Roman Kahramanları’ndan Çağrı
- 06 Eylül 2024
1. Tabula Rasa
Uzunca bir dönem roman, boş bir levha (tabula rasa) yerine geçen kâğıt üzerine yazılı anlatı sanatı olarak işlev gördü. Başlangıçta romancılar, her şeyi gören, bilen, takdir eden “anlatıcı” edasıyla; anlatmak, görmek, göstermek ya da işaret etmek istediklerini, hayatta insanın başına gelebilecek türlü çeşitli insanlık hallerini, insanlığın evrensel mirasını, güçlü duyguları, tutkuları söz sanatlarının inceliklerinden de yararlanarak o boş levhaya her seferinde yeni baştan uzun uzun yazdılar. Böyle çok anlatılar birikti çağlar boyunca.
İngiltere’de klasik iktisadi liberalizmin ortaya çıkardığı liberal düşüncenin öncülerinden John Locke, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme (1689) adlı kitabında insan zihninin doğuştan boş bir levhaya (tabula rasa) benzediğini, bu levhaya “bilgi”nin zamanla dış etkenlerle, edinilen tecrübelerle işlendiğini yazar. Ahmet Cevizci, hazırladığı kapsamlı Felsefe Sözlüğü’nde (Say Yayınları, 2019) konuyu ele alırken, -John Locke’un söz konusu kitabı yayımladığı dönemde ve sonrasında- pedagojide ve bir psikoloji kuramı olarak davranışçılıkta yaygın olarak benimsenen “tabula rasa” öğretisine göre insanlarda zihinsel ya da entelektüel bakımdan söz konusu olan tüm farklılıkların, bireylerin tecrübe ya da deneyimlerindeki farklılıklara ve bir de aldıkları eğitimdeki farklılıklara bağlandığını belirtir. Buradan hareketle de insanların dünyaya eşit geldikleri, zamanla ortaya çıkan farklılıkların ise bütünüyle içinde bulundukları koşullardan kaynaklandığı ve aldıkları eğitimin eseri olduğu öne sürülür.
Ortaçağdan çıkışla birlikte Avrupa’da, özellikle Fransa ve Almanya’da, yazılı dilin Latincenin boyunduruğundan kurtarılıp halkların konuşma dillerinden oluşan yeni yazılı kültürlere kapı aralanması roman sanatına önemli ölçüde işlerlik kazandırdı. Bu gelişmeye bağlı olarak büyük romancılar da zaman içerisinde giderek kendilerini kalıplaşmış anlatı (rivayet) dilinden kurtarıp ürünlerinde gelişmekte olan temel bilimlerle sosyal bilimlerin terim, söylem ve hatta yöntemlerine yer vermeye başladılar.
Bilginin demokratikleştirilmesi sonucunu doğuran bilimsel devrimler romanda fen ve sosyal bilimlerin bir potada eritilmesini kolaylaştırdı. Önceleri “tabula rasa” durumundaki anlatı sanatı giderek çok çeşitli bilimsel disiplinlerle bağ kurmaya başladı. Böylelikle roman sanatı sanayi toplumlarında kentlerde yaşanan gündelik hayatın gereklerine ve gelişmekte olan yeni ilgi alanlarına karşılık verme potansiyeli bakımından neredeyse altın dönemini yaşıyordu. Terry Eagleton’ın İngiliz Romanı’nda da belirttiği üzere “modern çağda hiçbir şey sabit değildir. İnsan benliği de dahil olmak üzere her şey tepeden tırnağa “tarihsel”leşmiştir. Roman bu yeni dünyayı yansıtabilen bir türdür.”
İngiliz eleştirmen Terry Eagleton İngiliz Romanı adlı incelemesinde yer alan “Roman Nedir” başlıklı bölümde romanda bilginin bir potada eritilmesi sürecine satır başlarıyla etkileyici biçimde değinir. Yazar, önsözde, kitabı, hem İngiliz romanıyla ilgili başlangıç düzeyinde bilgi edinmek isteyen öğrenciler için hem de konuya ilgi duyabilecek genel okur için kaleme aldığını söyler. İngiliz edebiyatına giriş niteliğindeki kitabı (Kitabın özgün adı “The English Novel: An Introduction”) dilimize Barış Özkul çevirmiş. Kitap önce Sözcükler yayınları arasında yayımlanmış (2012), daha sonra İletişim yayınları kitabı geçtiğimiz yıl yeniden bastı (2023). Ben kitabı İletişim’den çıkan baskısından okudum, Turgay Fişekçi’nin yayın yönetmenliğini yaptığı Sözcükler’in daha önce bu kitabı yayımladığından haberim yoktu, atlamışım. “Roman neden özellikle “orta sınıf”a hitap eden bir tür?” sorusunu soran ve kitap boyunca bu soruya yanıt arayan önemli bir kitap. Roman sanatını edebiyat içerisinde yerli yerine koyabilmek için İngiliz Romanı’nı (en azından tarihsel gelişimi içerisinde roman sanatını anlamak için “Roman Nedir” bölümünü) satır satır okumanızı öneririm.
