Bu deneme tarihsel bağlamlar (değerlerin krizi, küresel çatışmalar) ile kişisel bağlamlar (acı verici ilk evlilik, Anglikanizme geçiş) arasında doğru dengeyi bularak T.S. Eliot’un edebi ve felsefi yolculuğunun izini sürmeyi amaçlıyor.
Hem yaygın olarak “değerlerin krizi” olarak adlandırılan şeye karşı bir tepki, hem de anlamı yeniden keşfetme çabası olan T.S. Eliot’un entelektüel serüveni, aynı zamanda ideal filozof-şair tipi biçiminde kavramsallaştırılan bir mantığa göre gelişti.
T.S. Eliot 20 yy. kültürünü tarumar eden mistik bir şairdi. Şiir kuramına ‘objective correlative’ denen kavramı hediye ederken, edebiyatın kendini yanılsamalı yetenek kültünden kurtarıp bir “tarih duygusu” geliştirmesi gerektiğini düşünüyordu.
Eliot şiirsel dil alanında yenilikçi olduğu kadar bir “edebiyat klasiği” olarak değerlendire geldi. Yabancı dil ve yazarlardan kolaj türü nakiller yaparken modernist bir estetik oluşturmaya çalıştı ve Ezra Pound’u simgeci Fransız şairlerini, Rouseau’yu, Edgar A. Poe’yu, Dante’yi ve Hint felsefesinin bazı izleklerini şiirlerine yedirerek lirik adanmışlıktan bir fetüs oluşturdu. Bergson’dan etkilenmekle birlikte, Maurras’dan, Katoliklik, Monarşist ve Klasik düşünceleri aldı. Seferis’i derinden etkiledi.
Elbette “klasik” kelimesinin Maurras için Madame de Staël’in kalemindekiyle aynı anlamı taşımadığını hatırlamakta fayda yok ama belki de 20. yüzyılın romantizme dair taşıdığı vizyonun üzerinde ısrarla durmakta fayda bulunuyor.
Trans-jenerik bir olgu olan notların şiir prodüksiyonlarında kullanılması Rousseau’dan (La Nouvelle Hëloise’ye notlar verdi) Edgar Poe’ya kadar (Poe Masallarında kullandı) gözlemlenen bir olguydu.
Ancak Romantizmden bu yana kurulmuş olan otoritelerin kurgularıyla ilişkilendirilen notların kullanımı paradoksal olarak yıkıcı bir amaç taşıyordu.
Eliot pek çok araştırmacıyı kendilerini “Tarot Kartları”nın ve “Kutsal Kase”nin boşuna arayışına adamaya teşvik ettiği için pişmanlık duyuyor mudur acaba?
Bu ters okuma aynı zamanda Baudelaire, Flaubert veya Mallarmé gibi yazarların, on yıllar boyunca somutlaştırdıkları romantik sürekliliği mutlak bir şekilde inkâr ederek modernitenin kurucu babaları olarak kabul edildikleri gerçeğini de haklı çıkarıyor.
“Prufrock”tan “Ash-Wednesday”a kadar süren edebi yolculuğu boyunca yabancı şairlerden ve oyun yazarlarından sözcükleri ve konuşma parçalarını ödünç alıp yabancının sesi aracılığıyla onların dilinde konuşan Eliot, şairin ara sıra taktığı maskeler olarak görünen metin parçalarını da yorumladı.
T.S. Eliot bu edebi süreçlere “şahsileştirmezlik teorisi” adını vermişti. Çünkü sanatçının yürüyüşü, “sürekli bir fedakârlık ve kişiliğinin sürekli yok olması” serüveniydi. Daha sonra şekillenen şiirsel kolaj ve şiirselleştirilmiş ritüel nesnenin kullanımı, Eliotçu eserin modernist estetiğine katkıda bulunadursun, yirminci yüzyılın başlangıcının eklektik ve senkretik “süper-bütünleşme” özelliğini akla getiriyor.
Bu tür yenilikçi yaratıcı ilkeler aracılığıyla Eliot’un üstü kapalı stratejisinin, neredeyse paradoksal bir şekilde, kendisini edebiyat kanonuna kaydettirdiği fark ediliyor.
