Soğuk bir kış günü diyerek başlamak isterdim ama İzmir’de soğuk bir kış günü demek için durup düşünmek gerekir. Fuat abinin çay ocağında bir süre takıldıktan sonra pasajın girişinde bir iki dakika dikildim. Hava on dört derece falandı. Yürüyüp yürümeme konusunda kararsızdım. Karşıdaki iki bankanın bankamatiklerinde sıra vardı. İki kadın İş Bankasının köşesinde sigara içiyor, hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Sigara molası vermiş iki banka çalışanıydılar. Zaman zaman görüyordum onları. Başımı sola çevirip adını eski bir belediye başkanından alan meydana doğru baktığımda köşede başka bir bankayı görüyordum. Başkanın adını zikretmedim çünkü; bizde isimler kalıcı değildi. Hangi parti belediyeyi kazanırsa o partinin makbul bulduğu isimler konuyordu meydanlara, caddelere, parklara.
Bu aralar kuyumcular da artmıştı. Bankalar ve kuyumcular; meydana doğru çıkarken kuyumcular çoğunlukla Önder caddesinin solunda, bankalar sağındaydı. Şu son bir iki yıl içinde cadde üzerindeki ayakkabıcı, tatlıcı, aktar, börekçi hepsi birer birer kuyumcuya dönüşmüştü. Altına rağbet artmıştı herhalde. Yok canım “altın” her daim gözdeydi. “Ekonomi iyi gitmiyor diyorlar. Yoksulluk da artmış.”
Işıldayan kuyumcu vitrinlerinden kurtardığım yüzümü yeniden meydana çevirdim. Meydanda atılan yemlerin etrafındaki güvercinlerin hüzünlü neşesi dışında kıpırdayan her şey manasızdı. Evet bir devinim vardı ama; sanki hayata dair değildi. İnsanlar bilmedikleri bir sistemin içine düşmüş gibiydiler. Havanın kasveti insan hareketlerini önemsizleştiriyordu. Herkes bir an önce eve ya da kafeye gidip ‘kalabalık içinde yalnızlaşmak’ istiyorlardı.
Emeklisi çok, ama yoksul sayılmayacak bir semtti yaşadığım yer, öyle biliniyordu. Ben de dahil yoksulluk sınırının altındaydı emekli maaşlarımız. Korkumuz, Alberto’nun ‘Yürüyen Adam’ çirozuna dönüşmekti. Tanrı korusun, Rodin’in ‘Yürüyen Adam’ını aklıma bile getirmek istemiyordum. Hayatta her alanda ekonomik bağlamda vites küçültüyor, hızımızı azaltıyorduk. Bir mutsuzluk sarmıştı insanların yüzlerini. Öyle şen şakrak bir kahkaha duymayı özlemiştik. Kadınların sesli gülmesinin ayıplanması gerektiğini söylüyordu kanaat önderleri. Gün bitip hava gerçekten karardığında üç yüzden fazla kadının öldürüldüğünü anons ediyordu haber bültenleri.
Kaldırıma bir adım attım. Az kalsın yemek dağıtan motorlu bir kurye beni eziyordu. Yaşlı bir adamı da teğet geçti. Adamcağız bastonunu sallayarak ana avrat sövdü. Büfeyi döndüm, ara sokaktan Dönerci Şaban’ın önünden geçtim. Yarım ekmek et döner 190 lira. On dokuz ekmek fiyatı. Asgari ücret 22.104,67 lira. Bugün 18 Ocak 2025 Cumartesi. “Bugünü Dünya Öğün Atlama Günü olarak ilan ettim, akşama bir şeyler yerim.” dedim kendi kendime, yürüdüm caddeye çıktım. Kaç dakika yürüyeceğimi hesaplamak için saatime baktım. Ana yola kadar yürüdüm. AKM’yi geçtim. Akçay Caddesi’ni görünce döndüm.
Yürürken kendimi iyi hissediyordum. Havanın güneşli olması hasebiyle insanlar sokaktaydı. Bir baba engelli oğlunu çıkarmıştı dışarı. Genç biri de yaşlı babasını gezdiriyordu. Köpek gezdirenler çoktu. Köpeklerden biri tasmasının ipiyle cebelleşirken sahibi telefonuyla meşguldü. Köpek AKM’nin yakınındaki ağaçlardan birinin etrafında dans etmeye başladı. Bir kadın apartmanı çevreleyen çalılığa işeyen köpeğinin başındaydı. O da telefonuyla haşır neşirdi. Genç bir anne çocuk arabasındaki çocuğunun eline telefonu tutuşturmuş yanındaki hanımla yarenlik ediyordu. Çocuk minik parmağıyla sinirli sinirli vuruyordu ekrana. Tik tok! Kedilere gelecek olursak, her yerdelerdi. Onlar gezdirilmeye gerek duymazlar. Çekik gözlü insanlar gibi aynı yüzlere sahip olduklarını düşünürsünüz ama yanılırsınız. Hepsinin yüzü farklıdır.
