(Yazarın Tokcay’ın Son Günü adlı romanından alınmıştır.)
Ve bir gün gitti Zoltan, tekrar geri dönmedi. Yaz geldi kavurdu tarlaları ve içindekileri, yağmur mevsimi geldi seller kapladı her yeri, kurak mevsim geldi üşüttü akşamlarımızı ama Zoltan’dan tek bir haber ulaşmadı köye. Sonra bir gün duyduk ki karısı evini ve tarlalarını satıp ayrılmış köyden. “Zaten bizim köyden değildi o kadın.” dediklerini duymuştum bir keresinde. Bir başka seferde de “Gemi batmış, ne dirisine ulaşabilmişler ne de ölüsüne.” Köylülerin bazıları inanmıyordu bu habere. “Yok canım, her limanda bir sevgilisi olan bir adama benziyordu.
Mutlaka başka bir ülkede başka bir karısı, hatta belki de ailesi vardır.” diyenler çoğunluktaydı. “Hem bak, karısıyla da Rayong’da tanışmışlarmış. Yani, geminin demir attığı limanlardan birisinde.” Köylülerin ağzında laflar bir uzuyor bir kısalıyor, Zoltan’ın yokluğu can sıkıntısını gideren güçlü bir ilaç gibi her eve, her odaya, her yemek masasına sızıyordu. O günlerde kimse fark etmemişti ama onun geri dönmeyecek oluşuna en çok üzülen ben olmuştum. Bir yandan da onun için sevinmiştim. Ölmediğini, içinde yaşattığı denizle bir yerlerde soluk alıp vermeye devam ettiğini hayal ettim hep. Ve işte bu uğursuz akşam vaktinde, bu dört kilometrelik upuzun mesafeyi, kör ve topal bir halde yürüyebildiysem; bunda Zoltan’ın ya da onun bende bıraktığı mirasın payı çok büyüktür.
Sağ yanımdan gelen yoğun ilaç kokusunu takip ediyorum. Gücümün son damlalarını kullanıyormuşum gibi bir his var içimde. Her an yere yığılıp kalabilirim ama bu kadar gelmişken, ölümden beş dakika çalmışım çok mu? Sağa döner dönmez asfalt yol arkamda kalıyor, küçük taşların ve kalın taneli kumların zemini kapladığı bir yola giriyorum. Koku gittikçe artıyor, alkol ve temizlik malzemesi kokusu karışıyor ilaç kokusuna. Bir de hafiften sidik kokusuyla mazot kokusu. Nerede olduğumu kestiremiyorum ama yakınımda park eden araçlar olduğu için duruyorum olduğum yerde ve uzun uzun havlamaya başlıyorum. Önce kimsenin dikkatini çekmiyor havlamalarım ama birkaç dakika sonra kim olduğunu çıkaramadığım bir adam geliyor.
“Def ol git buradan. Ne havlayıp duruyorsun!” Ben havlamaya devam ediyorum. Hastane çok yakınımda olmalı. Anne ve baba buralarda bir yerdedir muhakkak, onlara ulaşmalıyım. Hiçbir kimse engelleyemez beni.
“Sen, sen! Tokcay sen misin? Nasıl geldin sen buraya?”