Eliot, Dante’nin, Baudelaire’in, Gautier’in, Villon’un ve diğerlerinin maskelerini gizlice takarak, yalnızca kendi dilinde ifade edemediği duyguları ifade edecek bir ses, bir araç bulmakla kalmıyor, aynı zamanda kendisini bu şiir ve edebiyat geleneğinin figürleri büyükler arasında bir yer buluyordu.
Böyle bir yaklaşım, bir yandan Eliot’un estetik ve ideolojik modernliği içinde bağlamsallaştırılmayı hak ededursun, diğer yandan da maskelerin kısmen kullanımı ışığında gelip metinlerarası bir sorunsala tosluyor.
Alıntıların ve metinlerarasılığın özlü ve sıklıkla şifreli kullanımı, dilin sınırlarına meydan okuması, çağdaş geleneklere ilişkin gözlemlerinin yıpratıcı ironisi, aralıksız bireysel ve kolektif aşkınlık arayışı ve bizzat şiirsel ifadenin sorgulanması, devasa şiirsel mücadele evreninin silahları olarak öne çıktı.
Eliot, Batı’nın büyük şehirlerinde yaşayan modern insanların parçalanmış ve yabancılaşmış yaşantılarını anlattı.
Bir edebiyat eseri, yazarından, okurundan ve yazıldığı tarihin toplumsal ve tarihsel koşullarından bağımsız, kendi başına yeterli olan, özerk-kapalı, dilsel bir düzendir ya hani; işte Eliot sembolik dili evrensel bir kavrayışla fazlaca gönderme, Batı ve Doğu mitolojisinden fazlaca alıntıyla bir fetüs kapalılığı ve korunaklığıyla kullandı.
Eliot’un şiir dili, duyguların yüksek bir soyluluğunu ve bunun etik ifadesini bulduğu tutkulu aşkın değerini teslim ederek ilerliyor. Başyapıtı “The waste Land”[1] Modernizmin İncil’i olarak okuna geldi. 100 yıl sonra bile sözün çorak toprağından leylaklar yetiştirme kudretini koruyan şiir, bir kıyımlar çağına da tanıklık ediyordu. Okur “Wasteland”ı her okuduğunda yeniden ve yeniden “içinin oyuk” olduğunu anımsıyor.
“Ey, insanoğlu, bilemez, söyleyemezsin, çünkü bildiğin ancak bir kırık hayaller şehridir güneşin kavurduğu (…) [Marina/ The waste Land]
Çorak araziler önce Antik Çağ romanlarında ve ardından 12. yüzyılda saray romanlarında karşımıza çıktı. Onların steril “kısırlıkları” hiçbir zaman doğal bir nedenin sonucu değildi. Chretien de Troyes’in “Kâse Hikayesi”nin başlangıcında olduğu gibi bahar tüm ihtişamıyla çiçek açabilir ve dünya yine de “çorak” olarak kalabilirdi.
Çorak toprak, hayali ağı destekleyen anlam alanının artık işlemediği yerdi. 12. yüzyıl dünyasında bu alan “Courtoisie”nin (ahlaklılığın, nezaket ve edebin) alanıydı. Ayrıca o müsrif dünyada genç hanımlar koca bulamıyor, hatta korunmuyordu. Şövalyeler arkadan öldürülüyor, bilge adamların nasihatleri artık dinlenmiyordu.
Eliot’un modernizm eleştirisi iddia edilenin aksine yenilikçi ve alt-üst edicidir. Ancak bazı muhafazakâr sayıklamalardan eleştirisi, tam da çağın apolitik ruhunun zırhını üzerine geçirdiği konformist izlekleri ele veriyor. Çünkü Eliot her zaman armaları silahlardan daha çok sevdi.
Eliot sınıfsal intikam peşinde hırslı bir şair değildi. Çok zaman müphem, bazen münasebetsizliğin sınırlarını zorlayan bir iri söz onun uygarlık eleştirisine kontur kazandırırken, şiirsel dehanın yeniden tanımlanması ile seçilmiş yetkililerin sayısının azaltılmasının bu aşağılık insanlık durumundan çıkışın ve nihai kurtuluşa giden varsayımsal yolun açılmasının çaresi olarak gördü.
Şiirinde aydınlatıcı Peripeti’ye açılan kapı, Ernst Bloch’un “Bitmemiş-Olmanın, Bitmemenin Ontolojisi” kavramını anımsatıyor. Çünkü daha iyisinin imkanının açıklığına inanmak, ona göre varlığın temel bilgisini oluşturuyordu. Soyut ve müphem bir özlemde ya da isyan bile denemeyecek bir itiraz seğirmesinde, bir potansiyelin, bir kuvvenin soluk aldığını düşünüyordu.
