Tim Winton’ın Mozaiği
Yazılar

Tim Winton’ın Mozaiği

Zeynep Paftalı

Yerkürenin bize göre öbür ucunda, kıtalar ve okyanuslar ötede, tanımadan popüler kültür sayesinde fikir sahibi olduğumuz uzak topraklarda dünyalar var; o dünyalarda hayatlar ve insanlar ve yaşam biçimleri. Kaygılar, kavgalar, aşklar. Hem çok bilindik hem hiç bilinmez. Seyahat etmenin gitgide kolaylaştığı günümüzde bile en az iki üç uçak uçumu mesafede kalan, saatlerimiz ve mevsimlerimiz farklı ülkeler. Bu ülkelerde bize yabancı bir doğa var: hem geniş resimde bizim doğamıza pençe pençeye kenetlenmiş hem kendi içinde bir kozmos. Toprağın rengi farklı, plajların kokusu, denizin gücü, rüzgârın değişkenliği. Sokakları ev bellemiş hayvanları farklı: bizdeki kediler ve köpekler yerine kanguru ve koalalar, kumrular ve güvercinler yerine rengarenk papağanlar.

 

Avustralya hem şehirlerinin yapısı hem de hâkim dili ve kültürü açısından, belki hayalimizdeki uzakların en yakını. Oysa genelden özele gittikçe, hemen hemen her ülkede olduğu gibi, manzara içindeki detaylar, renkler, uğraşlar, yaşam biçimleri benzersiz nüanslarla dolu. Bunu, geçtiğimiz ağustos ayında Avustralya’ya ayak basmadan yedi sekiz sene önce, Tim Winton’ın edebiyatıyla ilk kez tanıştığımda düşünmüştüm. On yedi öyküden oluşan Dönüş adlı kitabında, benim düşündüğüm Avustralya’dan farklı bir tablo çiziyordu: iletişimsizlikle kopmuş ilişkiler, hayat zorluklarıyla içe kapanmış insanlar, tepki ve davranışları önceden kestirilemez karakterler, güneşli topraklarda kazalarla kararmış ama espri anlayışını kaybetmemiş diyaloglar… Ama karakter yaratma gücünün yanı sıra o ilk okumada beni en çok etkileyen, yazarın tasvir ettiği manzaralar olmuştu.

Manzara, çok kapsamlı bir kelime. Bir manzara fotoğrafçısı için tümün içinden alınmış ve yeni bir form vermek için kullanılacak görüntü kesiti. Güneşin batışını izleyen turistler için mutluluk ve tasasızlık anı. Bir jeolog için araştırma materyali. Bir yazar için hikayelerin can bulduğu veya beslendiği mekân. Manzaranın ne olduğuna dair cevaplar, ana ve kişisel tecrübeye göre değişken. Yine de baktığımız yer uçsuz bucaksız stepler, kilometrelerce kareye yayılmış şehirler, ya da vahşi hayatta yaşam mücadelesi veren bir halkın sosyokültürel alışkanlıkları kadar geniş olsun, insanın kendi başına tek bakışta görebildiği alan kısıtlı. 40-60 derecelik bir açı. Bir nevi, 50 mm’lik objektifle çekilmiş bir fotoğraf. O kadar.

 

İşte bir yazarın işi, bu noktada kritik. Yazar bize hangi manzarayı, nasıl göstermek istiyor? Bizi, nereye ne kadar bakmaya yönlendiriyor? Bizi zaten görmeye alışkın olduğumuz bir manzara içindeki detaylarda mı dolaştırıyor yoksa onun dışına çıkıp farklı manzaraları tanımamıza vesile mi oluyor? Ya da anlattığı insan manzaraları içinde, doğa ve şehir manzaralarına ne kadar yer veriyor?

 

Sidney’de tramvay istasyonu, liman ve opera binasının kesişme noktasında durmuşken, bunu tekrar düşündüm. Etrafta kış güneşinin uyuşukluğuna kapılmış turistler ile öğle tatilindeki çalışanların acelece bir şeyler yeme telaşı vardı. Kalabalıktaki insanların ilişkileri bilinmezlerle örülü olsa da şehrin manzarası dış görünüş itibariyle herhangi bir şehir manzarasına denkti. Ancak birkaç gün sonra Sidney’deki kalabalıktan çıkıp önce kuzeye sonraysa güneye doğru ilerlerken, asıl Avustralya’yı görmeye başladığımı fark ettim.