Yürürken birden aklıma geldi. Biri beni niye gezdirmesin. Eve hapsedilmiş değildim. En son en uzak nereye gittin deseniz, Kemeraltı’na derim. Semtin dışına çıkmak bir maliyet. Yoksulluk sınırındaki gelirle ne yapılır ki diye kafa patlatarak seçenekler bulmaya çalışmak hobim olmuştu. Gaziemir’in dışına çıkmayalı bir aydan fazla oldu. Bu gidişle çıkacağım da yok. Yürüdüğüm yollarda gördüğüm köpeklere gıpta etmeye başladım. Kendilerine zaman ayrılıyor, beyler, hanımlar piyasa yapmaya çıkıyorlardı. Parklar, bahçeler, kaldırımlar, yollar, otobüs durakları hepsi onlarındı. Diledikleri yere işeme özgürlükleri vardı henüz.
Akşam evde düşündüm şu gezdirilme işini. Bir köpek gibi gezdirilmek duygusunu tatmak istiyordum. Hayati tehlikesi olduğundan “sokak köpeği” olma seçeneğini elemiştim. Hesap kitap yaptım. Birinin beni gezdirme ücretini karşılayabilirdim. Sigarayı azaltmam lazım. İçki meselesini çözmek zorunda kalmıştım zaten, haftada bir gün. Gazeteye ilan vermeye karar verdim. Cep telefonuyla aram yoktu. Hiç sevmediğim yandaş yerel gazeteyle muhatap olmak zorundaydım. Uzun süre ilana ne yazmalıyım diye fikir bulmaya çalışmaktan, hani beyin fırtınası diyorlar ya, beynim sulandı. E buna ne demeli ‘beyin tsunamisi’. Hiç de komik değil. Zaten depremler, maden göçükleri, seller, yangınlar yakamızı bırakmıyor. Allah’a emanet yaşıyoruz. Şimdilerde moda oldu. Herkes herkesi Allah’a emanet ediyor. Geçenlerde önümde yürüyen ilkokul çocukları birbirlerini Allah’a emanet ederek ayrıldılar. İyi de bir emanetçinin istiap haddi nedir? Emanet edenin hiçbir sorumluluğu yok mu? Yürürken aklıma sıkça gelen bir sorudur. Sık sık badirelerle uyanan bir toplumun bir ferdi olarak aynı soruyu sormakta haklı değil miyim? Yoksa soruların gökten inip elime tutuşturulması mı lazım? Kafam karıştı. Vereceğim ilana odaklanmam gerek.
Köpeklere özenen bir adamı, sevilen, kol kanat gerilen, şefkat gösterilen bir köpek gibi gezdirebilecek bir yol arkadaşı aranmaktadır, yazamam değil mi? Ne yapmaya çalıştığımı sordum kendime. Yalnızlığımı paylaşan biriyle kifayetsiz maaşımı da paylaşacaktım. Yaşasın paylaşımcılık! Paylaştıkça çoğalır her şey. Şaire inat yalnızlığı da… Neyse fazla derine inmeyelim.
“Haftada bir gün, yürürken ‘ihtiyaca binaen’ bana eşlik edecek, 40 yaşlarında bayan bir yol arkadaşı arıyorum. Ücret makuldür. Günlük yeme, içme, yol parası karşılanır. İsim, adres, telefon, e-mail. (Lütfen sabah 9’dan önce, gece 21’den sonra aramayın.)”
Cavidan beni gezdirmeye talip olmuştu. Anlaştık, tasmalı gezmemle ilgili soru sormak yoktu. Bu deneme günüydü. Ne yapacağımı ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Hiç köpeğim olmamıştı. Hiç köpek taklidi yapmamıştım. Birkaç petshop gezdikten sonra bana uygun bir boyun tasması bulmuştum. Taktığım tasma gömleğimin altında kalıyordu. Kayışı da kazağımın altından sarkıyordu. Elimle sol yanımda tutuyordum. Ucunu Cavidan’a uzattım. Sadece onun tutması abes kaçacaktı, avuçlarımızda kayış, el ele yürümeye başladık. Tasmayı ayan beyan takabilirdim ama insanlar bizi rahat bırakmazlardı. Gülecekler, cins cins bakacaklar, laf atacaklar hiçbir şey yapamasalar bakışlarıyla bizi tedirgin edeceklerdi. Amacım sakin bir şekilde havanın, yolların, çevremde her ne peyda olursa onun tadını çıkararak gezdirilmekti. İnsanlarla ilgili değildim. Cavidan beni gezdirecek, gezintinin tadını çıkaracaktım.