Modernizmin Batı medeniyetine yaptığı kötülüğü “The Love Song of Alfred J. Prufrock” adlı şiirinde vurgularken, bu şiiri uygarlık karamsarlığının ilk somut belgesi olarak öne çıktı.
Şiirin protagonisti Prufrock, sarı sisler arasında dolaşırken Michalengelo üzerine yarım yamalak bilgilerini ve parıltılı budalalığını etrafına tafra atarak satan, sevme yetilerini kaybetmiş olmak yüzünden sevebileceği bir kadını bulamayan biridir.
Eliot’un nerdeyse yarattığı tüm şiir kişileri hayat denilen sınavı kaybetmiş, yenik, ancak sonunda hayatla bir şekilde uzlaşmayı başarmış karakterlerdir. Bu figürlerin nörotik tuhaflıkları, ruhsal sakatlıkları zamanın ruhu ile bir uzlaşı içinde büyük bir yapbozun küçük parçacıklarını oluşturuyor.
Eliot’ta şiir öznesi esas olarak kendinde bir muammadır. Çatışmaya girmeksizin kendi isteğiyle teslim olmuş̧, feragat etmiş şımarıkça bir isyanının hiçbir protest tarafının olmadığı tipolojiler, iradesizliğe övgü etrafında biriken bir karakterler kataloğunun içinde görünmez hale gelirler.
Sanayi çağı, savaş ve bunların ölümcül ve ahlak dışı teknolojik yeniliklerinin hızlandırdığı yaygın sosyal ve ahlaki çöküş, poetikasını boydan boya kateden bir laytmotifti.
Eliot’un bir kıyımlar çağında yaşamış olması sanatının bel kemiğini oluşturadursun, yine de irade göstermekten, angaje olmaktan, tavır almaktan ve taraf tutmaktan kaçınan bir politik tonun şiirinin her tarafına sızdığı görülüyor.
Kıyımlar çağının protagonistleri bu yüzden kurumlara ve hükümetlere hiçbir inancı kalmamış nihilist eğilimli karakterler olarak öne çıkıyorlar.
Eliot, orta sınıf toplumsallığındaki anlam yitimi ve yabancılaşmayı bu tiplemelere koşutluk kurarak ele aldığı için şiirinde yer yer insanı canından bezdiren bir nihilizmle karşılaşılıyor:
“Sarı sis sürterken sırtını pencerelere/ Sarı duman sürterken burnunu pencerelere/ Yaladı diliyle köşelerini akşamın/ Lağımlarda biriken sularda oyalandı/ Bırak yağsın sırtına bacalardan yağan kurum/ Saçaktan kaysın, atlasın ansızın/ Ve yumuşak bir ekim gecesi olduğunu görünce/ Kıvrılıp evin çevresine, uyuya kalsın.” [Ash-Wednesday, 1930].
Eliot’un Prelütleri okurun dünyaya inancını kaybettirecek kadar vurucu, dünyanın ipliğini pazara çıkaracak kadar tanıklık eden ve dünyanın ne kadar da yüzergezer ve sahte olduğunu kanıtlayacak kadar keskin önermelerle doludurlar.
T.S. Eliot’ın şiiri sıklıkla zaman bağımlı, zaman güdümlü gelenekten kaçma arzusunu yansıttı. Onunkisi bir çeşit “mezar kitabesi şiiri”ydi. Odalarını keşfettiğimiz bir binanın bodrumlarına nadiren gideriz ya hani Eliot, bırakınız bodruma inmeyi, yeraltına kadar giderek nekropolün sakinlerini ziyaret etti.
Yalnızlığın leşleriyle beslenen, kelimeleri köpürtmeyi bilen ve “ölü olmaya en yakın şey’’ olarak nitelendirdiği nekrofiller ordusu, “hayatı abartmaya gerek yok” diyecek kadar çiğ varoluşçu sayıklamalar eşliğinde geçen sene arka bahçeye diktikleri cesetlerin büyüyüp büyümediklerini, güz bitip sarı sisler dağıldığında kontrol etmeye geliyorlar:
“Geçen sene bahçene diktiğin o ceset/ Filizlenmeye başladı mı? / Bu yıl çiçek açacak mı?” [The Waste Land].
