Yangın Yeri
Öykü

Yangın Yeri

Ömer Torlak

Tan ağarmış, hayat evlerden sokaklara taşmıştı. Nerdeyse bir haftadır yorgun uyanıyordu. Uyandığında sırtındakini bırakıp kalkamıyor gibiydi sanki. Başka bir yüktü taşıdığı. Düşünceleri ona ağır gelmeye başlamıştı. Kalkmış giyinmiş evden dışarı atmıştı kendisini.

 

Arkadaşının seslendiğini işitti. Selamı geç de olsa aldı, yürüdüler biraz. Oturalım mı şuraya diye sordu arkadaşı. Cevap vermeden oturdu çay ocağında ilk bulduğu boş iskemleye. Karşısına geçip oturan arkadaşının yüzüne bile bakmamıştı. Arkadaşı onu bir süre düşünceleriyle baş başa bıraktı.

 

*****

 

Aklı erdiğinden beri gönlünden geçeni ne yapabildi ne de söyleyebildi. Aklından geçenle dilinden dökülenler hep farklı sözcükler olurdu. Her seferinde aynada kendisini görmek ister, kalbinin ve aklının onaylamadıkları ağzından çıkarken yüzünün haliyle tanışmayı arzu ederdi.

 

Bir keresinde oğlu, diğerinde arkadaşı, başka bir sefer patronu ve okuldayken öğretmeninin yüz ifadeleri. Böyle karelerle doluydu hafıza kartı. Beyni yanacak gibi olur, inandırılamamış yüzlerden oluşan binlerce, kim bilir belki de yüzbinlerce karenin zihnindeki yükünü taşıyarak hayatı sürdürmeye çalışırdı. İkna olmamış yüzlerin sahiplerinin çoğu kez, hatta nerdeyse her zaman itirazsız kalışı, kendilerinin de benzer durumda olmasıydı. Riyakarlık almış başını gitmişti. Herkesin en az ikinci bir yüzü vardı ve riyakâr bir toplum inşa edilmişti. Zamanla içe dönük yüzlerin de riyakarca bakan yüzleri kanıksadığı, ikinci yüzün asıl hale geldiği bir haldi yaşanmakta olan.

 

“Ne kadar da takdire şayan şeyler yapıyorsunuz”

     “Siz olmasaydınız biz ne yapardık”

          “Sen ne harika bir arkadaşsın”

“Size zarar vereceğini bilseydim hiç böyle davranır mıydım, inanıyorsunuz değil mi bunu içten söylediğime”

                    “Bu sana çok yakışmış”

                           “Rakiplerimiz dürüst olsa tabii ki biz de kurallara uyarız” …

 

Nice sözler söylendi nice sesler yankılandı şu gök kubbede. Her söylenenin yeni olduğu iddia edildi. Kadim olan gölgede kaldı. Son model denilenlere reveranslar yapıldı. En güzel koltuklar, protokol sıraları revaçta olanlarındı. Öncekiler unutuldu hızlıca. Yeniler gözde yapıldı, içerikten ve nitelikten bağımsız. Zaten görünürde olandı kıymetli olan, kullanım süresi dolanlar son tüketim tarihi dolmamış olsa da gözden düşürüldü, uzaklaştırıldı hafızadan.

 

*****

 

Hiişşştt alo, burada mısın? İrkilten ve sarsıcı bir kendine gelme yaşandı. Arkadaşının yüzüne boş bakındı bir süre. Endişe etti seslenen arkadaşı alık bakan yüzü görünce, korkmuştu. Kükremenin ne alemi vardı ki, felç mi geçirdi yoksa diye geçirdi aklından. Nerdeyse üç dört dakika sürmüştü. Donmuş, gözler açık ama kımıltısız, göz bebekleri üçüncü bir kişi varmış gibi yanlarında sanki ona bakakalmış! Televizyon yan duvarda asılı kendince söylenmeye devam ediyordu.

 

Ağır bir uykudan uyanmış gibi biraz etrafına bakındıktan sonra; “biraz önce ne söyledi spiker?” diye sordu kendisine bakan arkadaşına. “Bilmem” diye cevapladı, biraz şaşkınlıkla. Aslında arkadaşının konuşmuş olmasından mutlu da olmuştu. Cevabında samimiydi, ama konuşmayı sürdürmek istedi; “dalmışım, akıp geçti haberler, duymamışım”. Devam etsin istiyordu konuşmaya, “sen neyi duydun?” dedi. Yüzüne baktığında kendisine bakmadığını fark etti. Bu kez yarım dakika kadar sürdü donukluğu ve ardından “ha, yok bir şey, dalmışım öyle” dedi.

 

“Vaktin varsa Rasim abinin lokantasına gidip çorba içelim mi?” Şok olma sırası kendisine mi gelmişti, birden kavrayamadı. Olur tabii dedi.

 

Aynı anda kalktılar. Serin, insana huzur verirken biraz da titreten bir sonbahar havası vardı. Durdu, derin bir nefes çekti. “Yanık kokusu mu?” sorusunu arkadaşının işitemeyeceği kadar sessizce kendisine sordu. Önemsemedi arkadaşı, oksijen iyi geldi herhalde diye düşündü.