İlk gün Altay tesislerine doğru yürüdük. Yolu Cavidan belirliyordu. Ben ona uyuyordum. Cavidan’ın bilmediği bir semtte yaşamam benim açımdan şanstı. Doğaçlama yürüyor, yürüyor, yürüyorduk. Mümkün olduğunca insanlara yaklaşmadan yürüyorduk. Altay tesislerinden aşağı doğru askeri lojmanları geçerek yokuşu tırmandık. Pazar pazarının üstündeki parkta bir banka oturduk. Cavidan’ın elini bıraktım. Çantasını işaret ettim. Çantadan konyak şişesini çıkardı. Kapağını açtı ve bana uzattı. Bir yudum aldım. Cavidan’a verdim. Özenle çantasına koydu. Parkta hızlı hızlı yürüyerek bir tur attım. Geri gelip Cavidan’ın yanına oturdum. Tasmanın kayışı aramızda kalmış üçüncü bir şahıs gibi banka kurulmuştu.
İkimizin de fark etmediği 60-70 yaşlarında bir adam oturduğumuz bankın arkasında dikildi. Laf atmadan bekledik. Önümüze geçti.
“Adama tasma takmışsın. Yok mok deme bak görünüyor.”
Ben bayağı kızdım. Daha bir şey dememe fırsat kalmadan Cavidan:
“Sen anlamazsın amca fantezimizin parçalarından biri o. Partnerim çıkarmayı unutmuş. Anlamadın galiba aşk hayatımızın bir parçası. Kırbaçlar evde bir de onları görsen dibin düşer.”
Kulaklarıma inanamamıştım. Cavidan bana resmen “partnerim” demişti. Yüzüme baktı, göz kırptı. Laubaliliği sevmediğimi en başta söylemiştim. Kabul etmeliyim ki yaşlı adamdan tereyağından kıl çeker gibi kurtarmıştı beni. İnsandan kaçış yoktu, illaki tebelleş olmaları fıtratlarında vardı. Adam aşk hayatı ve kırbaçlar lafını duyar duymaz sırra kadem basmıştı.
Kalktık, Cavidan ceketimden sarkan tasmanın ucunu ve elimi avucunun içine aldı. Yürümeye başladık. Wim marketin önünde durduk. İndirimli ürünlerin ifşa edildiği koca brandaya şöyle bir baktım. Cavidan tasmayı çekti. Durdu. Afişi dikkatlice inceliyordu. Yürümek için hamle yaptım. Tasmam izin vermedi. “Sıradan bir marketin ucuz mallarını ifşa ederek sergilediği bir afiş, ne yani resim sergisi mi ki önünde mal mal bakıp ağzımızın sulanmasını bekleyeceğiz” dedim. Duymamış gibi yaptı. “İfşa” sözcüğünü özellikle seçmiştim. Bu fotoğrafların arkasında gizlenen şeyin ne olduğunu henüz bilmiyordum. Bu yaşımda “tağşiş” sözcüğünü bunlar öğretmişti bana.
“Yürümeliyiz.”, dedim sert bir tonda kulağına eğilerek. “Bir saniye ezberlemek üzereyim.”, diyerek nazikçe karşılık verdi.
Pastaneyi, büfeyi geçtik. Lunaparktan kaçmış gibi duran bankamatiklerin önünde bekledik. Her birinin etrafında bir kez döndük. Hastaneye doğru yürüdük. Hastanenin etrafındaki okullardan çocuk sesleri geliyordu. Henüz hepsi imam hatip olmamıştı. Yorulduğumu beyan edip oturmak için hastane kafeteryasını burnumla gösterdim. Kafeteryaya oturduk. Kâğıt bardaklarda çayımızı içtik desem yalan olur. Kâğıt bardakta kendini ifade edemeyen tek şey çaydır. Yarım bıraktım içmedim. Yandaki masada oturan teyze:
“İyice ilerledi demek ki. Kaçmasın diye tasma takmışsınız.”
İnsanlar insan üzerindeki ayrıntıları ne çabuk görüyorlardı. Cavidan’a baktım ve… Cavidan oturduğu yerde şöyle bir toparlandı:
“Sorma teyze, her şeyi unutuyor, gözümü açıp kapamaya zaman kalmıyor, bakmışım kaçmış. En son çare bunu bulduk. Daha doğrusu kendi buldu. Evde de sıkılıyor. Havlamaya başlıyor. İnsan sıkılınca havlar mı? Baba diyorum yapma bak ben yanındayım. Sen kimsin diyor. Nereden aklına gelmişse internetten tasma almış kendine, tak diye tutturdu. Ne yapayım teyze çaresizim.”
“Allah sabırlar versin yavrum.”
