Yusuf Akçura’nın Abdülhamit İstibdadıyla Mücadelesi:  Üç Tarz-ı Siyaset
Edebiyatın İzinde

Yusuf Akçura’nın Abdülhamit İstibdadıyla Mücadelesi: Üç Tarz-ı Siyaset

İbrahim Berksoy

Yirminci yüzyılın başından itibaren İmparatorluğun adım adım çökmekte olduğu günlerde dönemin aydınları, bilim insanları, siyasetçileri, yazarları, gazetecileri, edebiyatçıları Osmanlı Devleti’nin iyiliği ve esenliği için siyaseten izlenecek en iyi yolun ne olması gerektiği üzerine kafa yoruyor, fikirler üretiyor, yazılar yazıyordu. O dönemde bu konulara kafa yoran genç üniversitelilerden biri de Yusuf Akçura’ydı. 1876’da Volga Nehri kıyısında Kazan’da doğumundan sonra henüz iki yaşındayken babasının erken ölümü üzerine annesiyle birlikte İstanbul’a göç ettiklerinde yedi yaşında bir çocuktur Yusuf Akçura. İstanbul’da Harp Okulu’na girer ve 1897’de kurmay sınıfına ayrılır. Çoğu kurmay subay adayı gibi o da Abdülhamit istibdadına karşı tepki göstermekte, o dönemde çoğu hürriyete dair yasaklanmış yayınları okumaktadır. Bu yüzden iki kez tutuklanır.  Birincisinde serbest bırakıldıysa da ikincisinde divan-ı harpte yargılanarak askerlik mesleğinden ihraç edilip Trablusgarp’a (Libya) sürgüne gönderilir. Sürgündeyken kayıkla kaçmayı başarıp Paris’e gelir. Paris’te siyaset okur. 1902’de öğrenimini başarıyla bitirir. O dönemde İstanbul’a dönmesi yasak olduğu için Rusya’ya, amcasının yanına gider. Amcası zengindir. Orada iş hayatına atılıp parayla pulla oynaması beklenirken o hürriyeti seçer. Kazan’da tarih ve coğrafya öğretmenliğine başlar. Hürriyet yanlısı gazeteler çıkarır. Rusya dışında, Abdülhamit istibdadına karşı çıkan Genç Türkler ile ilişki kurar. Kazan’da öğretmenlik yaparken Abdülhamit istibdadına karşı Mısır’da yayımlanan Türk gazetesine “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı ünlü makalesini gönderir.

 

Makale, esas olarak, Osmanlılık, İslamcılık ve Türkçülük olarak da adlandırılan üç siyaset tarzının memleketin geleceğinde nasıl bir rol oynayabileceği üzerinedir.  Makaleye göre imparatorluklar çökerken çok dinli, çok milletli, kozmopolit bir İmparatorluktan bir “Osmanlı Milleti” ya da Osmanlılık üretmek siyaseten ve fiilen mümkün değildir. Dünyadaki Müslümanlardan bir “İslâm birliği” oluşturmak fikri, Osmanlılık fikrinin fiilen zayıflaması üzerine, onun yerine ikame edilmeye çalışılan bir fikirdir. Abdülaziz döneminde geliştirilen ve Panislâmizm olarak da bilinen İslamcılık fikrine Abdülhamit dört elle sarılarak bu fikri “kuvveden fiile” dönüştürmeye çalışmıştır. Abdülhamit döneminde sarayda, gündelik hayatta, kurumlarda, eğitim-öğretimde, dış politikada, her alanda İslamcılık ülke siyasetine yön vermiştir. Abdülhamit döneminde İslamcılık yalnızca ülke içinde izlenen bir siyaset tarzı olmakla kalmamış aynı zamanda neredeyse tüm İslâm coğrafyasında geniş bir propagandaya (Panislâmizm propagandası) dönüştürülmüştür. Osmanlılık gibi İslâmcılığın da tutulacak siyaset tarzı olarak bir geleceği yoktur. Pantürkizm olarak da bilinen Türkçülük siyaseti ise Türk birliği fikrine dayalı olup tarihte örneği yoktur. Özellikle Paris’te geçirdiği yıllarda giderek olgunlaştırdığı Türkçülük fikrine yakınlığı ile bilinen Akçura, bu önemli makalesinde yine de bu siyaset tarzının olumlu ve olumsuz yönlerini, mümkün olan ile olamayacak olanı açık yüreklilikle ortaya koyar. İlerde bu fikir Türklerin coğrafyaya dayalı siyasal birliği fikrinden çok Türk yurtseverliği ya da Türk ulusseverliği fikrine dönüşecektir.

