Ne dersin sevgili, caz müzik dinler de türküye gömer mi insan kederini? Sevgili deyince bak ben de garipsedim. Giden öyle anılırsa, kalan kendiyle hesaplaşır durur tabii. Bir isyanlık şarkıyla soğuyup sussaydı içim… “Ah, son türküyü de böyle dinlemeseydim!”
Sakin ruhumu frapan kafelerin caz müzik gecelerinden kopardın da ne duygu tonlarının ortasına bıraktın. “Bunca soğukkanlılığı nereden alıp getiriyorsun koltuğuna? Hem bu nasıl müzik böyle, aa!” deyip bir güzel de kızardın, ha canım? “Türkü dinlemeye gidelim, sevmedim burayı!” değişmez cümlenle sohbetimizin kaderiye az oynamadın. Böylelikle kendi halinde mekânların, kendi derdiyle kavrulan seslerine kattık sohbetlerimizi. Konuşurduk, dinlerdik, söylerdik, peçeteyle istek parça bile isterdik. Ben… Beklemezdim kendimden, ne yalan söyleyeyim.
İtiraf etmeliyim, caz kafenin masasına bıraktığım sessizliği türküyle yırttığın zamanlar çok güzeldi. Ben olduğun yerde mutluydum, sen ise olmayı seçtiğin yerde… Razı gelirdim bakışının ağırlığında un ufak ezilmeye. Sevmek böyle bir şeymiş, tattırdın. İnan, seni seyre daldığım zamanlar çok kereler sordum kendime: “Şükür mü edeyim, telaş mı?”
Saçının tepesinde çoğalan o dumanlar, seni içimde nasıl çoğaltırdı bilsen! Hele gülümseyişin, türkünün acılığını alırdı. Yine de bilirdim… Tebessümün, gözündeki karayı beslerdi gölge gölge büyüyerek. Her seferinde tenhalarına varamayan, dibimdeki uzaklığını yoklardım. Sözlerinin parantezini dahi anlardım, anlardım da önümdeki içkiden başka kaçacak yerim olmazdı.
Çok baktım gözlerine; çok baktın gözlerime… Ben seni anlamaya, sen beni izlemeye… Söylesene; sakin, huzursuz bakışlarıma hiç mi anlam yüklemedin? Eşlik ettiğim şarkıları uzatışımı yorumlamaya gerek de mi görmedin? Bakmak başka, görmek başka güzelim! Beni kendi sakinliğimden koparıp buralara getirirken keşke bana da kendine de doğru soruyu sormayı deneseydin.
Gerçekten, inanıyor musun ki ben türkü dinlemeyi evvelden bilmeyeyim? Yahu ben bu ülkenin evladı değil miyim? Gesi Bağları’nın yanık feryadını, Uzun İnce Yol’ları, Evlerinin Önü Mersin’i, Mihriban’ı, Yalan Dünya’yı hatta o hiç bilmediğine emin olduğum Mendilimin Yeşili’ni senden çok dinledim. Nice şarkıyı da senden iyi bilir, senden iyi eşlik ederdim. Dediğim gibi: “Bakmak ayrı, görmek ayrı güzelim.” O değil de… Keşke bunu daha önce düşünebilseydim! Benden içeri biraz baksan, boğazımda duran acıyı zaten merak ederdin. Biraz içeri, biraz…
Beni babamdan bu türkü inceliği ayırdı. Hem nasıl bir ayrılık; vedasız, sonrasız! Bundan tam yirmi dört yıl öncesi. Yaşım on altı. Gecenin bir vakti bir grup adam kapıya dayandı; dayandı dediysem az dedim. Kapıyı birkaç darbede yere serdiler. Şaşkınlıkla yataktan fırlamış, ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk ki önce sağ omzundan, sonra kollarından çeke çeke babamı sokağa sürüklemeye başladılar. Annemin feryatları, babamın karşı koymaları, kırılıp dökülen eşyalar, akli melekelerin kaybolup nefesin daraldığı görüntüler… Her şey birdenbire oldu: Babam sanki saniyeler içinde karanlığın içine ışınlandı; tüm o karmaşa, gürültü, çığlıklar bir anda son buldu. Ömür gibi gelen birkaç saniyelik şok anı… Sonrası birikmiş, sıkıştığı yerden patlayarak çıkan çığlıklı feryatlar… Neden biliyor musun? Ahbaplarıyla toplaşıp bağlama çaldıkları çilingir sofralarından birinde sevdiği bir türküde sesini yükseltmiş, sonra şarkıya doyamayıp son nakaratını tekrar söylemiş diye! Orada bulunan mafyadan bozma adamlar, babamın inceden laf attığı fikrine kapılmışlar. Kalabalık, çıkan kargaşayı bastırmış o an. Ne bilsinler meselenin buraya varacağını.