2.Bilgi Yoğun Romanlar
Başlangıçta diğer bilimsel disiplinlerle pek fazla ilişki kurmayan, daha çok sözlü kültüre, söylencelere, gelenek ve göreneklere, mitolojik anlatılara, tarihsel olaylara, çeşitli insanlık hallerine ve o hallerin tasvirine, anılara, merak uyandıran gündelik olaylara dayalı bir anlatı sanatı olarak kendisini var eden ve bu özellikleriyle insanlığın “duyuş” ve “düşünüş”üne hitap eden roman, “modern romanın oluşumu”yla birlikte diğer bilimsel disiplinlerle bağ ve ilişki kurmaya başladı. Benzer bir durum “tarih bilimi”nde (historia) de yaşandı. Geçmişte, savaşların, sarayların, hanedanların, büyük olayların anlatısı olarak vakanivüsler (günü gününe olayları kaydeden kişiler) eliyle nakledilen tarih; zamanla antropoloji, sosyal antropoloji, etnoloji, felsefe, biyoloji, jeoloji, iktisat, sosyoloji, coğrafya, dilbilim gibi bilimsel disiplinlerle bağ ve ilişki kurmaya başladı. Böylelikle “tarih anlatıcılığı”nın yerini bugün artık “tarih bilimi” ve “tarih felsefesi” aldı.
Genel olarak edebiyatın (şiirin, romanın, öykünün, tiyatronun) kendisine kaynaklık edebilecek diğer bilimsel disiplinlerle bağ ve ilişki kurmaya başlaması, fikir alışverişine girmesi, başlangıçta “tabula rasa” (boş levha) düzeyindeki edebiyat bilgisini ve bilincini bir hayli geliştirdi. Diğer bilimsel disiplinlerle kurduğu verimli ilişki sayesinde “yeni edebiyat”, salt bir anlatı sanatı olmaktan çıkıp dünyayı, hayatı, çevreyi ve bütün bunları çepeçevre saran doğal ve sentetik hayatı anlamaya katkıda bulunan bir “bilim”e dönüştü. Yazılarımızda “edebiyat bilimi”nden ve bunun ilkelerinden söz edebiliyor olmamızın temelinde yatan neden budur. Bugün artık edebiyat, “tabula rasa” olmanın çok ötesindedir. Günümüz edebiyat ürünleri, çok yönlü zengin içerikleriyle, bu içeriğe uygun yeni anlatım teknikleriyle, oluşturdukları yeni anlatım dilleriyle, oynadıkları öncü rolleriyle pek çok bilimsel araştırmaya ilham kaynağı olmaktadır. Geçmişte Marx da politik tezlerini geliştirirken edebiyattan, özellikle de mitolojik anlatılardan, metaforlardan, analojilerden yararlanmıştı. Bu konuda S. S. Prawer’in Karl Marx ve Dünya Edebiyatı (2011) adlı çalışması oldukça aydınlatıcıdır.
Hemen her şeyin büyük dönüşümlere uğradığı o uzun “kurucu yüzyıl”la (19. yüzyıl) birlikte başlayan, “tabula rasa”dan “edebiyat bilimi”ne edebiyattaki “başdöndürücü” değişimin/dönüşümün etkisi belki de en çok roman sanatında hissedildi. Bu anlamda ana hatlarıyla “bilim kurgu”dan “ansiklopedik roman”a yaklaşık yüzelli-ikiyüz yıllık bir süreçten söz edilebilir.
Türkçede adına “bilim kurgu” dediğimiz roman türü bir anlamda edebiyatın “bilimsel bilgi”yle önceleri “anlatı” (efsaneler, mitoloji, kutsal kitaplar vb.), daha sonra da “kurgu” yoluyla oluşturmaya çalıştığı “bağ”ın bir ürünü (“science fiction”). 19. yüzyılın başlarından itibaren türün bilinen örneklerinde merak, serüven, bilinmeyenin çekiciliği, distopik kaygı/endişe gibi ögeleri içeren bu ve benzeri örnekler edebiyatta geleceğe yönelik kurgusal düşüncelerin (fütürizm) gelişip güçlenmesini sağladı. Bu kapsamda;
ilk akla gelen ürünler arasında sayılabilir. Burada adlarını andığım eserlerin hepsinde de “edebi kurgu”nun en belirgin ortak özellik olarak öne çıktığı unutulmamalıdır.
