Tan Vaktinde Andriko
Öykü

Tan Vaktinde Andriko

Burak Çakır

Ömrü beklemekten ibaretti. Gelen gider, her şey olur biter, o yalnızca izlerdi. Çocukken de böyleydi, büyürken de, seksenine merdiven dayadığı şu günlerde de. Bilirdi aynı kalmayı, hayata kaygısız gözlerle bakmayı yine de umarsız bir ihtiyar sayılmazdı. Mesela, şimdi kalkıp gidebilirdi ne gece ne de mesafe korkutmazdı gözünü, yâren aramazdı. Gerçi istese de bulamazdı, ev ahalisi epeydir uykudaydı. Kalkıp gidebilirdi gitmesine ya karanlığa alıştırıyordu gözlerini, bu karanlığı hiç tanımazmış gibi. Karşısında az evvel kapattığı televizyon, ardında pencereden vuran ay ışığı yokmuş gibi. Şu tuğla duvarları kendi örmemiş, savaş vakti o duvarların altına sinmemiş gibi. Bu iki göz evin, bu köhne köyün ve hatta süregelen hayatın yabancısıymış gibi. Bekliyordu beklediği şeyi.

 

Ne zaman televizyonun tüpü soğudu, ay bulutların ardında kayboldu, o zaman Andriko eklemlerinde çıtır bir melodiyle doğruldu. Henüz kurulmuş bir müzik kutusu misali her adımında benzer bir ezgiyle odanın içinde savruldu durdu. Önce sobayı yokladı, iyice harladı yorgun ateşi. Sonra bir bir gezdi döşek sakinlerini. Sobanın yanında Döndü, Döndü’nün yanında ablaları Nazlı’yla Elmas. Öteki odada Döndü’nün anasıyla babası, hemen hepsi uykudaydı. Yalnız biri, en küçükleri, nefesini tutmuş yattığı yerden takip ediyordu müzik sesini. Anası olsa uyumadığını hemen anlar, paralardı ama Andriko başkaydı. Anlamazdı, anlasa da yüzüne vurmazdı. Severdi Andriko’yu, gerçi sevmesine herkes severdi. Neden sevmesinlerdi?  Kendi hâlinde, yaşlısından gencine tüm köyle selamı olan, zararı olmayan ihtiyarın tekiydi. O yüzden haftanın altı gecesi evlerine gelmesine anası da ses etmezdi. Kapılarını yalnız pazar günleri çalmaz, gün batana dek kilisede oturur, akşam erkenden uyurdu. Kalan günlerde elinde muhakkak küçük bir hediye, bazen şeker, çay, bazen üç-beş öteberiyle, yüzünde mahcup, çocuksu bir ifade kapı önünde davet beklerdi. Köyde televizyon izleyecek çok yer yoktu, doğruydu ama babasına kalırsa televizyonu çoğu zaman bahane ediyordu. Türkçe bilmemesi bir yana gözü çoğu zaman televizyonda değil, pencere pervazlarında, kiremit duvarlarda dolaşıyor kimi zaman bakışları hepten donuklaşıyor, dalıp dalıp gidiyordu. Ev ahalisi de bu ziyaretlerin kendilerine değil, bizzat evin kendisine yapıldığını seziyor ama belki küser de ayağını keser diye sormaya cesaret edemiyordu.

 

Vestiyerden fenerini aldı, usul adım çekip çıktı evin kapısını. Böylece ev ahalisine vermiş olduğu konser de tamamlandı. Şimdi önünde, evine dek uzanan birkaç yüz metrelik tarla, aklında tedavülden kalkmış gençlik anıları vardı. Hatırladığı en eski anı Birinci Dünya Harbi’nin sonrasına, yirmili yaşlarının arifesine dayanırdı. Rum mezarlığının girişinde, en kuytu köşede, babasının mezarı başındaydı. Üzgün sayılmazdı, bir damla bile gözyaşı akıtmamıştı. Yine de üstünden atamadığı bir huzursuzluk vardı. Bunun öylesine bir kuruntu olmadığını ancak aylar sonra anlayacaktı.

