Boyası dökülmüş tahta kapıdan koşarak girdiler. Kıyafetlerinden damlayan sular yerleri ıslatıyordu. Aniden başlayıp bardaktan boşanırcasına yağan yağmura hazırlıksız yakalanmışlardı. Uğuldayarak esen rüzgâr dokunduğu yerlerde korkunç sesler çıkarıyor insanın içini ürpertiyordu. İki kadın kol kola ilerlediler. İçerisi geniz yakan bir rutubet kokuyordu. Kimsecikler yoktu görünürde. Yaşça büyük olanı seslenmeye hazırlanıyordu ki kapısız bir bölmeden orta yaş üstü, sakallı, yaşına göre oldukça dinç görünen bir adam çıkageldi. “Merhaba” dedi büyük olan. “Merhaba” diye karşılık verdi adam. Büyük kadın koşarak adamın yanına geldi. Taşıdığı pazar çantasından bir çift ayakkabı çıkardı. “Ya” dedi ayakkabının topuğunu göstererek “Bu ayakkabı böyle oldu, bunu tamir edebilir misiniz?” Adam kadına baktı bir süre. Islanmış kıyafetleri ve alel ecele lafa girişiyle oldukça komik görünüyordu. “Oluyor öyle şeyler,” dedi başını sağa çevirerek. Kadın otomatik pilota bağlamışçasına konuşmaya devam etti. “Yok, olmaz aslında, ben giymeyi beceremiyorum. İnanır mısınız, daha ilk giyimde topuğu böyle mahvediyorum. Ben beceriksizim, ben…” Kadın susmak bilmiyor, farklı konularda başına gelen talihsizlikleri anlatıp duruyordu.
Adam çaresiz kalmışçasına önce yanı başında konuşan kadına, sonra da kapının eşiğinde dikilmiş onları izleyen diğer kadına yöneltti bakışlarını. “Anlıyorum” dedi. “Hah!” dedi kadın. Rahatlamıştı. “Tamir edersiniz değil mi?” “Yok” dedi adam kayıtsız bir şekilde. “Aaa yapamaz mısınız?” diye şaşırdı kadın. “Ama niye?”
“Şöyle bir etrafına baksana” dedi adam. Sakinliği sinir bozucuydu. Neden tamir edemeyeceğini söylemişti ki? Kapının eşiğinde duran kadın da sessizliğini koruyordu. Dışarıdan gören birinin dilsiz olduğunu düşüneceği kadar sessizdi. Adamın söylediğini yaptı kadın, şöyle bir bakındı, ama laf olsun diyeydi. Etrafta ne olduğunu görmedi bile. Sadece baktı. Aklı ayakkabısındaydı. Uzun zaman aramış, sonunda tam da istediği pont topuğa ve şekle sahip bir ayakkabı bulabilmişti. İki ay önce işe giderken giymiş ve evine çıkan dik merdivenlerde bırakıvermişti özene bezene aldığı ayakkabısının topuğunu.
Bu mahalleye yeni gelmiş sayılırdı, pek bir yer de bilmiyordu. Karşı dairede oturan komşu “Yakınlarda bir tamirci var abla” demişti çay sohbetlerinden birinde. “Ben seni müsait bir zamanda götürürüm” İşte şimdi çok uzakta olmadığına sevindiği barakaya benzer o ayakkabıcıdaydı iki kadın. Adamın soru soran bakışlarını üzerinde hissedince: “Baktım, ne olmuş” diye geveledi. “Burası hiç ayakkabıcıya benziyor mu? diye sordu adam. Gayet sakindi. Kadın bir daha bakındı. Bu kez daha alıcı bir gözle. Ayakkabı tamirciliğine dair bir emare yoktu ama başka bir yere de benzemiyordu. Anlam veremedi kadın. İki tahta masa, yeni boyanmış üç tabure ve kapının paralelinde ki duvarda boydan boya uzanmış içi boş raflar vardı sadece. Kapısız bölmede ne olduğu ise oldukları yerden görünmüyordu. Ayakkabılar başka yerde herhalde diye düşündü. “Ayakkabıcı değil misiniz?” diye yineledi. “Nesiniz o zaman?” Adam kafasını önce sağa sonra da sola çevirdi. “La havle vela…” diye fısıldadı. “Ben” dedi sonra üzerine basa basa kelimelerin. “Terziyim. Elbise filan dikerim.” Kadın karşılaştığı ve beklediğinin uyuşmaması nedeniyle bir kabullenememe durumu içindeydi. “Aaa” dedi şaşkınlık içinde “Ama burası ayakkabıcı dediler bana.”
“Kim dedi burası ayakkabıcı diye size?”
“Bu dedi” diye kapının ucunda duran komşu kadını gösterdi eliyle. Bakışları komşusuna yönelmişti “Kız burası ayakkabıcı değilmiş, niye beni yanlış getiriyorsun?” diye çıkıştı. Hızını alamıyor, umduğunu bulamamış olmanın hayal kırıklığı içinde sayıp sayıştırıyordu. Ayakkabıcı sandığı terzi, sessizce ona bakıyor kadının akli melekelerinin pek de yerinde olmadığını düşünüyordu. Komşu kadın o an dile gelmiş gibi “Eskiden ayakkabıcı vardı, ne biliyim ben, taşınmış demek ki,” diyerek attı omuzlarından sorumluluğu. Terzi de onu destekledi. “Evet” diyerek. “Eskiden ayakkabıcıymış. Ben de birkaç ay önce açtım zaten burayı.”
Kadın ne terzinin ne de komşu kadının söylediklerini duyuyordu artık. “Ayakkabıcı değilmiş, beni niye yanlış getiriyorsun?” diye söyleniyordu sadece. Terzi aldı sazı eline bu kez. “Bir daha, dedi” öğretmen edasıyla “Bir yere girdiğinizde, önce bir etrafınıza bakın, nereye benziyor orası diye.” Utanmıştı kadın. Yüzünün kıpkırmızı olduğuna emindi. Kaçarcasına çıktılar dükkândan.
“Niye beni durdurmuyorsun?” diye çıkıştı komşusuna evlerine doğru yol alırlarken “Hadi ben fark etmedim, sen de mi etmedin?” Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ve rüzgâr dinmiş, yirmi dakika içinde Ankara’nın dar sokakları günlük güneşlik bir ilkbahara merhaba demişti. “Fırsat mı verdin, koştun gittin lafa girdin, konuşmam için ara bile vermedin,” diye karşılık verdi komşu kadın. Hakkı vardı. Ankara yağmuru gibi fevri davranmıştı tozu dumana bulayıvermişti etrafını görmeden.
Geçen bir yaz ve bir sonbaharın ardından önce ayakkabıcıya sonra terziye ekmek kapısı olan baraka, kentsel dönüşüm kapsamında ömrünü tamamladı. Artık yoktu. Ama bu iki kadın ne zaman aynı yerden geçse kulaklarında terzinin sözleri çınlıyordu. “Bir yere girdiğinizde önce bir etrafınıza bakın, nereye benziyor orası.”