Eliot da kendisini İncil’in kötürümü, bir “solus”, yoksul ve “nudus” gibi tek başına ve çıplak olarak hissetti. Bu kimliklerin karşılaşmaları üzerine kurulan ‘dramatik’ bir lirizm üzerinden tarihsel bir yüzleşme iddiasında bulunuyordu.
Tarihsel kalıntıları oluşturan zaman parçalarını yeniden düzenleyerek tarihçinin öyküsünün devamlılığını sağlamak, bu yüzleşmenin en önemli kolonundan birini oluşturdu. Bu eserde tarihten alıntılara, yerel bilimin sergilenmesine ve bazen de düzeltmelere yol açamayan çok az ayet bulunuyor.
Eliot şiiri, çokluktan oluşmuş bir teklik olarak tanımladı. Onun şiiri öz-biçim ikiciliğini (düalizm) kabul etmek şöyle dursun, Eliot özün biçimden, biçimin özden doğduğunu savunan tekçi (monist) bir görüşü benimseyegeldi. Ona göre her şiir bir abide, zaman ve mekân içinde bir ölüş ve diriliş mevzusuydu.
Onun şiirinde her kelime grubu, her cümle hem bir başlangıç hem de bir sonu işaretledi. Bireyin uygar dünyanın sorunlar karmaşası içindeki konumunu, yaşlı gezegenimizin umutla umutsuzluk arasındaki ‘yazgısal’ salınımını dile getirdi.
Çağın distopik ışıldağı gözümüzü kamaştırırken, ütopik huzmeyi birazcık aralanmış pencereden içeriye alması, onun karanlık yollarının ışığı olarak öne çıktı. Umut kapısını sımsıkı kapatıp anahtarı kuyuya atan bir şiir yerine, en melankolik uğrakta bile ütopyacı soluğun duyulmasını önceleyen bir şiire imza attı.
O, her şiirinde dünyanın sırrına herkesten çok haiz olduğunu kanıtlayan ‘illegal’ bir tanrıydı.
“Şimdiden bilirim gözleri, bir bir hepsini/ İfade edilmiş bir ibarede seni mıhlayan gözleri/ Ve ben ifade edildiğimde, yığılmışım iğne ucunda/ Mıhlanmışken ve kıvranırken duvarda/ Nasıl başlamalıyım öyleyse/ Döküp saçmaya günlerinin yamalı bohçalarını/ Hem nasıl cüret ederim ki?”
(And I have known the eyes already, known them all /The eyes that fix you in a formulated phrase/And when I am formulated, sprawling on a pin/ When I am pinned and wriggling on the wall/ Then how should I begin/ To spit out all the butt-ends of my days and ways? /And how should I presume?) [The Love Song of J. Alfred Prufrock/ J. Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı]
Doğu’nun masallarında bir türlü kavuşamayan bahtsız sevenlere gönderme olarak, bitimsiz bir vuslatın saadet değil hezimet demek olduğunu, özlemeyi unuttuğunuz insanların belki bir yerden sonra varlığının görünmez olduğunu, “bulmaktan önce aramayı istemenin” değerini anlatmaya çalıştı.
Eliot’un şiiri, gülüşünüzün ardındaki kederi, öfkenizin ardındaki sevgiyi, sessizliğinizin ardındaki nedeni gören insanların, mukkadesiyetini yitirmiş bu dünyada eşsiz mücevherler olduğunu ve onların değerlerinin bilinmesi gerektiğini salık veriyordu.
Şiiri aklını bir fide gibi toprağa dikenlerin, Nisan’ın en zalim ay olduğunu düşünenlerin mantrası niteliğindeydi: “Nisan en acımasız aydır, üreyen/ Leylakların ölü topraklardan çıkıp, hayata karıştığı/ Hafıza ve arzu kıpır kıpır/ Bahar yağmurlarıyla donuk kökler de…” [April is the cruellest month]
Kaynakça
Lacy RUMSEY, “The Waste Land: The Micro- and Macropoetics of Multi-Rhythmicity”. London, 1998.
Fiona MCMAHON, “The ‘intractably unpoetic’: Eliot’s Media Sensibility”. London, 2001.
[1] Thomas Stearns Eliot, “Çorak Ülke”, çev. Cem Yavuz, Everest Yayınları, 2022.