmak da pek fena değilmiş. Bir o kadar da kudret sahibiyim zira. Vuhan sokaklarında önüme geleni yıkıp geçiyorum. Tüm medya araçları benden ve yayılmacı kişiliğimden bahsediyor. Bendimi çiğneyip taşıyorum bütün Çin’e. Milletin ağzından girip burnundan çıkıyorum. Benden öylesine etkileniyorlar ki, kendilerinden geçip hastanelere düşüyorlar baygın vaziyette. Kalbine, ciğerlerine, beynine, olmadı kemiklerine işliyorum insanların. Bilhassa yaşlı hayranlarım, hasta oluyor bana. Dev zürriyetimle kuşatıyoruz koca ülkeyi.
Bir korku sarıyor diğer devletleri. Sınırları kapatmaya kalkıyorlar fakat kırk yılda her şey öyle bir almış yürümüş ki uçaklar çekirge sürüsü gibi inip kalkmakta. Çekirgelerinse nesli tükenmekte. Dünyayı dolaşacaksın dedikleri buymuş. Okyanuslar, dağlar vız geliyor. Kristof Kolomb’dan sonra ben de keşfediyorum Amerika’yı. Koskoca kıta, uçmaya konmaya zor yetişiyorum. İşte o anda, eyvah eyvah! Benim oğlan Amerikan rüyasını gerçekleştirmiş, kalkmış buralara taşınmış. Bitli, suratsız karısından kılkuyruk bir de oğlan peydahlamış, anasının kopyası… Amerikalılar karşıma çıkıp bir de meydan okuyorlar bana. Yeni dünyada her şey ‘challenge’, ne demekse… Tüm hastanelerini bana tahsis ediyorlar. Sırtımdan epey para kazanıyorlar. Sahi, sırtım da yoktur şimdi.
Amerika’dan Avrupa’ya uzanmam uzun sürmüyor. Modern kıtanın çaresizliğiyse epey uzun. Bu arada benim bu nüfus fazlasını ayıklama misyonuma taş koymaya çalışan bir camia da yok değil. O işgüzar tıp dünyası var ya… Benimle öyle bir savaşa girişiyorlar ki… Sen neymişsin be Hipokrat! Başka hiçbir yemine şu Hipokrat’ınki kadar sadık kalındığı görülmemiştir. Ancak çaresizler. İstedikleri kadar kapatsınlar ağızlarını burunlarını o minyatür voleybol filemsi bezlerle. Kulaktan, gözden her delikten giriyorum. Eve kapansalar da havadan sudan, kargodan-postadan sızıyorum içeri. İlaçlar faydasız, sokaklar ıssız, hükümetler aciz, ekonomiler batık, psikolojiler bozuk. Oh, bu gelişimde epey bir iz bırakacağım dünyaya galiba. Derken istikamet Ortadoğu. E, Ortadoğu’ya gelmişken memlekete uğramadan olmaz. Yerli ve milli korona bacınız geldi ey ahali! Fakat heyhat, özbeöz vatandaşlarım tanımazlıktan geliyor beni. Yok bizde öyle şeyler, bize gelmez öyle şeyler… Vallahi bizde vaka yok, her yerde varsa da bizde yok, olan vakalar da vaka-i adiyedendir, organ yetmezliği filandır diye vakvaklayıp duruyorlar bir zaman. Yazık! Kocaa kocaa bakanlar.
Birden dank ediyor! Aklımı almışlar dediysem de taç giyen baş akıllanır misali, hatırlıyorum, benim bir de kızım vardı. Erkenden terki-diyar etmemden sonra ikiz torunlarım bile olmuş. Okul çağındaymış yavrucaklar. Onlara sarılmadan olur mu? Eğitim zaten fuzuli bir iştir diyerek okullara da kilit vurmuşlar ama herkes evlerde hamura dadandığı için bir pizza kutusunun içinde minik boğazlarına sokulmama bir engel yok!
En önemlisi de eski kocaya bulaşmalı, onunla aramızda kapanmamış bir hesap vardı diye niyetleniyorum, fakat adam benden ayrılınca kendini içkiye vermiş. Benimse alkolle hiç aram yok, yaklaşamıyorum bile mendebura.
İki seneye kalmadan çokbilmiş birkaç bilim insanı çıkıyor o tutarsız, ikircikli tıp camiasından. Üstelik bizim oralılar, Almanya’ya göçmüşlerse de. Bak işte çok şey değişse de Almancılığın modası kırk yıldır geçmemiş. O Almancı karı-koca yememiş içmemiş, gece-gündüz laboratuvara kapanmış, ana baba sözü dinlemeyip aşı diye bir icat çıkarmışlar. Hemşerim olacaklar güya. Boşuna dememişler, ağaca vuran baltanın sapı kendindendir diye.
Üstelik bu aşı icadı öbür dünyanın hesabına da uymamış. Şu gezegen zararlısı, hıncahınç kalabalığın yarısını getirmeden geri gelme demişlerdi. Tamam gelmeyeyim, böylesine hafiflemişken uyar bana. Hem burada kraliçeyim, orada günahkâr. Lâkin süren doldu, gereksiz fazlalığı temizleyemedin, işin kolayına kaçtın, yaşlılar zaten gidiciydi, gençlere pek bulaşamadın diyerek geri alıyorlar tacımı. Senin kıt insan zekân görevini yapamadı fragman bozuntusu, artık çok daha farklı bir zekâ gerek. Yapay mapay, kralını gönderiyoruz şimdi, o bitirecek işi demeleriyle birlikte virüslük vasfımı da yitirip bir kez daha veda ediyorum dünyama. Yüzyıllardır değişmeyen şey: Kraliçe öldü, yaşasın Kral! Merak ediyorum, cinayetlerim hanesine şu milyonlar da eklenecek mi acaba?