Özgür Filistin’e ve Mahmud Derviş’e…
Gece kankırmızı. Sessizlik almış yürümüş. Uyumamış olanlar nefes aldıkça ciğerlerindeki tedirgin yara gitgide büyüyor. Küçükler annelerinin kucağına sığışmış. Baba ve oğul dalgın, her biri kendi içinde rengi belirsiz korku yumağıyla meşgul. Sessizliği bölen tek şey var, zaman zaman gökten damlayan gürültüler. Onlar yağmur değil, yeryüzüyle buluşunca bin parçaya bölünen yitim melekleri. Genç anne her gürültüde kanatlanıp çocuklarının üstüne kapanıyor, terleyen alınlarını siliyor, saçlarını okşuyor. Ebu Ali Mustafa karısından az uzakta, sırtını öteberiyle doldurulmuş çuvallara vermiş, avucunun içine gizlediği sigarasıyla geceye nokta kadar ışıkla eşlik ediyor. Babası göl yeşili, fitilleri sökük koltuğunda. Onun da parmaklarının arasında dumanlı efkârlar tüten bi ışık. Çektiği duman nefes borusundan aşağılara indikçe kendini milyon yaşında sayıyor. Sırtındaki mavisi soluk gömlek göz göz yanıklarla dolu. Sigarasını dibine kadar somurduktan sonra, yaşlı ciğerlerinden dumanı salıp dudaklarından dua olmayan sözcükler döküyor, benim ve gecenin çıldıracağımız zaman kalmadı.
Ez-Zeytun mahallesinde duvarları ayakta birkaç ev kaldı. Gidecek yeri olanlar çoktan gitti, bir iç ülkeden öteki iç ülkeye, sürgüne. Talihi yaver gitmeyenler sırtlarında kolon demirleri, göğüslerini ezen bloklar ve deniz kumuyla kucak kucağa. Kursakları boş, etleri dağılmakta. Yaşlı adam geçmişin lacivert kucağında. Yaşadığı, umut ettiği, dertlendiği her ne varsa zihnine sımsıkı düğümlemiş. Sigarasını küllüğe bastırdıktan sonra yorgun parmaklarıyla yaralarını yokluyor. Her yarayı onur sayıyor, hâlâ. Ebu Ali Mustafa babasına kırgın. Ancak şimdiye dek saygısızlığa varacak hiçbir girişimde bulunmadı. Evi bırakıp gitmek ona da zor geliyor ama yapacak çok şey yok. Çocuklar daha küçük. Ailesinin kaderi avuçlarında. Karısının şakaklarına usulca dökülmüş zülüflerini izliyor bir süre. Dudaklarındaki iyilikli kıvrıma mim koyuyor, kaşının eğrisinde soluklanıyor. Sonra boynundaki şah damarın yakınındaki kara üzümü çağrıştıran bene iniyor bakışları. Gördüğü şey babasının annesini severken ezberden okuduğu şiiri çağırıyor, bu dünyada hayatta kalmayı hak eden şeyler var.