 

Avustralya haritada bakılınca ortası yanık kahverengi, sahil şeridiyse yeşile çalan bir ada. Devasa. Adada, her yer birbirine uzak. Yerleşim yerleri daha çok sahil şeridinde. Yaptığımız yıllarca araştırmadan sonra Avustralya’ya sonunda varmış olmanın şevkiyle kırsalda yol alırken, önce okaliptus ağaçları ile kaplı ormanlardan geçtik; sonra ormanların vadilere açıldığı yerlerden. Kırsala serpiştirilmiş evleri inceledim ve köylerinin şeklini. Etrafta bizim düşündüğümüz anlamda bir meydan ya da buluşma noktası yoktu. Bazı büyükçe kasabalarda zaman zaman bir kafeye denk geliyorduk. Köy ve kasabaların merkezinde bile sokaklarda fazla insan yoktu. En çok, okyanusta sörf tahtasına çıkıp çıkıp düşen, yakaladıkları doğru bir dalgayla 15-20 saniye mutluluk ve heyecana kapılan sörfçüler görüyorduk. Her yere bir hareketsizlik ve yalnızlık hissi hakimdi.

 

“Avustralya sadece bize göre Dünya’nın öbür ucunda değil, aynı zamanda her şeye de uzak; hatta bazen, kendine bile.”

Umberto Eco[1]

 

İlk günlerimiz bu manzaraların içinde, Jet Lag ve mevsim değişikliğinin etkileriyle geçti. Üstümüzde hafif sersemlik. Sanki aldığımız garip bir darbenin, geç çıkan etkileriydi. Sersemliği yaratan sadece fiziksel etkiler değildi, zihinsel karmaşalardı da. Ağustos ayının kış oluşuydu. Türkiye ve İtalya’daki sevdiklerimizin hayat ritmini tersine düşünmeye çalışmamız gerektiğiydi. Sokaklarda ağustos ayında okula giden çocukları görüp yadırgamaktı.

 

“Beş yıllık lisenin ardından son kasım gelir ve bizi bir ilkbahar fırtınası kadar ani terk eder.”

“Büyük Dünya”, Tim Winton[2]

 

Yıllar önceki ilk okumamda, Dönüş’teki ilk öykünün en başında duran bu cümleyi nasıl algıladığımı hatırlamıyorum. Kasım ayının Avustralya’da yazı ve okulun bitişini çağrıştırdığını düşünmüş müydüm, yoksa yazarın bir sonbahar mevsimini ilkbahar fırtınasına benzettiğini sanıp şiirsel olarak mı algılamıştım? Geçmiş zaman, hatırlayamıyorum. Hatırladığım daha o ilk öyküde, karakterlerin manzarayla olan birliğini Winton’ın yaratmaktaki ustalığı.

 

Avustralya’da ister istemez manzaranın ve doğanın, insan yaşamı ve psikolojisi üstündeki etkilerini sorgulayıp durdum. Yaşadığı yerin manzarası ve doğası, insanın derinliklerine ne kadar sızardı? Sırtında çölün kurak yakıcılığı göğsündeyse okyanusun sonsuzluğu olan insanların psikolojileri nasıldı?

 

“Sonra garip bir şey olmaya başlıyor. Bir gece [Quick], bir barajın yakınlarında kanguruları beklerken, buğday başaklarından gelen tanıdık ezilme sesiyle tüfeğini kaldırıp el fenerini tutuyor. Kesik kesik nefesler duyuyor, ekinin karanlıkta salladığını görüyor. Karşısında ilk silüet, bir lider, diğerlerinden o kadar ileri çıkmış ki ardındaki sinirli sürüden eser yok. Kuruluktan ve sert buğdaydan çıtırtılar gelince Quick canavarı görmek için dönüyor. Oysa karşısındaki bir insan; ışıkta üstü çıplak ve kaba saba koşan bir adam. Suratı korkuyla sertleşmiş, terli. Yanından geçip giderek, ışığın dışına ve çalılığın karanlık kenarlarına koşuyor. Koşucunun kaçıp gitmesinden ve Quick’in ışığı kapatmasından çok sonra, adamın suratı retinasına kazılı kalıyor. Çünkü o gördüğü, kendi yüzü. O, yanından paldır küldür geçip giden, Quick Lamb’in[3] ta kendisi.

 

Arkasından seslenmiyor, onu yakalamaya çalışmıyor. Bir sigara sarıyor ve Tanrı’ya, tüfeğini ateşlemediği için şükrediyor.”

Bulutsokak, Tim Winton[4]

 

Winton’ın Bulutsokak romanındaki bu ve bunun gibi daha birçok sahne, tam da manzaranın insan psikolojisi üstündeki etkileri bağlamında ilginç. Vahşiliğin ortasında, karanlıkta, ekinlere zarar veren kanguruları vurarak geçimini sağlayan ve öldürmeye şartlandıklarının suratında kendini gören Quick Lamb. Ailesiyle karanlıkta balık avlarken yaşanan kaza sonucu hep çocuk kalacak kardeşi Fish[5]. Savaş döneminde bir evi paylaşan, sefaletle sınanan iki aile. Bu ailelerden birinde, aile işini ayakta tutmaya çalışırken ani bir iç güdüyle evin bahçesine çadır kurup, orada yaşamaya başlayan anne. Ve “büyüklerin”, sonraki nesillere aktardığı psikolojik yükler. Bir bakıma, Avustralya’daki insan manzaralarının, doğa ve şehir manzaralarıyla iç içe geçmesi.