Teyze kalktı, Allah’a emanet olun diyerek uzaklaştı. Biz de kalktık, yürümeye başladık, geriye döndük.
Altay tesislerinin karşısındaki “Köpek Parkı” oturulacak bankları olan güzel bir parktı. Cavidan içten açılan kapıyı açmak için epey uğraştı. Başardı. Parkı koşarak şöyle bir dolandım. Boş bir banka geçip oturduk. Ben bir sigara yaktım. Karşı bankta oturan kırk yaşlarındaki adam kucağındaki köpeği öpüp duruyordu. Köpek bize doğru pek düşmanca olmayan bir ses tonuyla havladı. Sahibi kulağına ne fısıldadıysa susuverdi. Köpekler çılgınca koşturuyordu. Dayanamadım bir tur daha attım. Küçücük başka bir köpek çılgınca koşturuyordu. Onun gibi mutlu olmak isterdim. Nefesim kesilince oturdum. Konyağı uzattı Cavidan, biraz soluklanıp bir yudum aldım, iç cebime koydum. Kızcağıza eziyet etmenin alemi yoktu. O küçük köpeğin annesi ve ablası seslendiler. “Hadi gidiyoruz.” Parktan çıktılar. Arabalarının yanında, anne küçük köpeğin kıçını özenle sildi. Cavidan bana baktı. Gülümsedik. Küçük bir köpeğin kıçının özel ilgiye mazhar olması bizi ziyadesiyle mesut etti. Yeni keşfettiğim Suat Derviş’i fazla okudum galiba, dilime vurdu.
Sonraki durak Gigros’un önü, ardından Petro market, artık KuaförSA’nın önüne geldiğimizde dayanamadım sordum Cavidan’a, “Kuzum bir şey mi arıyorsun?” “İndirim afişleri bağımlılık yaptı galiba.” Çişimin geldiğini hissettim. Bunu Cavidan’a beyan ettim. Petro markete girmemizi önerdi. Tuvaleti tertemizmiş. Olmaz dedim, benim çalılığa ya da bir araba tekerine yapmam lazım. Petro otoparkının ücra bir köşesinde bulduğumuz son model arabanın tekerine işedim.
Türkan Saylan Caddesi’ne doğru yola çıktık. Cavidan sıra üç harfli marketlerde demez mi? Kan beynime hücum etti. Kanın beynime sıçramasını tasma engellemişti.
“Bunlar bir fantazmagorya!” diye bağırdım.
Cavidan’ın gözleri doldu.
“Ne nerede daha ucuz arayarak dolduruyorum boş zamanlarımı. Dedim ya artık hayata böyle tutunuyorum. Son tüketim tarihi yaklaşmış ürünlerin abonesiyim. Keyfimden alışmadım. Sürekli bir işim yok. Bulamadım. Köpek gezdirerek karın doyurmak zor.”
Tasmam biraz çekilir gibi olmuştu. Cavidan durumunu arz ederken oldukça fevriydi. Ben de kendisine emekli maaşımı, yaşam şartlarımı uygun bir dille anlattım. Reklamların insanları kandırmak ve akıllarını çelmek, sömürmek için yaratıldığını söyledim. Reklam demek bir tür muhabbet tellallığıdır. Çünkü alışverişe müdahale eden bir sözdür, fotoğraftır, bilinen bir şarkının ezgisidir reklam. Kendisini yaratırken; özdeyişleri, şarkıları, meşhur artistlerin yüzünü eskitir, dedim utanarak. Yoksa kendisinin davranışına karşı bir düşmanlığımın olmadığını söyleyerek gönlünü almaya çalıştım. Cavidan hiçbir şey olmamış gibi “Köpekler muhabbet tellalı nedir bilmezler.” dedi.
Meydana yakın, hani önünde sigara içen banka çalışanlarından bahsetmiştim ya, işte o bankaya kadar konuşmadan yürüdük. Bankamatikten para çektim. Cavidan arkasını dönmüştü. Basamaklardan indik. Yolu kapatmamak için çöp tenekesine yaklaştık. Cavidan’a parasını verdim. Kravatımı düzeltir gibi bir çırpıda tasmayı çıkardı. Kayışı da alttan çekti. Kaşla göz arasında güzelce derleyip topladı cebime koydu. “Zaten yeterince tasmamız var.” dedi. Teşekkür etti. Bir hafta sonrası için sözleştik. Karşıya geçti. Dolmuş geldi. El salladım.
Daha elim havadayken karşıda duran birinci kuyumcu, dönerci, ikinci kuyumcu, kasap ve üçüncü kuyumcuyla göz göze geldik. Karşıya geçtim. Kasap yanaştı, koluma girdi. “Hocam, hayırlı işler maşallah aynı Fatma Girik.”