Sen böyle bir sebepten hiç tanımadıkları adamın evini bulup onu öldürenlere denk geldin mi? Ben geldim! Düşün, ergenliğime varmadan o çocuk yaşımda saçlarım ağardı benim. Ben ki babamın o çok sevdiği bağlamasını, geldiğinde başına tekrar iş açmasın diye o gece paramparça ettim. Bir hafta, bir ay, bir yıl ve daha çok yıl bekledim. Babam gelmedi. O türküleri bir daha hiçbir yerde açmadım, dinlemedim.
Çok kadın oldu hayatımda. Say ki bin türlü sesten, bin türlü müzik dinledim. Bambaşka tınılara kapılmış, geçmişi hatırlatacak tek bir sese bile set çekmiştim ki sen geldin! Ama gelmek nasıl bir gelmekti göz bebeğim, özgün sesim, can içim… Bir oturdun karşıma; geçmiş, önüme yemek oldu tabaklarca. Hepsini aynı acılıkla yedim de ses etmedim. Sen ki geçmişle barıştırandın beni! Yine senmişsin, geçmişin acılığını zehre çalacak olan.
Bir gidiş, bir gidiş ki barıştığım türküler ağladı başımda. O türkü barda gidişinin niyesini sorgulamaktan tükendim; gelişinin garipliğini sorgulamam yetmezmiş gibi. Sana adanmış kaburgamın boşluğunda o gece son çalan şarkının yankısı…
Kirpiğin kaşına da değdiği zaman
Bekletme sevdiğim de vur beni beni…
Sesi kendine kadar olan eşlikçilerin mırıltıları devam ederken müziği onlardan mı dinledim, sahneden gelen sesten mi, bilmiyorum… Elimdeki bardakla anıları çalkalıyordum o sıra. Ve sesler yükseldi; sağdan, soldan, sahneden, hatta duvardan bana…
Gönlümde duygular da ateş saçanda
Ateşten gömleğe de sar beni beni…
O sözlerin üstüne söz dinlenir miydi hiç? Bir hışımla cebimdeki parayı masaya çarparak çıktım mekândan. Ne garsonu bekleyecek halim vardı ne yeni bir şarkı için kaburgamda boşluk…
Sen, beni geçmişle barıştırıp ertesinde geçmişten milyon kere daha nefret ettirdin. Biliyorsun, nefretim sana değil. Hem zaten, öyle severken nasıl nefret edebilirim? Şu işe bak: Aynı türkülerle bir kere daha terk edildim! Aynı aşkla, özlemle, hiç vazgeçmemişçesine, her gün söylermişçesine bir tazelikle… O sözlerin derinliğine, hiç hüzün olmayan yerden sızılar türeten sazın her bir teline ilik ilik düğümlendim yine.
Sağ kulağımda, dilinde ıslıklı bir türkü ile babam; sol kulağımda adın gibi türkü türkü sesin. Türkü… Ben artık, ismini hatırlatacak tek bir melodide yığılacak kadar yorgun bir gövdeyim. Nice yazdım, çizdim, çığırdım, bozuldum, doğruldum; sana adınla hitap edemedim. Göz bebeğim, özgün sesim, can içim Türkü. Bam telime basa basa beni terk etmeseydin…