Adamın elini başımda hissediyorum. Başparmağı gözlerimin arasını okşuyor. Hoşuma gidiyor bu ama böyle sevgi gösterileri için vaktim yok. Tossapol yerde öylece yatarken…
“Dur ben haber vereyim içeridekilere. Ajarn Supaporn[1] buradaydı, az önce görmüştüm. Acaba onlarla birlikte kamyonetle mi geldin? Eee, o zaman görürdüm ben seni geldiğinde. Yok yok, sen şimdi geldin. İyi ama nasıl! Gözlerin bu halde bu kadar yolu geldiğine göre…”
Adamın uzaklaşan ayak seslerini işitiyorum. Ben yorgunluktan tükenmiş haldeyim. Ne sesim var artık ne de soluğum. Dünyanın tüm seslerinin ve kokularının benden hızla uzaklaştıklarını hissediyorum. Uzanıyorum olduğum yere, kalbim neredeyse fırlayacak ağzımdan. Dilimin etrafında biriken kan tadına aldırmamaya çalışıyorum ama gittikçe artıyor bu ılık ve sinsi sıvı. Kasılıyor midem, bağırsaklarım ve gerisinde ne varsa. Çenemi kuru toprağa yaslıyorum, karnımın altında ince keskin taşlar var ama kalkıp daha rahat bir yer aramaya mecalim yok. Birazdan annenin ve babanın sesleri geliyor. “Tossapol, Tossapol, sen mi getirdin Tokcay’ı?” diyorlar. Sonra her şey kararıyor. Yıllardır lacivertine alıştığım zihnimin ışığı tamamıyla sönüyor, zifiri karanlıkla baş başa kalıyorum. Gerisini parça parça anımsıyorum, arada bir kıvılcım çakıyor ve gösteriyor bana ne olup bittiğini. Kamyonetin arkasının sert, tırtıklı ve soğuk zemininin tenime dokunuşunu; normalden iki kat hızla araba süren babanın ikide bir âni fren yapışını, eve vardıklarında beni arabada unutmalarını ve diğer arabayla Tossapol’u hastaneye yetiştirmelerini, çok çok geç bir saatte geri gelmelerini…
Tossapol’un zayıf ama neşeli sesi kulaklarıma gelince güçleniyorum biraz ama bunu belli edecek takatim yok artık. İkide bir “amma abarttınız ya” demesi içimi dürtüyor. Annenin beni kamyonetten aşağıya indirmek için babadan yardım istemesine seviniyorum. Babanın neredeyse titreyen ellerle beni kucaklayıp, en sevdiğim yere yatırması, hızlı hızlı inip çıkan karnıma elini koyup bir şeyler mırıldanması, sivrisinek kovan tütsüleri yakıp etrafıma dizmesi, üzerime bez örtmesi… Tatlı bir anıyı düşünür gibi deneyimliyorum tüm bu olanları.
Onlar henüz fark edemediler ama ben çoktan öğrendim beni bekleyen kaçınılmaz sonun sabahın ışıklarına kadar sabredemeyeceğini. Altımdaki zemin rahat durmuyor artık, zangır zangır sallanıyor bedenimi içine alıp üzerime kapanmak için. Vakit gelecek ve çökecek toprak, ağzımı burnumu dolduracak, gözlerimden içeriye akacak. Sabahı göremeyeceğim ama görmüş gibiyim şu halimle: Evin arka kapısı açılacak her zamanki gibi gıcırdayarak. Kuşlar cıvıldayacak, çatıyla tavan arasında kalan dar boşluklardan kafalarını uzatacaklar ürkek ürkek, sivrisinekler tüm gece çalışmış olmanın yorgunluğuyla dinlenmeye çekilecekler içi ter kokan ayakkabıların diplerine doğru, benim etrafımdaki tütsülerin külleri dağılacak açılan kapının estirdiği yelle, komşunun bahçesinden pirinç soyma makinesinin homurdanan sesi yayılacak köyün en ücra köşelerine doğru, domuzlar gacır gucur sesler çıkararak sabah yemlerine yumulacaklar. Anne eline aldığı uzun saplı süpürgeyle geceden kalma güve ölülerini süpürecek, baba termosun fişini takacak kahve yapmak için. Adımı çağıracak ikisinden birisi.
