“Hayatı ileri dönük yaşar, geriye dönüp anlarız.” der Kiergagaard. 42 yıllık kısa ömrüne (1813-1855) “hayat”a dair birbirinden ilginç düşünceler sığdıran, bu düşünceleriyle de kendisinden sonraki düşünürleri önemli ölçüde etkileyen Danimarkalı felsefecinin söylediği bu söz, salgın günlerinden beri hiç aklımdan çıkmaz. Her akşam saat 19.00 sıralarında günün “ölen kalan bilançosu”nu beklediğimiz o çaresiz günlerden beri her felakette o travmayı sıcağı sıcağına yaşıyor, zaman içinde de yaşadıklarımı serinkanlılıkla geriye dönük olarak anlamaya çalışıyorum. Hepimizi derin acılara boğan deprem günlerinde de böyle oldu. Bir yandan kendi çapımda acıya ortak olup yarıları bir nebze de olsa sarmaya çalışırken öte yandan da deprem sonrası gelip geçen ayları, o aylarda yapılanları ve yapılmayanları anlamaya çalıştım. Akıp geçen zaman içerisinde gördüklerimi, anladıklarımı, görüş ve düşüncelerimi “Türkiye Yüzyılı”ndan “Yüzyılın Felaketi”ne adını verdiğim bir e-kitapla paylaştım. Kitabım dijital dünyanın boşluğunda orada öylece duruyor. Herkesin erişimine açık. İsteyen arayıp bulabilir, indirip okuyabilir.
6 Şubat 2023 Pazartesi gece 04.17’de Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinde meydana gelen depremin yol açtığı felaketin boyutlarını gün ışıyınca anlayabildik. Ulusça bu büyük felaketin şokunu atlatmaya, araçsız gereçsiz, bilinçli bilinçsiz oradan oraya koşturmaya çalışırken depremden 9 saat sonra bu kez öğleyin saat 13.24’te Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinde meydana gelen depremle bir kez daha sarsıldık. Yaklaşık 13,5 milyon nüfusun yaşadığı 10 ilimiz bu depremlerden etkilendi. Sonradan bu 10 ilimize, depremin ilk gününden beri günlerini dondurucu soğukta endişeli bir bekleyişle diken üzerinde geçiren Elazığ da eklendi. Böylece depremden etkilenen il sayısı 11’e yükseldi: Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Elazığ, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis, Malatya, Osmaniye, Şanlıurfa… Sonradan bu depremler 6 Şubat Kahramanmaraş depremleri olarak anılmaya başladı.
Deprem, bu geniş coğrafyada hepimize onulmaz acılar yaşattı. Aynı acı komşumuz Suriye’de de yaşandı. O ilk anların heyecanıyla elimdeki kırmızı yüzlü not defterine şunları yazmışım: Fay hatları sınır tanımaz. Kırılan fay hatlarının ardında bıraktığı büyük acılar da öyle. Hem ülkemizde hem de komşumuz Suriye’de ulusal ve uluslararası dayanışma ve yardımlaşma duygusuyla acılarımızı onarmamız, ne olursa olsun hayatı savunmamız gerek. Biliyorum; gidenleri geri getiremeyiz, ama yarının depreme dayanıklı yeni hayatlarını bugünden hep birlikte kurup yeşertebilir, hayatı yeniden örgütleyebiliriz.