 

Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesi, henüz yirmi sekiz yaşındayken, 1904 yılında gazetenin 23-34 üncü sayılarında seri olarak yayımlanır. O dönemde bu makalenin İstanbul gazetelerinde yayımlanması düşünülemezdi. Makalenin İstanbul’da yayımlanması, Abdülhamit istibdadına son veren İkinci Meşrutiyet’ten (1908 Devrimi) sonra mümkün olabildi (1912). Makale yıllar sonra Türk Tarih Kurumu tarafından kitap olarak yayımlandığında, 1972’den 1982’deki ölümüne değin Türk Tarih Kurumu’nun başkanlığını yapan değerli bilim insanımız Ordinaryüs Profesör Enver Ziya Karal kitaba ufuk açıcı, değerli bir “ön söz” yazar. Bu yazıda da bu değerli “ön söz” den epeyce yararlanılmıştır.

 

Yusuf Akçura’nın İstanbul’a geri dönmesi de İkinci Meşrutiyet’in ilanı sayesindedir. İstanbul’a dönüşünden sonra, belki de kaderin bir cilvesi olarak, daha önce siyasal faaliyetleri nedeniyle ihraç edildiği Harp Okulu’nda siyasal tarih öğretmenliğine atandı. 1911’de Darülfünun’da Siyasal Tarih dersleri vermeye başladı. Türk Yurdu dergisinin yayın müdürlüğünü yaptı. 1912’de Türk Ocağı’nın kurucuları arasında yer aldı. Kurtuluş Savaşı başlayınca Anadolu’ya geçip Meclis’te milletvekili olarak görev yaptı. Ankara Hukuk’a öğretim üyesi olarak atandı. 1932’de Atatürk’ün uygun görmesiyle Birinci Türk Tarihi Kongresi’ne başkanlık yaptı. Yine Atatürk’ün uygun görmesiyle Türk Tarih Kurumu Başkanlığı görevini yürüttü.

 

Memleketin geleceği için hal çareleri arayan aydınlarını, yazarlarını, gazetecilerini, siyasetçilerini, devlet adamlarını, askeri öğrencilerini, kurmay subaylarını hürriyet yanlısı düşüncelerinden ve eylemlerinden dolayı hapse atan, sürgüne gönderen rejimlerin adı istibdat rejimleridir. Devlet yönetiminde tam bir keyfilik ve jurnal düzeninin tesis edildiği Abdülhamit dönemi aşama aşama çekilmez, katlanılmaz bir istibdat rejimine dönüşmüştür. Bugün geriye dönüp o istibdat rejimini savunmak, o rejimi, dizi filmde bile olsa, “adalet ve kalkınma”nın, modernleşmenin, büyük projelerin, onurlu, bağımsız dış politikanın örneği olarak takdim etmek; başta “Han-ı Yağma” ve “Sis” şiirlerinin şairi Tevfik Fikret’e, Kanun-ı Esasi’deki “idari sürgün” yetkisi kullanılarak sürgüne gönderilen Mithad Paşa’ya, Ziya Paşa’ya (Önceleri, yazarlara, bürokratlara da Paşa denildiği olurdu.), o dönemde, 1908 devriminde “Kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet” sloganında ifadesini bulan istibdat rejiminin zulmüne uğramış kimselerin aziz hatıralarına hürmetsizliktir.