“Günaydın Tokcay” diyecek ya da “Acıktın mı Tokcay?”. Beni, o kirli bezlerin arasında büzülmüş yatıyor gördüklerinde anlayamayacaklar öldüğümü. “Yorgun” diyecekler, “Hasta, rahat bırakalım bir süre.” diyecekler, “Dün çok yıprandı. Bugün iyice dinlensin.” diyecekler, “Sen ne şahane bir köpeksin ki dört kilometrelik yolu bu halinle yürüdün.” diyecekler. Son on üç yıl boyunca bahçede ayak basılmadık yer bırakmamış olan Tokcay, artık kuyruğunu bile oynatamamaktadır, sezemeyecekler bunu, göremeyecekler. Baba radyoyu açacak sabah haberlerini dinlemek için, anne kahvaltı için mam[2] soyup kesecek. Yuvarlak şekilde kesilmiş mam parçalarını tavaya attığında çıkan cızırtıyı ve kokuyu almış gibi Tossapol çıkacak kapıdan kafasında kocaman bir sargıyla. Kalkık burnu oynayacak sağa sola doğru. “Çok başım ağrıyor anne.” diyecek açlığından bahsetmeye çekindiği için. Terliklerini doğru dürüst giymediğinden olsa gerek ayağını sürüyecek bir süre. Anne, Tossapol’a som-nam-na[3] diyen gözlerle bakacak. “Yat kalk Tokcay’a teşekkür et.” diyecek. Sonra da ekleyecek “Dinlemezsen annenin sözünü böyle olursun işte. Bir de bu akşam tomografiye Gideceksin.” Tossapol kafasını sallayarak yanıma gelecek, dürtecek sağımı solumu. “Sağ ol Tokcay!” diyecek yarım ağızla. “Çok acıktım ben Tokcay, sen de acıktın mı? Sana bugün kendi tabağımdan yemeğin en güzel kısmını vereceğim.” diye ekleyecek gülerek. Benden bir tepki alamayınca endişelenecek, “Anne hiç hareket etmiyor Tokcay. Biz etraftayken kapının ağzında uyumazdı bu.” diyecek kırık dökük bir sesle. Anne gelecek, elinde pirinç haşlama sepeti ya da et kesme tahtası olacak. Elindekileri masaya bırakıp bana bakacak, soluğumu yoklayacak, elini karnıma koyacak. Sonra Tossapol’a bakacak buğulu gözlerle, “Tokcay bay savan leo”[4] diyecek. Tossapol’un gözünde en büyüğünden kocaman bir damla belirecek o anda. Uzun süre kalacak orada o damla, dağların tepesinde birikip bir türlü düşmeyen çığ gibi bekleyecek kırılmayı tetikleyecek sarsıntıyı. Akmayacak, yere düşmeyecek, süzülmeyecek yanaklarından. Ne zaman ki bana benzeyen bir köpek görecek Tossapol ya da benden kalan bir anıyla karşılaşacak bahçenin bir köşesinde, işte o zaman bu damla yakacak bakışlarını, sislendirecek gözbebeklerini, bulandıracak görüş alanına giren her şeyi. “Tokcay bay savan leo” diyecek sabah kahvaltısının artıklarını ne yapacağını düşünürken… Ve bu cümle diline pelesenk olacak son nefesini vereceği güne kadar. Ben burada olmayacağım, göremeyeceğim, duyamayacağım, koklayamayacağım hiçbirisini. Kim bilir belki Pi Dam’la uzun bir sohbete dalmış olacağım o sırada, belki de uçsuz bucaksız çayırlarda Zoltan’la birlikte koşuyor olacağım. O bana yine dertlerini anlatıyor olacak, ben yine tembellik edip aralarda duracağım. Ben yaralanınca yurttaki odaya alınmama izin veren o müdire hanımı görüp elini yalayacağım belki de. Bizi Kamboçya’ya götürmeye çalışan o adamı bulup bacağını ısıracağım. Kahve’yle buluşacağım dolunayın vurup çatlattığı duvar diplerinde, akşamüstlerinde okuldan dönen kısa pantolonlu çocuklara havlayacağım, yarasız beresiz bedenimle gurur duyarak yürüyeceğim diğer köpeklerin arasında. Hepsinden öte; adım anıldığında Tossapol’un gözlerinde biriken kocaman bir damla olacağım ve dünyayı tüm ihtişamıyla o su baloncuğunun arkasından izlemeye devam edeceğim. Bir yandan da söyleneceğim arkamda bıraktıklarıma. Ben, Tokcay Patthanachai; bu ailenin en küçük oğlu olarak, sevdim ve sevildim yaşarken, huzuru da özgürlüğü de acıyı da tattım sonuna kadar, son nefesimi verene kadar ihanet etmedim bana güvenenlere. Güzel yaşadım, güzel ölüyorum. Hoşça kalın…
35 İsan usulü sucuk.
36 “Oh olsun canıma değsin” anlamında bir deyim.
37 Tokcay cennete gitti.
Kasım 2016 – Mayıs 2017
Changzhou, Çin
[1] Supaporn Öğretmen. Annenin adı.
[2] İsan usulü sucuk.
[3] “Oh olsun canıma değsin” anlamında bir deyim.
[4] Tokcay cennete gitti.