Şimdi iki yıl geriye dönüp bakıyorum da bu satırları yazarken fazla iyimsermişim. Dile kolay, depremlerde tam 53 bin 725 kişi hayatını kaybetmiş, bundan çok daha fazlası halen tedavi görüyor, yardımlarla hayata tutunmaya çalışanların, yardıma muhtaç olup da yardım yüzü göremeyen depremzedelerin sayısını ise bilen yok… Özetle depremin geride bıraktığı yıkım ve derin acı orada orta yerde öylece duruyor. Barınma deseniz barınma yönünden, iş deseniz iş yönünden, altyapı deseniz altyapı yönünden yaralar hâlâ kanıyor…
Art arda o iki büyük deprem olmuş, olmamış ne fark eder; Baksanıza hemen her şey yerli yerinde. Yoksulluk da zenginlik de yerli yerinde. Savaşlar da savaş sonraları da yerli yerinde. Yokluğumuz, yoksulluğumuz, yoksunluğumuz, umutsuzluğumuz, umarsızlığımız yerli yerinde… Dertlerimiz, tasalarımız, kaygılarımız, endişelerimiz… hepsi yerli yerinde: “Ama ekmek satılmadı eskisinden ucuza” (Bertolt Brecht, Halkın Ekmeği”) … Bize göre belki kısa ama depremzedeler için uzun sürmüş o iki koca yıl yerli yerinde… Özgürlükçü, hakkaniyetli, güvenli, mutlu, müreffeh yeni bir dünyanın çok uzağındayız hâlâ… Öyle görünüyor…
Öte yandan mühendislik kurallarına, ilgili yönetmeliklere açıkça aykırı olarak inşa edilmiş binaların depremde saniyeler içerisinde art arda yıkılmasının sorumluluğunu üstlenen olmadı! Ceza yargılamalarında suçu herkes birbirine attı. Yeni yeni sonuçlanmaya başlayan davalarda yıkılan binaların sorumlularına, yetkililerine verilen cezalar vicdanları kanatıyor. Depremzedeler verilen bu kararlara adeta isyan ediyor. Depremde hayatını kaybeden gencecik sporcuların geride kalanlarının hakkını hukukunu aramak için KKTC’den gelip Adıyaman’da adalet arayanlar var.
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir şiirinde dediği gibi bu memlekette onulmaz acılarımızın her birinde “hüzün gelir baş köşeye kurulur”… A. Kadir de bir şiirinde “acılarımızla sarmaş dolaş olmuştuk” dememiş miydi? Ezginin Günlüğü, o dizeyi, duru bir ezgiyle “olduk acımızla/acımızla sarmaş dolaş” diyerek özenli bir duygudaşlıkla bizlere ulaştırmamış mıydı? Bir de şu var: Şu unutkan âlemde acılar akıp geçen zaman karşısında oldukça dayanıksızdır, hem de çok dayanıksız. Biz ne kadar “acımız büyük, unutmayacağız” desek de yaşanan onca acının zaman içinde kolayca unutuluverdiğini Nâzım’ın “en fazla bir yıl sürer/yirminci asırlarda/ölüm acısı” dizelerinden biliyorum…
Yalnızca bireysel acılar değil toplumsal acılar da unutuluveriyor zamanla… Bu unutkan âlemde toplumsal bilinç, toplumsal bellek sözle, yazıyla, görsel ve işitsel kayıtlarla, sözlü tarih çalışmalarıyla, şiirlerle, öykülerle, romanlarla, filmlerle, tiyatro oyunlarıyla, biricik anları donduran fotoğraf kareleriyle, ressamların aklından geçen resimlerle, ağıtlarla, gazete haberleriyle, izlenimlerle, röportajlarla oluşur… Zira anlatılan, gelecek kuşaklara aktarılacak olan senin, benim, bizim, velhasıl topyekûn bir ulusun hikâyesidir.
Geçmiş yüzyıllarda da yaşandı böylesi büyük depremler, yangınlar, sel felaketleri, salgın hastalıklar, savaşlar… Hepsinde de büyük çaresizlikler içerisinde derin acılara boğuldu insanlık. Sonra doğrulup, kaldığı yerden yaşamaya devam etmek yerine, hayatı yeniden kurmanın yoluna, çaresine baktı. Onca acının içinden sıyrılıp nereden ve nasıl geleceğini bilmediği güzel günlere, umutlu günlere olan sarsılmaz inancının, hayat dolu o güzel iyimserliğinin verdiği güçle bilimin aydınlattığı parke taşlı patikalarda yeni bir hayatın filizlenmesinin yollarını aradı. Tarih buna tanıktır…
Geçmişte tarihçiler, seyyahlar, halk ozanları tanık oldukları, duydukları ya da bir yerlerden okudukları büyük depremleri ayrıntılarıyla anlatmışlardır. Biz bugün tarihe mal olmuş büyük depremleri kayıtlardan, resmi belgelerden çok nesilden nesile aktarılan toplumsal bellek ürünü anlatılardan biliyoruz, hatırlıyoruz. Nâzım’ın “Erzincan’a bir kuş var/kanadında gümüş yok” dizeleriyle başlayan “kara haber” şiiri 1939 “Erzincan Depremi”nin toplumsal belleğimizde yankılanan örneklerindendir.