 

Her yazar, kendi büyüdüğü ya da yaşadığı coğrafyayı, hikayelerinin mekânı olarak kullanmak zorunda değil. Önemli olan hikâye nerede geçerse geçsin, metnin içten, iyi ve inandırıcı yazılmış olması. Tim Winton bir romanı hariç tüm eserlerini doğduğu ve halen yaşadığı Batı ve Kuzey Avustralya’da kurgulamış olsa da eserlerinde hikâye/manzara ilişkisini okura hissettirmek için farklı yöntemler bulmayı zekice başarıyor. Belki de bunda bir süre İtalya, İrlanda, Fransa ve Yunanistan gibi ülkelerde yaşayıp sonra ülkesine dönmesi ve bildiği toprakları yeri geldiğinde yerli, yeri geldiğindeyse yabancı olarak anlatabilmesi yatıyor.

 

Hikayelerinde Angelus ve White Point gibi yer isimlerini kullansa da bu yerler var olan “yok yerler”. Bu yok yerler, ütopik değiller. Gerçeğe dayanan, kurgu kasaba ve doğa manzaraları. Her zaman yazarın yorumuna açıklar. Onun sesiyle yoğruluyorlar.

 

“Fox gün ağarmadan uyandığında, White Point’in aşağı yukarı bir mil kadar geride kaldığını görüyor. Oysa yere uzandığını bile hatırlamıyor, şimdi bir de günün sıcağında yürümesi gerek. Çok ağır, çok güçsüz ve uykulu. Yumuşak ve boş kumsalda, kafasında köpüren dalgaların sesiyle ilerlemeye başlıyor. Kum beyaz, kör edici, sonsuz. Aşağı yukarı on, on beş mil daha yolu var. Tepesi patlamış gibi duran kum tepelerine tutunmuş azıcık yeşilliğe rastlayınca paha biçilmez gölgeliğe uzanıyor, önceki gün çöpten aşırdığı ve bahçe musluğundan doldurduğu plastik şişeden yudum yudum su içiyor.”

Çamur Müziği, Tim Winton[6]

 

Bugüne kadar Winton’ın 30 kitabı yayımlanmış, eserleri 28 dile çevrilmiş. Kazandığı birçok ödülün yanı sıra iki kez Booker Ödülü’ne aday gösterilmiş. Ülkemizde hala adı fazla geçen bir yazar değil. Türkçeye çevrilmiş sadece iki kitabını bulmak mümkün: Biri Dönüş, diğeri Çoban Kulübesi. Winton verdiği bir röportajda özellikle kariyerinin ilk yıllarında yaşadığı zorlukları, “Genel kanı eğer ciddi bir yazar ve insan olmak istiyorsam yanlış ülkenin yanlış yakasında ve yanlış yarımkürede yaşadığımdı,”[7] diye açıklıyor. Bu, muhtemelen biz yazarlar arasında ortak bir his. Zira biz de çoğunlukla sesini duyuramama derdinden mustarip değil miyiz? Edebiyat sahnesinde teksesliliğin hâkim olduğundan yakınmıyor muyuz? Ve yine de bir neden bizi, sonuç ne olursa olsun bulunduğumuz yerde yaşamaya, inat etmeye ve yazdığımız yerleri ve konuları yazmaya itmiyor mu? Neyse ki Winton’ın da kariyerindeki çetrefilli başlangıç, onu endüstri karşısında boyun eğmeye itmemiş. Yaptığı seçimler doğrultusunda, yazdıklarıyla kendine bir yol bulmayı başarmış.

 

“Coğrafyaya duygusal bağlılık sinirlerini bozuyordu. Avustralyalılar bu bağlılıkla karman çormanlardı, hele Batı Avustralyalılar en beteriydi. Buna rağmen, o alışılmış şafak öncesi ritüelinin alelade bir ev özlemi olduğunu ve koklamaya çalıştığının, nehir kıyısındaki Perth’de geçen çocukluğunda her gece soluduğu Swan Nehri’nden, koylardan ve suyun çekildiği nehir ağızlarından döne döne yükselen metcezrin salamura kokulu garip karışımı olduğunu inkâr etmenin anlamı da yoktu.”