 

Eli fenere gitti, yakacak oldu, vazgeçti. Kızının evi az ötedeydi, damadı da aksi herifin teki. Şimdi Abdürrahimlerden çıktığını görürse söylenir, sayıp söverdi. Yapmadığı iş değildi. Eklem çıtırtılarına terlik tıkırtılarını da ekleyerek yürümeye koyuldu. Sol yanında sıra sıra nar ağaçları, sağ yanında saman balyaları, hayvan kokuları. Delikanlı çağlarında az arşınlamamıştı bu yolları, bilhassa babasından sonra az mekik dokumamıştı. Daha ilk günlerde işler sarpa sarmış, defindi yastı derken ekin tarlada kalmış, ne kadar uğraşırsa uğraşsın güzden evvel hasadı kaldıramamıştı. Hâl böyle olunca annesinin yası kısa zamanda yerini telaşa bıraktı. Kış geliyordu, ne yapacaklardı? Çare, ekime çeyrek kala yine annesinden geldi. Andriko, Dimitrilerden Eleni’yle baş göz edilecekti. Hanım kızın yaşı biraz geçkince, aklı da kıt sayılırdı ya böylesi makbuldü. Eleni hem köyün verimli topraklarına mirasçı hem çöpsüz üzümdü, babası da kardeşleri de sizlere ömürdü. Anası vardı bir tek, o da hastalık budalasıydı, uzun yaşamazdı.

 

Duraladı. O durunca orkestra da duruldu, köye kasvetli bir sessizlik hâkim oldu. Sigara niyetiyle yokladı ceplerini, bırakalı on seneyi geçmişti, bulamadı. Düğün günü başlamış, elli yıl kullanmış, bir gün ansızın bırakmıştı. Kızı, annesinin vefatına verirdi bu fevri kararı. Haklı da sayılırdı. Sınıfta kalınca tütün arayışı, kaldığı yerden devam etti tıkırtı orkestrası. Ezgi ezgi yükseldi, dalıp gitti sonunda. Daha başından belliydi bu evlilikte keramet olmayacağı, yanılmadı. İlk haftadan Eleni büsbütün deli, tarlalarıysa ipotekli çıktı. Müstahaktı. Derdine yana yana üç ayda ak düştü annesinin saçına, yıl olmadan kuş oldu, kavuştu İsa’ya. Andriko, Eleni ve kayın anasıyla kalakaldı ortada. Önce bağı, bahçeyi, en son kiremit duvarlı evi satıp savdı alacaklılara. Elinde babadan yadigâr, yıkık dökük bu ambar kaldı kala kala. Ondu, onardı, ev etti de altmış yıl oturdu bir göz yerde. On yedi senesi “yaşamaz” dediği kayın anasıyla, kırk küsuru Eleni’yle. Arada çocuklar da gelip geçmişti işte. Büyüğü evlenip Güney’e göçmüş, şu günlerde babasını da götürmenin derdine düşmüştü. Küçüğü köyde kalmış, bela bir adama varmış, yalnız kendine değil tüm aileye musallat etmişti damat beyi. Gecenin kör vakti, binbir telaş içinde eve yetişme derdi de bundandı, dönüş yolunda damada denk gelse yakasını bırakmazdı. Ne gurursuzluğu kalırdı ne Rum düşmanlığı. Bahanesi de hazırdı, yetmiş dörtten bu yana on sene olmamış, barış bile sağlanmamıştı. Tabii bunlar lafın kaymağı, onun esas derdi başkaydı, kızıyla bir olmuş leş kargası gibi başında bekliyorlardı. Akıllarınca bir açık bulacak, “Babamız da büsbütün bunadı.” diyerek Güney’e yollayacaklardı. Günün sonunda iki dönüm portakal bahçesiyle, harabeden hallice eve konacaklardı. Bunları Andriko da biliyordu ya bilmezleniyordu işte. Zaman zaman içerliyor ama kızamıyordu, soyuna çekmeyen soysuz olurdu neticede.

 

Aklında geçmiş günler, burnunda turunç kokusuyla vardı, dayandı bir ağaca Andriko. Gözü kızının penceresinde uzun uzun soluklandı. Nar ağaçları, uğultulu saman balyaları ardındaydı artık, Eleni ve annesi de. Gün ağarmak üzereydi. Bu düşünce büsbütün sıktı canını, dayandığı gibi doğrulmak istedi turunç kokusundan. Tutunacak bir dal aradı, hepsi güzden evvel budanmıştı, bulamadı. Belki de gerçekten bunamıştı. Ağır ellerini toprağa basarak doğruldu yarı yarıya, boynu bükük, mahcup bir edayla yaklaştı baba yadigârına. Yaklaştıkça melodiler hafifledi, tıkırtılar yerini gıcırtıya bıraktı, asırlık kapı uykusundan esneyerek uyandı. Canı burnunda, dönüp etrafa şöyle bir bakındı, şükür ki uyanan başka kimse olmamıştı. Eve girerken orkestra son notaları tuşladı, az evvel uyanan ahşap kapı yeniden cilalı rüyalara daldı. Böylece Andriko, bir kez daha karanlıkla baş başa kaldı.