Fecr yakın, göğün ışıklı çocukları başka karanlıkları aydınlatmak için çekildi çekilecek. Ebu Mahmud’un gözleri kirpiklerine dek açık. Oğlunun başı göğsünde. Torunlarının nefesleri birbirine karışmış. Onlardan, defne ağacından, zahterden, ihanetten, bitmek bilmez nakba günlerinden, şiiri çöle bayındır kılamamaktan utanıyor. Sürgünlüğün ilelebet tedavülden kalktığı, gülüşlerini onduracak bir yurt bırakamadılar onlara. Aklı geçmiş ve şimdi arasında mekik dokuyor. Sürgündeki şairin incelikli şiirini ilk duyduğunda kalbine üç cemre düşmüştü; aşk, yurt, kavga, şimdi gibi hatırlıyor. Doktor Habaş ile el sıkıştığında avuçları terlemişti, onu da… Ve Arap soyu erkeklerinin Leyla’nın gökyüzündeki cesaretinin karşısında bıyıklarından utanmasını… Gönençli, umutlu, yapayalnız kalmadıkları günleri düşündükçe ciğerlerine nane kokusu taşıyan rüzgârlar doluşuyor. Ancak bütün o günlerin yaz yağmurları gibi geçip gittiği aklına gelince omurgasındaki kemikler çıt ediyor, çıt. Hatıraları zihnine çokuştukça yeniden tütüne sarılma isteğiyle sabırsız, kıvranıyor. Ancak ağzında yapışkan bi çamur tadı, yenisini yakıp yakmamakta kararsız. Bir iki mahalle öteden cankurtaranların çığrışan sirenlerini duyunca kararsızlığı öfkeli kararlılığıyla yer değiştiriyor. Çok geçmeden titreyen parmaklarıyla sıradaki sigarasını çekiyor paketten. Çakmağı çaktığında oğlu uyanmanın arifesinde. Göğsündeki sabırsız dumanı bekletiyor. Duman karanlığa karışırken kalkıp sarılmak istiyor ona. O coşkun günlerin en biricik, kanlı canlı hatırası olan oğluna. Ve o doğmadan önce kendi babasına evi terk ederken söylediği şu mısralar geliyor aklına, ben hüzünlüyüm ve ben yine hüzünlü olacağım, ey baba, kabul ederse selam söyle soyuma.
Göğün yıldızlı bayram yeri dağıldı. Güneş ışınları turuncu portakallar gibi yansıdı kentin tozarmış sokaklarına. Ebu Mahmud uykuyu düşman bellemiş. İki kirpik arasına kibrit çöpleri çatılmış gibi sabaha dek yummamış gözlerini. Evin içine dolan ışık çerçeveleri içerisindeki fotoğrafların karanlığını dağıtmış. Duvarın rengi şimdi daha belirgin, limon sarısı. Fotoğrafların altında içi hatıralarla dolu ceviz ağacından sandık, üstünde fi tarihinden kalma tüplü televizyon. Gözü iki fotoğraf arasına gerilmiş bayrakta. Bayrağın sağında iki kişilik dünya. Zeytin yeşili gömlekleriyle, kefiyeleri boyunlarına yıkık iki âşık, ellerinde kaleşnikoflar, gövdeleri bitişik. Gözlerinde inanmanın, sevmenin, doyumsuz, müdanasız çılgınlığı. Sol tarafta o en sevdiği şair, sağ eli dalgalı saçlarında, parmaklarının arası sigaralı. Gömlek cebinde bir ulusun neyi var neyi yoksa kayda alan kalem. Dudaklarında ki tebessüm kırgın, gözleri aydınlık. Badem çiçekli günlerin özlemiyle hafızasının en güzel anılarını adımlarken, ev ahalisinin ayaklandığından bihaber. Torunları önüne dizildiğinde farkına varıyor vaktin geldiğinin. Kalbi derin cızlarla titreşiyor. Çocuklar tek tek elini öpüyorlar, o, avuçlarının arasına aldığı başlarını. Gelininin sağ omzuna elini koyup herkese iyi bakmasını tembihledikten sonra çiziyor sözün acısını, ne yapacağız? Ne yapacağız bütün bu kovuluşlarda?