 

Uzak değildi gidecekleri lokanta. Yol boyunca dökülmüş yapraklara ayaklarını sürüyerek konuşmadan, etrafı seyrederek yürüdüler. Terzi Osman, süpürdüğü yaprakların tozundan korunmak için terzihanesinin önünü hafifçe sulamış işe koyulmadan çayını içiyordu. Hemen yanındaki kırtasiyeci Elif abla, dükkân kapısıyla küçük vitrinin camını siliyordu. Bir yandan da içerde açık olan radyodaki haberleri dinlediği için hayatla bağını koparmış gibi duruyordu. Sokağın karşısındaki çay ocağının cin gibi tiz sesli çırağının; “geldi tavşan kanı çaylar Nedim abi” çığırtısı yankılandı. Başka zaman olsa Nalbur Nedim rutin takılmasını yapardı çaycı çırağına, ama gel gör ki onun da gözü sanki içerde açık olan televizyon ekranına sabitlenmiş gibiydi.

 

Bir gün daha sabah olmuş, alemin bu küçük semtinde de hayat yeniden canlanmıştı. Değişik yerlerde insanlar yataklarında mışıl mışıl uyurken, şoförler direksiyon sallamaya devam ediyor, kimi el kol hareketi ile trafikte hata yapanlara kızıyor, içinden küfürler ediyor, çocuklar sıralarına oturmuş öğretmenlerini dinliyor veya dinler gibi yapıyor, tekstil atölyesinde çalışan makastarlar kumaş kesiyor, ütücüler ütü yapıyor, birileri faturalarını nasıl ödeyeceğinin derdinde, bir yerlerde insanlar iş sınavına girmek için telaş içinde bekliyordu kim bilir? Pazar esnafı ürünlerini dizmiş, arada tellal gibi bağırıyor akşama evine getireceği paranın derdinde, otobüs şoförleri bugün bakalım bahtımıza kimler rast gelecek, nelerle karşılaşacağım düşüncesinde, itfaiyeciler her an göreve gidilecek şekilde hazır bekliyor.

 

Rasim’in lokantası göründü. İyi geldi bana açıldım diye düşündü, arkadaşının yüzüne baktı, ona da iyi gelmişti sanki. Biraz önceki o donmuş surat yerine hayatın içine yeniden yerleşmiş bir yüzdü yanında yürüyen. Rahatladı.

 

Lokantanın önü her zaman olduğu gibi taksici esnafına ait taksilerle dolmuştu. Çift sıra park burada kimsenin dert ettiği bir durum değildi. Sabahın bu saatlerinde sarıya boyanmış renk cümbüşü görünmese şaşkınlık asıl o zaman oluşurdu. Mis gibi tereyağı kokusunu aldın mı diye sordu. Hem de nasıl diye o kadar hızlı cevap vermişti ki şaşırdı. Bu saatlerde boş masa bulmak nerdeyse imkânsız olduğu için dışardaki iskemlelere oturup içerde yer boşalmasını beklediler. İştah artıran bir bekleyişti olmuştu.

 

Çorbayı kaşıklamaya başladıklarında çıkan sesleri, kaşıkların tabaklara değen keskin cıvıltılar ve insanların birbirleriyle konuşmaları arka fonda çalan kısık sesli bir radyo gibiydi. Herkes çorbasından aldığı her kaşıkla kendi iklimine sıcaklık taşıyan karınca misaline dönüşmüştü. Rasim usta bu saatlerde televizyonu da asla açmazdı. Duymak istediği, elleriyle hazırladığı bu eserin müşterilerine verdiği huzur cıvıltılarıydı sadece. Başkalarının ne hissettiği umurunda değildi. Bu cıvıltılar arasında para çekmecesine giren paraların da hiçbir önemi yoktu onun için. Doyan mideler, alınan lezzetlerin karşılığı hiçbir şeyle ölçülemezdi onun gözünde.

 

Bir tabak daha içelim iyi gelir diye teklif etti, tereddütsüz tamam dedi arkadaşı. “Kim bilir şu anda midesine sıcak bir çorba girmeyen ne kadar aç insan vardır şu yeryüzünde?” Beklemediği bir soruydu. Arkadaşının içli birisi olduğunu, ince düşündüğünü, diğerkâm olduğunu biliyordu bilmesine, ama hiç beklemediği andaki bu soruyu cevapsız bırakmayı tercih etti.

 

Çoğu taksi şoförü çorbalarını içmiş, kimisi dışardaki iskemlelere keyiflice oturup sigarasını da içmişti. Vedalaşanlar, el sallayıp arabasına binenler ve kafasıyla selam verenler oldu. Rasim ustanın huzur dolu gözleri bir başka güzellik daha katmıştı şimdi oraya. Elleriyle hazırladığı çorbasının sıcaklığı vedalarına yansımıştı.

 

Lokantanın önünde artık ikinci sıra park etmiş taksi kalmamıştı. İçi ısınanlar ekmek parası derdine revan olmuştu. Ya da bir kısmı kim bilir belki de taksilerini diğer şoföre teslim edip gece boyunca salladığı direksiyonunun yorgunluğu atmak için evlerine doğru gidecekti. Sokağa akan insanlar yanında gecenin karanlığından evlerine akan insanlardı onlar.