Çamur Müziği, Tim Winton

 

Manzara ve doğanın insanı şekillendirişine, yaptığımız seyahatler sırasında birçok ülkede rastladım. Yeraltı volkanlarla kaynayan, yerüstü fırtınalarla dövülüp duran ve felaketlere her an açık duran İzlanda’nın kaderci insanları. Sosyal, ekonomik ve politik zorluklara rağmen sıcak iklimin etkisiyle hayatı hafife alıp, yaşamın keyfini çıkartan Akdenizliler. Amerikan çöllerinin ortasında, hayatlarından duydukları bıkkınlık ve boş vermişlikle bahçelerini çöplüğe çevirmiş, en küçük tıkırtıda silaha sarılan Amerikalılar. Okyanusun ortasındaki bir noktada, Dünya’da anakaraya en uzak mesafelerden birinde yaşayan ve hayatlarını sözlü anlatım, din, mitoloji ve efsanelerle yoğurmuş Paskalya Adalılar.

 

Avustralya’da saatlerce ilerleyip tek bir kasabaya bile rastlamadığımız yerlerden geçmek, bana Winton’ın hikayelerindeki yol temasını hatırlattı; bir de bazen bir yerlerden kaçmak için, bazen görev icabı, bazense hayattaki ilk tecrübelerini edinmek için aniden yola çıkan karakterleri.

 

“Annem teşhisinin konulmasından bir gün sonra beni babamı aramaya yolladı. Bütün gece uyanık yatıp düşünmüştü; ölmeden önce onu bir kere daha görmek istediğini söyledi bana.

 

…Babamı son görüşümün üstünden neredeyse yirmi yedi yıl geçmişti. Ne nerede olduğunu biliyordum ne de ne yaptığını. Annemin bana sağladığı tek bilgi kırıntısı, doğudaki altın yataklarının oradaki bir kırsal bölge barının adıydı. Haritada işaretlenmişti, Sam’in Arazisi. Bar, bizzat kasabanın kendisi gibi görünüyordu. Babamın son bilinen adresi orasıydı. Arabayı sürerken katlanmış haritayı bir an için yüzüme tuttum, çocukluğumun sınıflarının kokusunu aldım.”

Komisyon, Dönüş

 

Winton’ı Avustralya’dan koparıp yalnızlığın derinden hissedildiği başka topraklara koysaydık, sonuç nasıl olurdu? Yazar aynı dili oluşturup karakter-manzara ilişkisini aynı incelikle yazar mıydı? Bir bireyi coğrafyadan çıkartıp taşımak mümkünken, insanı insan yapan coğrafyayı bireyin içinden ayırmak olanaklı mı? Yazar verdiği bir röportajda “Mekân, en önemlisi,” diyor. “Eğer mekân ilginç değilse, hikâyeyi duyumsayamıyorum. İçindeki insanları duyumsayamıyorum. İnsanların neden bahsettiklerini ya da neler çevirdiklerini anlayamıyorum.”[8] Çünkü bir bakıma toprağın çamuru, insanın da kili. Tim Winton’ın başarısı da bu kili en derinlikli biçimde şekillendirebilmesi.

 

Winton’ın edebiyatı ve Avustralya’da yaşadığım kişisel tecrübe o kadar iç içe geçti ki, artık yazarın kitaplarını içimde hafif bir nostalji duymadan okumam imkânsız. Parmaklarımı değdirdiğim beyaz kumlar. Arşınladığım yosun ve tuz kokulu sahiller. Önünde şaşkınlıkla kaldığımız inanılmaz kaya oluşumları. Sarı kırmızı yarlarda tarihi ve geçmişte yaşananları düşünmek. Tropikal kuş seslerinin doldurduğu ormanların büyüsü. Bütün bu tecrübenin tamamı, benim 50 mm’lik karelerimden oluşmuş, içimde yaşayacak bir mozaik. Benim Avustralyamı anlatan, bir hikayeler bütünü. Tıpkı, Winton’ın uzak diyarlardaki okurlara sunduğu ve onlara derinden yaşattığı kendi mozaiği gibi.

 

 

[1] L’espresso, 1982. Bu alıntı, Sidney Limanı’ndaki “Yazarlar Yolu”na yerleştirilmiş altmışa yakın levhadan biridir.

[2] Dönüş, Tim Winton, Yüz Kitap. Çev: Seda Çıngay.

[3] Quick Lamb: Türkçe karşılığı “Çevik Kuzu” anlamına gelen ve romandaki karakterlerden biri için kullanılan ad.

[4] Cloudstreet, Tim Winton, Picador. Makalede bahsi geçen “Dönüş” kitabı hariç kullanılan tüm örnekler, makale yazarı tarafından İngilizce ve İtalyanca orjinal metinlerden çevrilmiştir.

[5] Fish: “Balık” anlamına gelen bir takmam ad.

[6] Dirt Music, Tim Winton, Picador.

[7] Why Tim Winton Is Happy That He Never Moved To Melbourne, WA Today, Emma Young, 2023.

[8] “It’s A Risky Business”, Sydney Morning Herald.