Gelin ve çocuklar çıktılar, Um Ali Mustafa’nın başının üstünde alelade doldurulmuş bohça, çocukların ellerinde çuval, kulpu kopuk alıveriş çantası, bir de akvaryum. İçerideki son vedanın sonlanmasını bekliyorlar. Babanın yüzü bin yaşındaki zeytin ağaçlarının gövdesine öykünürcesine kırışık. Oğul ısrarcı, geride kimseyi bırakmak istemiyor. Ebu Mahmud avluyu gösterip, “bu ağaçlar, harcını, kerpicini annenle birlikte taşıdığımız bu ev buradayken olmaz, siz gidin, benim yaşayacak başka hayatım yok.” En sevdiği şairin ismini koyduğu oğluna, asla karşı çıkılamayacak bir tonla söylüyor bunları. Kasem billah ediyor kırk yaşının ortalarındaki oğlu, bütün komşuların gittiğini, mahalledeki ekmek fırınının bile yıkıldığını, yapacak bir şey kalmadığını, burada kalırsa gökyüzünden yağanların, onlardan kurtulsa bile demir ayaklı canavarların evi başına yıkacaklarını söylüyor. Ebu Mahmud’un kaşları kararını katiyen değiştirmeyeceği hususunu imler gibi kalkık. Son bir yelteniş, yalvarmaya varan rica dolu sözcükler ardı ardına. Akı karasından çok kaşlar hâlâ kalktığı yerde. Oğlunun kirpiğinden dökülenler, babanın titreyen ellerinin üstündeki beneklerde birkaç damla ak güvercin. Ve şimdi sırtları birbirine dönük. Yaşlı adam kapı kapanıncaya kadar duvardaki soluk fotoğraflara dikiyor gözlerini. Kapının örtülme sesinden sonra yeni sigarasını kıstırıp dudaklarına, duvarda asılı duran en sevdiklerine “işte şimdi baş başa kaldık” deyip devamını getiriyor, ey içimizdeki son yerde uyuyanlar, selamünaleyküm… selam…
Selamdan sonra pencereye yürüdü, perdeyi araladı. Gökyüzünü taradı. Şimdilik tekindi nazarını bulaştırdığı mavilik. Sonra gidenlerin gölgesine takıldı bakışları. Yıkıntılar arasında yürüyen küçük kafilenin sarsak, aceleci adımlarını, çocukların sanki bayram yerini ziyarete gidiyormuşçasına olan ikircimli neşesini izledi. Karısının ismini verdiği Maryam, dönüp dönüp evden taraf bakarken ayağı bir taşa takılınca Ebu Mahmud’un yüreği hop etti. Hâlbuki daha dün bakkal Hüseyin’in sol kol ve sağ bacağını, amcasının kızı Um Ammar’ın belden yukarısını gömmüşlerdi, kefensiz. Sonra yıkılmış okul duvarlarını, unu tuğlasına karışmış ekmek fırınlarını, sökülmüş zeytin ağaçlarını, kimliğini boynunda taşıyan akrabalarını, bozguna uğramış kekik tarlalarını, cankurtaranların canını kurtarmaya koşan öteki cankurtaranları düşündü. Tüm bu yaşananlar için üstadının söylediği dizeleri çağırdı zihninden, bir kez hayattayken ölüyoruz/bir kez de ölürken! İki kez ölmemizin nedir sebebi?
Gidenler gölgelerini sürükleyip bahçesinde alnı yaralı bir İsa gezen Aziz Porphyrius kilisesinin köşesinde kaybolunca pencereyi açtı, havada kükürt, çöp, toz, kokmuş kedi, çürümüş insan eti ve belli belirsiz iyot kokusu vardı, çekti içine hepsini. Bütün o kokular içerisinde yasemin, portakal çiçeği bir de insana yaraşır hüznün kokularını arandı. Yoklardı. Ara ara El-Hadra mahallesinden demir ayaklı canavarların gümbürtülü atışları, cılız da olsa kaleşnikofların tarrakaları çalınıyordu kulağına. Nazarı avlunun yıkık duvarlarına bitişik yan yana dizili ağaçlarda. Portakal, zeytin, limon. Limon ağacı meyvesiz ancak sıyrıksızdı. Zeytin ve portakal meyveli ama birer dalları yaralı. Dalların bükük boyunları Ebu Mahmud’un ciğerine vücudundaki dört kurşun yarasına denk sızılar ekledi. Karısının ince, uzun parmaklarını düşündü, eken, koruyan, büyüten parmaklarını. Düşündükleri kirpiklerine yağmur bulutlarını çağırdı. Ardından boynu bükük dallara uygun dizeler arandı belleğinde, bulamadı. Bir süre işaret parmağı şakağında bekledi sonra göğe çevirdi bakışlarını, hüzünlü maviler titreşiyordu baktığı yerde. Nazarını yeniden kırılmış dallara indirdiğinde dilinden şu sözcükler döküldü, şaire gereksinim duyar mı bir yara gibi açılmış uzak narlar?