Aslında geçmiş yüzyıllarda daha güzel, daha yaşanası bir dünya özlemini dile getiren “ütopya”lar yazılmış. Ancak, içinde bulunduğumuz yüzyıl da içinde olmak üzere son birkaç yüzyıl, daha güzel bir dünya özlemini, düşlemini yerle bir edip onun yerine korkunun, kaygının, endişenin, karamsarlığın, belirsizliğin egemen olduğu “distopik” bir dünya gerçeğiyle tanıştırdı bizi. O distopik dünyanın insanlarıyız artık ve bunu hiç de yadırgamıyoruz! Bugün artık geçmiş yüzyıllardakine benzer ütopik kitapların;
yazılmasını, yazılsa bile okunmasını beklemek boşunadır.
Bilimsel bilginin teknolojik ürünler aracılığıyla gündelik hayatta giderek daha yaygın bir biçimde “kullanılır” hale gelmesiyle birlikte “bilimsel ve teknolojik bilgi” giderek çeşitli biçimlerde roman sanatında da görünür olmaya başladı. Böylelikle adına kimi yerde “bilgi roman”, “ansiklopedik roman”, “bilim roman” ya da “ağır roman” denilen “bilgi yoğun” romanlar yazılmaya başlandı. Bugüne değin bilimsel bilgi ile roman sanatı (genelde edebiyat) arasındaki ilgi ve bağ üzerine çok sayıda makale yayımlandı, üniversitelerde tezler hazırlandı. Konu bir yönüyle eğitimcileri de ilgilendirmekte. Edebi anlatım yoluyla bilimsel bilginin yaygınlaştırılması, öğretiminin kolaylaştırılması eğitimciler açısından önemli bir kazanımdı.
Umberto Eco’nun Faucault Sarkacı (1988) adlı romanı yayımlandığında eleştirmenler kitabın hangi roman türüne girdiğini belirlemekte epeyce bocaladılar. İrrasyonel düşüncenin 500 yıllık tarihinin anlatıldığı bu romana “bilim-roman” diyenler oldu. “Ansiklopedik roman” diyenler de vardı. Sonraları kimi eleştirmenlerce Umberto Eco’nun bu ve benzeri romanları için “Eco-roman” tanımı yapıldı. Kitaba adını veren “Foucault sarkacı”, adını Fransız fizikçi Léon Foucault‘dan alan ve ilk defa deneysel olarak Dünya‘nın kendi ekseni çevresinde döndüğünü kanıtlayan sarkaç düzeneğidir.
Başka birkaç örnek daha vermek gerekirse:
ilk bakışta dile getirilebilir.
Kurgusu gereği çeşitli bilimsel disiplinlere göndermelerde bulunan kimi romanlarda alıntı yapılan ya da aktarılan bilimsel ve teknolojik bilgiler başlangıçta okurun romanın içine girmesini bir ölçüde güçleştirse de bu durum okurun zamanla bilimsel bilgi kaynaklarıyla bağını güçlendirdi. Elbette hiçbir roman, herhangi bir bilimsel disipline ait bilginin öğrenilmesi ya da öğretilmesi amacıyla yazılmaz ve o gözle okunmaz. Romanlar söz gelimi bir tarih kitabı, bir coğrafya, felsefe, iktisat, matematik, biyoloji, fizik kitabı vb. değildir. Örneğin “tarihi” bir romanda yer alan bir “tarihsel olay”ı o romanda okumak başkadır, bir tarih kitabında okumak başka.
Romanlarda yer alan bilimsel ve teknolojik bilgiler, geçmişte “tabula rasa” konumundaki edebi içeriği, geçmiş yüzyıllardaki anlatıların kaçınılmaz birer tekrarı olmaktan kurtarıp, edebi bir kurgu çerçevesinde, edebiyat biliminin yönlendiriciliğinde geliştirmekte ve zenginleştirmektedir. Günümüz roman okurunun roman okuma biçimi geçmişteki roman okurundan oldukça farklıdır. Günümüz roman okuru çok yönlü okumalara ve çağrışımlara açık donanımlı bir okurdur. Bu özellikleriyle de yazardan beklentisi geçmiş dönemlerin “edilgen okur”una göre bir hayli artmıştır. Sanırım yazarlar da yayıncılar da bunun farkındadır.