 

Arkadaşıyla birlikte çorbanın damak tadı ağızlarında kalmış, bir şekilde yeniden çay ocağına doğru yürümeye koyuldular. İki tas çorbanın yüküyle sanki daha bir yavaş adım atıyorlardı. Serçe seslerinin güzelliği bazen karga sesleriyle bastırılmış gibi oluyordu. Ama her şeye rağmen güzeldi bu doğal sesler. Arkadaşı yürürken durdu, yüzüne bakıp sordu; “Biliyor musun, insan dışındaki canlıların da riyakarca davranıp davranmadıklarını merak ederim hep”. Misal bu kuşlar birbirleriyle konuşurken ikiyüzlü oluyorlar mıdır, sen de merak ediyor musun böyle şeyleri, diye de ekledi. Enteresan diye cevapladı arkadaşını ve doğrusu şimdi sen soruncaya kadar böyle bir şeyi hiç düşünmemiştim dedi. Peki sen onların da riyakâr olduklarını düşünüyor musun diye sordu arkadaşına. Sanmam dedi, hiç düşünmeksizin. Kuş dilinden anlayan uzman edasıyla.

 

Tiz sesiyle çaycı çırağının sesi çınladı. Evet abilerim tavşan kanı çay mı yoksa okkalı mı birer kahve mi? Şöyle okkalı birer sade kahve getir bakalım evlat dedi bir anda arkadaşı. O anda çay içmek istiyordu. Ama bozuntuya vermedi. İyi olur dedi, böyle lezzetli çorbadan sonra okkalı birer kahve.

 

Kırtasiyeci Elif, yan komşusu terzi Osman’la hararetli bir şekilde konuşuyordu. Arkadaşının tekrar donuklaştığını fark etti. Bir anda çığırtkan çaycı çırağının sesi sokakta yankılandı: “Abilerim eyvah ki eyvah! Cayır cayır yanmışlar, uykudayken yanmış çoluk çocuk herkes. Daha ne olduğu belli değil diyorlar ama…”

 

Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere eklendi. Öğlen vakti geçmesine rağmen haberler aynı şekilde döndü durdu.

 

Güne başlamanın canlılığı, çorbanın rayihası, çay ve kahve kokuları, sigara dumanları, kuş sesleri ve hafif bir rüzgâr esintisi. Tüm bunlar yaşanmamıştı sanki ve şimdi o sokak bir anda vicdanların yanık kokularıyla dolmuştu.

 

İki cadde ötede, şehrin ya da ülkenin başka yerlerinde toplantılar devam etmiş, görevliler işlerini yapmış ya da yapmamış, trafikte seyredenler kurallara uymuş ya da uymamış, okullarda öğretmenler derslerinin hakkını vermiş ya da vermemiş, kural koyan, uygulayan ya da denetleyenler sorumluluklarının gereğini yerine getirmiş ya da getirmemiş ne gam!

 

Bazı evlere, yüreklere kor düşmüş, kimileri hemen diğer yüzlerini sergilemeye başlamış, riyakarlık almış başını gitmiş.

 

Vakit ikindi olmuştu. Çaycı çırağı geldikçe boşları almış dolu bardakları bırakmıştı. Her seferinde de kendince yorumlarını masalara bırakarak yorulmadan dolaştı durdu.

 

Arkadaşının iki eliyle yüzünü kapattığını gördü. Yanına çömeldi. Öylesine bitkin görünüyordu ki, gel şu iskemleye otur dedi. Zorla oturtabildi. Elleriyle yüzünü sıkı sıkıya kapatmaya devam ediyordu. Ne oldu Allah aşkına söylesene, ellerini bi aç da yüzüne bakayım dedi arkadaşına. Açamam diye cevapladı dik ve keskin bir ses tonuyla. Peki öyleyse gel bi bakalım televizyon haberlerine anlamaya çalışalım ne olmuş dedi.

 

Gece yarısı çıkmış yangın, insanlar uykuda yakalanmış, ancak öğlene doğru haberleri salmışlar. İşine gelen haberi anında veren işine gelmeyeni filtreleyen bir iki yüzlülük kısacası. O ara arkadaşının elleri yüzünü kapatmış şekilde mırıldandığını işitti. Sesinin cılızlığına rağmen arkadaşının söyledikleri kulaklarında çınladı.

 

“İki gündür karabasanlar basıyordu, rüyalarım kabusa dönmüştü. Birilerinin sorumsuzlukları birilerinin ciğerini dağlıyor, ama insanlar hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyordu rüyalarımda. Allah’ım ne ara bu kadar riyakâr hale geldik diye sorup duruyordum rüyalarımda bu aralar hep!”

 

İskemlede iki eliyle sıkıca yüzünü kapatmış arkadaşının yanında yere oturdu. Yüzüne sarılmış ellerinden yere düşmek üzere olan birkaç gözyaşını o anda fark etti.

 

Ortalık yangın yeriydi…