Bugünler gelip geçecektir, zaman içinde yaralar sarılacak, hayat kimi yerlerde yeniden kurulacak, kimi yerlerde de kaldığı yerden devam edecektir… Ama geride kalan acı, boğazımızda düğümlenen acılı söz dile gelmeli, yaşadıklarımızdan öğrendiklerimiz toplumsal bilincimize emanet edilmelidir… Gelecek kuşaklar bugünkü acıyı enkaz altından sıcağı sıcağına yazılanlardan, gazete manşetlerinden, haber-yorumlardan, çekilen fotoğraflardan, görüntülerden, yapılan röportajlardan, göklere yükselen feryatlardan öğrenecektir.
***
Depremin olduğu 6 Şubat’tan yaklaşık üç ay sonra cumhurbaşkanı ve parlamento seçimleri vardı. Seçimler de göz önüne alınarak o günlerde deprem bölgesi adeta ziyaretçi akınına uğruyordu. Hükümet, “cumhurbaşkanımızın direktifiyle”, bir yıl içinde kalıcı konutların yapılacağını vaat edip depremden etkilenen 13,5 milyon insandan bir yıl süre istiyordu. Sonra bu süre iki yıla çıktı. Ayrıca sorun, kaç yılda kaç konut yapıldı, kaç konut yapılamadı sorunu da değildir. Zira enkaza dönmüş şehirlerde, ilçelerde, köylerde yeni bir “hayat” kurmak, o kurulan hayatı oralarda yeşertip büyütmek, oraları yeniden “canlandırmak”, yapılan ve yapılamayan konut sayısından çok daha önemlidir.
Henüz daha bu iki büyük yıkıcı depremin etkileri tam olarak tespit edilmemişken, henüz daha “hasar tespit” çalışmalarına başlanmamışken, henüz daha kentlerin, ilçelerin, kasabaların, köylerin yeni yerleşim yerleri belirlenmemişken, henüz daha milletçe depremin derin şoku atlatılamamışken depremzedelere bir yıl sonra kalıcı konut vaat etmek durumun ciddiyetini hiç anlamamak demekti. Tam bir popülizm örneğiydi.
1995 yılının Kasım ayı sonundan itibaren yaklaşık altı ay süreyle Uluslararası Japon İşbirliği Ajansı’nın (JICA) bursuyla Japonya’da teknik bir kursa katılmıştım. Brezilyalı, Arjantinli, Ürdünlü, Hindistanlı, Endonezyalı ve Pakistanlı altı mühendis arkadaşımla birlikte oldukça verimli bir grup dinamiği oluşturmuştuk. Kyushu’da uluslararası eğitim merkezindeki tanışma ve açılış toplantısında Japon yetkili söz arasında, “Japonya bir deprem ülkesi. Eğitiminiz boyunca kaldığınız yerlerde zaman zaman sarsıntı hissedebilirsiniz. Lütfen tedirgin olmayın; endişeye, paniğe kapılmayın. Binalar depreme dayanıklıdır. Hissettiğiniz sarsıntılar bir süre sonra kesilecektir. Böyle bir durumla karşılaştığınızda lütfen birazdan sizlere dağıtacağımız bilgilendirme broşüründeki talimatlara göre hareket edin.”
Altı ay gibi uzun sayılabilecek bir süreyle bir deprem ülkesinde bulunurken kaldığımız binaların depreme dayanıklı olduğunu, hissedilecek sarsıntıların korku ya da paniğe yol açmaması gerektiğini bilmek son derece değerliydi…
Yıllar sonra 6 Şubat 2023 Pazartesi… İlk andan itibaren hepinizi derin acılara boğan o iki büyük depremden sonra hep şunu düşündüm: Deprem korkusundan uzakta, başımızı yastığa koyduğumuzda huzur içerisinde uyuyabileceğimiz güvenli evlerin, güvenli şehirlerin, kısacası depreme (ya da yangına, ya da sele, heyelana vb.) dayanıklı güvenli bir hayatın maliyeti nedir? Yaşadığı acı tecrübelerden yola çıkarak örneğin bir Japonya bu maliyeti ödeyip depreme dayanıklı evlerde, şehirlerde korku ve panikten uzakta yaşarken biz neden bu maliyeti ödemeyip hep diken üzerinde yaşıyoruz? Küçük büyük her depremde neden hep yüreğimiz ağızımıza geliyor?