Çeyrek saat öylece dikildikten sonra pencereden çekildi, tüplü televizyonu yerinden güç bela indirdi. Sandığın kapağını açtı. Hayatının en kıymetli anılarından ikisi oradaydı. Tertemiz, ütülü, katlıydılar. İncitmekten korkarcasına katlı yerlerini açtı, kokladı. Avluya çıktı, eskiden karısının aysız geceler kadar siyah saçlarını örten kefiyesini zeytinin kırık dalına, kendisininkini portakala sardı, iki düğüm atıp sıkıladı. Yaraları sağaltmanın erinciyle yaptığı işe baktı, çocuklar kadar şeneldi. Ebu Mahmud ağaçlara bakadururken dalında gevşek duran turunculardan biri düştüğü yerden incecik bir sızıyla seslendi. Bu sesi Hüzünlü Portakallar Yurdu’nu** okurken de duymuştu. Anımsayınca kalbi derin çentikler atılmış kadar acıdı. Gözünü yerdekinden ayırıp zeytin ağacına yaklaştı, sardığı dala dokundu, yapraklarının tozuna üfledi, meyvesini sevdi. Az önceki acısını unuttu. Neşesi tekrar yürürlüğe girince belleğinde bu duruma uygun sözcükler arandı. Arası çok geçmeden bulduğunu ağaçla bölüştü, Ve ben bir bayram devşiriyorum onun anısından!
Ebu Mahmud’un şenelişini gittikçe yakınlaşan gümbürtüler ve enikonu cılızlaşan tarrakalar bozdu. Kalbine ikircimliğin sinsi gölgesi çöktü. Çöken gölgeyi zihninin içinde evirdi çevirdi bir dizeye bağlayamadı. Gümlemeler ile yüreğinin atışları birbirine girip yaşadığı ikircim aklını karıştırdı. Yeni bir kararın eşiğini adımlamak üzere olduğunun ayırdına varınca eve yöneldi. Girince uzun uzun duvarda asılı olanlara baktı. Sabırsız fakat acelesizdi. Sandığın kapağını kapatmadan önce iki hatıra daha çıkardı, özenle koltuğun kolçağına serdi. Dönüp şakaklarından sızan tere aldırmadan televizyonu indirdiği yerden kaldırdı, yerine yerleştirdi. Banyoya geçti, aynada kendini izledi. Yaşlı suretine parmak salladı. Yüzünü, ensesini yıkadı. Soluk renkli gömleğini soyundu, kapı koluna astı. Döndüğünde sırtını fotoğraflara verdi. Kolçağa serdiği yeşil gömleklerden karısının olanı sırtına geçirirken çok yakınlarda yeni bir gümbürtü koptu, bütün ev ile birlikte içi de sarsıldı. Korku ve merakla pencereye yaklaştı. Gördü, İmam Şafi Camiinin minaresi boylu boyunca toprağa uzanmıştı. Kulağına acı vaveylalar çalındı, tüyleri diken diken oldu. Gerisin geri gidip sırtına kendi yeşil gömleğini de giyindi. Bayrağı asılı olduğu yerden indirdi, boynuna sardı. Uzandı, fotoğrafları tek tek çivilerinden kurtardı. Tozlarına üfledi. Avlu kapısından çıktı. Titreyen bacaklarıyla yıkıntılar arasında ilerlemeye çalışırken son kez dönüp evine, avludaki ağaçlara kederle baktı. Yeniden yürümeye başlamadan evvel bayrağın göğsüne düşen ucunu kaldırıp öptü ve bir zamanlar karısını severken seslediği şiiri az önce yaşadığı ikircimliğin yanıtı olarak havaya savurdu, Bu dünyada hayatta kalmayı hak eden şeyler var: Bu dünyada dünyanın hanımefendisi, başlangıçların annesi, sonların annesi var. Eskiden Filistin’di adı, şimdi Filistin’dir adı…
*Başlangıçların Annesi
** Gassan Kanafani
İtalikler Mahmud Derviş’in şiirlerinden alıntıdır.