Günlerdir çöle hasret bir damla gibi, onun da defterine bir kelime olsun düşmedi. Oysa daha geçen ay kelimeler kalemine yetişemez eğri büğrü doktor reçetelerini aratmayan yazdıklarını okumakta kendi bile zorlanırdı. Her yer onun yazı atölyesiydi. Parklar, bahçeler, duraklar, yollar hatta tuvaletler bile. Emeklilik sonu sekiz beş mesailerinin yerini, yedi gün yirmi dört saat yazma tutkusu doldurmuştu.
Hayattaki en büyük pişmanlıklarının başında kendisindeki bu cevheri nasıl olup da bunca yıl farkında olmadığıydı. Ona göre yazarlık en çok kendini yazmaktı; yaşadıklarıyla, yaşamadıklarıyla, en çokta yaşatılamadıklarıyla. Gençlik yıllarında kendisi de şiirler yazmıştı yaşıtları gibi. Özenle gazete ve dergilerden seçtiği resimlerle süslediği ilk ve son şiir defterini en yakın arkadaşı sevdiği kıza ‘benim’ diyerek vermesiyle kızın gönlünü kaydırmıştı. Fakat defter hiç geri gelmedi. O günden sonra şiirin ş’sine bile tahammül edemedi. Tabiri caizse şairlik kalemini sonsuza kadar kırdı. Pek okuma alışkanlığı olmasa bile ona kendince neden buldu. Hazret başkalarından etkilendi ya da daha insafsız suçlamayla çaldı denmesi korkusuydu. Buna karşın yazdıklarına tepeden ya da göz ucuyla bakanların ‘bunu sen mi yazdın’ demelerini çok duydu. Bu saygısız hatta hakaret içeren sözlerin en yakın çevrelerinden gelmesi onu iki kat yaralıyordu. Her zaman Hasan Bey içinden bir ‘la havle’ çekip tek kelime etmeden oradan uzaklaşırdı. Bazıları da ‘tamam fırsat bulunca bir göz atarız’ derken Hasan Bey de biliyordu asla yarım sayfa için zamanlarının olmayacağını. Hayatlarında kendilerine ait bir cümleleri olmayanların yazdıklarından bir şey beklemek Himalaya Dağları’nda otobüs beklemekle eş değerdi. Allah’tan hayatını yazarak kazanan birkaç yazardan biri değildi. Mal Müdürlüğü emekli maaşıyla Köroğlu- Ayvaz misali, eşiyle kimseye eyvallah etmeden yaşıyordu. Yazdıklarından maddi bir beklentisi olmamasına karşın Hasan Bey de her yazar ve sanatçı gibi az da olsa bir övgü beklerdi. Marifet biraz da iltifata tabi değil miydi?
Bir gün sitesinin penceresinden karşı yamaçtaki tek ağacı görünce onunla ne kadar benzediği ilk kez aklına geldi. Bir gün mutlaka ‘YALNIZ AĞAÇ’ öyküsü yazmalıydı. Defterinin son sayfasına kırmızı kalemle yalnız ağaç, diye not aldı.
Bugünün farklı bir gün olacağını sabahtan beri hissediyordu. Sanki baraj duvarlarını zorlayan sular savaklardan delicesine akacak ve o yine kelimelerin çoğunu tutamayacak, dere kenarına savrulan yorgun balıklar gibi aklında kalanları toplayacaktı. Evet yerinde duramıyordu, bir ses duyarsam dikkatim dağılır, diye kahvaltı bile etmeden erkenden evden çıktı. Bir zaman tepesine konacak ilham perisini beklerken kendini YALNIZ AĞAÇ’ın önünde buldu. Sonbahar kalan sararan yapraklarını hoyratça koparırken o yine kaderine razı olmuş, sessizce zorluk çıkarmadan teslim olmuş, dallarını havaya kaldırmıştı. YALNIZ AĞAÇ gelişini fark etmiş olmalı ki hafiften eğilip dalında ki en büyük, kırmızı, sarı, kahverengi ve turuncu rengin onlarca tonundan oluşan muhteşem tablosunu ayaklarının önüne bıraktı.
Yaşlandıkça daha da duygusal olmuştu. Her olay onu fazlasıyla etkiliyordu. YALNIZ AĞAÇ’ın verdiği hediyeyi yanından hiç ayırmadı. Bazen duvardan indirir, evdekilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan öperdi. Çoğu kez birkaç damla gözyaşı tek dostunun armağanı üzerine düşünce onun tekrar yeşereceğini hayal ederdi. Eşi her seferinde doktorun verdiği ilaçları bıraktın, böyle oldun, diye söylenmeye başlardı. Her gün bir avuç ilaç kullanmak hastalıklarına çare olmaz ama karaciğerinin iflasına neden olabilirdi.
Artık ölümlerine kadar yalnız değillerdi. Yaz kış her sabah ilk işi arkadaşını selamlamak olacaktı. O kış başı tüm dünyayı karabasan gibi saran ‘corona’ belası Hasan Bey’i de buldu. Günlerce hastanelerde yoğun bakımda kaldı. Sevdiklerinin umudu kestikleri bir bahar sabahı gözlerini açtı. İki günün sonunda evine döndü. İlk işi odasına girip YALNIZ AĞACI görmek olacaktı ama eşi o odayı torun odası yaptıklarını söyledi. Yoğun bakım günlerinde ilk kez dede olmuştu. Evin başka odasından onu görecek pencere de yoktu. Çaresizce birkaç gün bekledi. Bir sabah Zonguldak’ta savcılık yapan oğlunun getirdiği bir sanat eserini andıran Devrek işi bastonuna tutunarak sessizce evden çıktı. Tepeyi ilk gördüğü an ayakları yorgun bedenini tutamayıp sol yanına düştü. Gördüklerine değil göremediğine inanmak istiyordu. Yamaçta on kadar arazi aracı tüm hayallerini de söküp atıyordu yalnız dostu gibi.
Yokluğunu fark eden eşi ve oğlu yanına geldiğinde boş gözlerle onlara baktı. Koca dünyaya YALNIZ AĞAÇ mı fazla diye. Oğlu onu kucaklayıp yatağına kadar getirdi. Dünyada her şeye, herkese kırgın ve öfkeliydi. Gelini torununu yatağının yanına bırakınca gözlerindeki donukluk gitti. Torununun sesini duyunca duvardaki kuru yaprağın yeşerdiğini gördü.