Depreme dayanıksız bir binada “burası deprem bölgesi, ha bugün ha yarın deprem olacak” endişesiyle bir ömür tüketmenin maliyeti nedir? Ülkemizde acaba böyle kaç bina ansızın “tabut ev”e dönüşmeyi beklemektedir? Bunları güçlendirmenin ya da uygun bir şehir bölge planlamasıyla yeniden yapmanın maliyeti nedir? Yıllar yılı bu iyileştirmeleri yapamamış olmanın maliyeti nedir? Uygun olmadığı bilindiği halde imar aflarından yararlanılarak içinde oturulmak zorunda kalınan binalarda geçen endişeli günlerin, ayların, yılların maliyeti nedir? Sorular çoğaltılabilir elbette…
Acaba biz de bir gün bu iki büyük depremden aldığımız ya da alacağımız derslerle, Japonya’da olduğu gibi, etkili bir ulusal felaket stratejisi geliştirebilir miyiz? Yer seçiminden tüm yapım işlerine dek, deprem korkusu olmaksızın evlerimize, hastanelerimize, diğer kamu binalarımıza herhangi bir deprem endişesi duymaksızın girebilir miyiz? Köprülerden, otoyollardan, demir yollarından, tünellerden, viyadüklerden gönül rahatlığıyla geçebilir miyiz?
Aslında Anayasamız tüm bu haklı endişeleri düşünmüş. Anayasamızın 56. maddesi şöyle der: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” Bununla bağlantılı olarak 57. madde ise şöyledir: “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.”
Bu iki hayati madde hükümet edenler için, ilgili bakanlar için bir anlam ifade ediyor mu ya da yetki sahipleri bu maddelerden kendilerine bir “sorumluluk” payı çıkarıyorlar mı? Hiç sanmıyorum. Neden sanmıyorum? Bir örnekle açıklayayım: Hatırlarsanız; 6 Şubat depremlerinden bir süre önce yurt çapında gülünç, göstermelik bir “deprem tatbikatı” yapılmıştı. Tatbikat uyarında deprem sırasında öncelikle kendimize güvenli bir yer bulacak, hep birlikte çökecek, kapanacak, tutunacaktık. Her birimize bilgilendirme mesajları gelecekti. Göstermelik bir tatbikat ile gerçek hayatta yüz yüze kaldığımız deprem felaketi arasındaki farkın, depremde oluşan derin fay yarığı kadar büyük olduğunu ne yazık ki yaşayarak gördük. Bir şey daha gördük: Böylesi büyük felaketler, kısa, orta ve uzun vadede yeterli bir hazırlığı olmayan, ehliyetsiz ve liyakatsiz kadrolar eliyle yönetilemez.
Bu liyakatsizlik, ehliyetsizlik bir alanda değil ki neredeyse her alandaydı. Örneğin depremden hemen sonra 15 Şubat’ta “Türkiye tek yürek” adıyla son derece değerli bir yardım kampanyası düzenlendi. Böylesi büyük felaket anlarında milletçe dayanışma ve yardımlaşma içerisinde olduğumuzu göstermesi, ulusal aidiyet duygusunun gelişip güçlenmesi bakımından kendiliğinden ya da organize her türlü yardım ve bağış kampanyası değerlidir, önemlidir. Ancak o akşam öyle bir bağış kampanyası düzenlendi ki telefonla bağlanıp yüksek meblağda bağış vaadinde bulunan kimilerinin sonradan vaat ettikleri bağışları hesaplara yatırmadıkları ortaya çıktı. Devlet sonradan bu vaatlerin peşine düştü! Örnekler çoğaltılabilir…
***
Kahramanmaraş depremlerinin üzerinden tam iki yıl geçti. Birinci anma yıldönümünde “devlet erkânı” neler söylenmişse bu ikinci yıldönümünde de biraz daha unutulmuş haliyle üç aşağı beş yukarı yine aynı şeyler söylenecek. Zaman geçtikçe, -umarım olmaz ama- onulmaz acılarımıza daha başka onulmaz acılar eklendikçe, birkaç hatırlatma haberi eşliğinde 6 Şubat günü de bir takvim yaprağı olarak öylesine gelip geçecek. Herkes yıllar boyunca acısıyla baş başa kalacak ve ne yazık ki bu böyle hep sürüp gidecek…