Yeraltının Dansı Tango
Tehlikeli Metinler

Yeraltının Dansı Tango

Bayram Sarı

19.yüzyıl başlarında, ellerinde emeklerinden başka sermayesi olmayan birçok vatansız insan, geleceğe dair umutlarını büyüterek Fransa’dan, İtalya’dan, Macaristan’dan, İspanya’dan ve Portekiz’den Arjantin’e göç etti. Yabancısı oldukları bu yeni ülkede yaşadıkları ekonomik ve sosyal sıkıntılar, büyük hayal kırıklığı yaşamalarına neden oldu.

 

Göçmenlerin çoğunluğunun erkek olması ve sayıca azınlıkta olan kadınların eğlence sektöründe ve “Seks Pazar”ında başrolü almalarına neden oldu. Cinselliğin emekçi sınıfta “açlık” halini alması, ticari cinselliği yükselen bir sektör yaptı. Kadın sayısı yetersizdi: Eşlerini, çocuklarını, sevgililerini geçmişte bırakan bu insanlar, Boenos Aires kadın pazarının en sadık ziyaretçileri oldu. Genelevlerin sayısı artarak, işçi sınıfının eğlence mekânı haline gelmesi kısa sürede gerçekleşti. Parayla mutluluk arayan bu vatansız erkek kalabalığına kadın sayısı az geldiğinden, mekânların kapısında uzun kuyruklar meydana geliyordu ve aşk bekleyenlerin bir şekilde oyalanması gerekiyordu.

 

Göçün oluşturduğu bu sentez ve satın alınabilen aşka ulaşabilmek için beklenen süre tangoyu yarattı. Müzikal kökeninde, İspanyol dans figürleriyle şekillenen ve Küba müziği ile harmanlanan, Alman ulusuna ait bir tür akordeon olan “Bandoneon” ile çalınan, evrensel- karma bir dans oldu tango. Latince dokunmak anlamına gelen “tangere” sözcüğünden türeyen tango, 19. Yüzyılda, Güney Amerika’ya dünyanın her ülkesinden göçen ve geçmişini silmeye çalışan insanların hüznü ile beslenerek büyüdü. Asıl olan, bedene dokunmak gibi görünse de tangonun özü, yalnızlığın yarattığı ruhun karanlığını aydınlatacak bir kibrit çakımı ışıktı; kötü yazgılarını kabullenmiş gibi görünen bu köksüz insanların sevgisizliğe başkaldırısıydı.

 

Kent limanlarındaki barlarda, genelevlerde ayak takımının, yani yeraltı insanlarının eğlencesi olan tangolar, Boenos Aires’in üst tabakasında skandal olarak algılandı. Kadın ve erkek bedeninin, hiçbir dansta olmadığı kadar birbirlerine dokunması; bacakların hareketleri soylu sınıf içinde “ahlaksızlık” olarak kabul edildi.

 

Boenos Aires tangosunun sözleri, elit salon insanlarının zarif ve asil aşklarının aksine, sokak aralarında, karanlık ve izbe köşe başlarında yaşanan, cinsellik ağırlıklı tutkulu aşkları küfürlerle, argo sözcüklerle dile getirir. Bu şarkılar, anlattıkları olay ve insanlar kadar aşık, sert ve çarpıcıydılar!

 

Aşkın ritmi ve dengesi tangonun felsefesini oluşturmaktadır. Partneri tutuş pozisyonlarına baktığımızda “uzak- orta-yakın tutuşlar” güvenmenin ne demek olduğunu gösterir. Uzak duruş hali, partnerin en sıkı tutulduğu andır, ayrılık korkusunun, aşkın yaşanmayacak oluşunun verdiği hüzündür aslında; yaşam gibi yörüngede kalma çabaları gösterebilmek, kaçamak adımların ve hareketlerin önüne geçebilmek; hatta, düşmek pahasına ağırlığı partnerin üzerine verebilmek, onun tutacağına, asla bırakmayacağına inanmak. Kadın cazibesine karşı koyamayan yalnız erkeğin sevgiyi öğrenmesine ve iki farklı bedenin “Bir OL”up, yola çıkmasıdır tangonun özü.

 

Toplum tarihi boyunca ahlak, iman, korku, bilim, teknoloji, devlet, sömürü, cinayetler ve yalanlarla inşa edilirken; ataleti yaşam tarzı haline getiren yerleşik düzenin temelini, “Tango” bir dinamit lokumunu gibi patlatarak ağır tahribatlara neden oldu! Yaşamın gerçeği ile toplumun sahte kültürünü ve otoritenin yasakçı tüm bakış açısını reddetti! Geleneksel ahlaki kurallara, dansının figürleri ve şarkılarının argo, küfür ve cinsellik dolu sözleriyle karşı duruş sergilediğinden, aslında tamamen de politik bir tavır takındı. Öncü olması, farklı ve kendi tarzını sergilemesi; dilini ve kültürünü yaratması; dünya genelindeki etkisi, tangonun “Avangart” olduğu gerçeğini kanıtladı.

 

Ortaya çıkışından sonra tangonun muhalif, yasadışı ve tehlikeli bir dans olarak görüldüğüne şaşırmamak gerekiyor.

 

Tango, büyüsü bozulmasın diye her zaman saklanan ve saklandığı yerin unutulduğu bir dokunuştu, ateşti, aşktı! Kırmızı ve turuncu renkli kumaşların sıkıca sardığı bedenleriyle siyah saçlı, gece gözlü kadınlar ve onların, sılalarını unutan kavalyeleri, milango dansının ve İspanyol tangosunun hızlı temposunun duygusal karakterini birleştirerek aşkı yaratıyordu! Kadın ve erkek bedeninin en ateşli ahengi salt bu dansla yaşam buluyordu.

 

Yirminci yüzyılın başlarında Avrupa’ya geçen tango, sosyetede çılgın bir moda halini aldı ve 2. Dünya Savaşı’na kadar popüler olarak kaldı. Tangonun halka dönük kişiliği, Avrupa’ya gelmesiyle birlikte dönüşüme uğradı. Yürüyüşler, dönüşler, yön değiştirmeler başka bir yorumla sunulmaya başlandı. Kendi has yalınlığı, içtenliği, neşesi ve keyfiliği yok olurken, müziğin de sözlerinde ağdalı bir melankoli ağır bastı: “Şimdi sana ağlayan şu tuz tanesiyim/belki, hayata gözlerimi yumduğum gün/seni göreceğim ve öğreneceğim/son diye bir şey olmadığını” Astor Pıazzolla örneğinden de anlaşılabileceği gibi; tangonun yumuşadığı ve sokaklardan salonlara taşındığı gerçek bir yozlaşma dönemi oldu!

 

Yaşamın sahiden bir anlamı varsa, bu insanın kaderi ile dans edebilmesidir! Tango, diğer danslar gibi ne ruhu iyi edebilecek ilaç ne de tesellidir; o, kapanmak üzere olan yaralara tuz basarak dağlayan bir anımsatmadır sadece.