“Kendime ulaşmak için epeyce yol aldım.”
Slyvia Plath
“Kendime ulaşmak için epeyce yol aldım.”
Slyvia Plath
Memo içeri girip “Kalk lan, gidiyoruz…” demeseydi, belki de bambaşka şeyler yaşayabilirdim. Ancak dedi ve ben de kalktım. Bambaşka şeyler yaşamayı geride bıraktım. Bir ihtimali yaşayamayacak olmayı düşünerek başka şeyler yaşayacak olmaya kendini kaptıran biriydim artık. Memo koluma girip evden çıkardı beni. Çarşıya gittik, yürüdük, gülüşme sesleri arasında ve el ele tutuşma görüntülerine çarpa çarpa. Porsuk’un oraya gelince çimlere uzandı Memo.
“Bu insanların, nasıl bu kadar parası olabiliyor oğlum?” diye sordu, ışıklarda geçmekte olan son model bir aracı göz ucuyla göstererek.
“Bilmiyorum…” dedim, sesim biraz kısık çıkmıştı. Boğazımı temizledim ve yeniden “Bilmiyorum…” dedim. Biliyordum.
Başını benden yana döndürüp aynı şeyi neden iki defa söylediğimi sorarcasına gözlerini dikti yüzüme. Sorgulamasının önüne geçebilmek için “Bizim de tek yaptığımız şey şikâyet etmek,” dedim “aylardır yalnızca bunu yapıyoruz.”
Başını salladı. Anladığını düşündüm.
Sakin bir şekilde “Çünkü parasız olan tek şey bu. Elimizden gelen tek şey…” dedi.
Anlamamış meğer. Üstelemedim.
Kısa bir sessizlik dolandı ayaklarımıza. Çelme takıp yıktı bizi. Orada oturup insanları izlemeye başladık. Hayat, olağan akışında sürüyordu ve bizim, bu akışın tam olarak neresinde konumlandığımızı düşündüm. Memo’yla karın tokluğuna çalışmaktan öteye geçmek için yaptığımız planları, planların gerçekleşmediğini, öyle ki o planların kıyısından dahi geçememiş olduğumuzu düşündüm. Bu düşünmeler yuvarlak bir can sıkıntısı gibi içimde, zihnimde dolanıyordu ki, “Bir iş buldum. Günlüğü yüz lira.” dedi Memo.
“İyi para…” dedim istifimi hiç bozmadan.
Memo’yla birlikte çalıştığımız kafede, üç günde kazanacağımız kadar iyi bir paraydı. Kafamdan hesap kitap yapmaya başladım. Memo da “Nerede bu iş?” diye sormuşum gibi “İş Bodrum’da…” dedi.
Kafamı salladım. Fikir, ilk başta, bana çekici gelmişse de düzeni değiştirmek, hayatta istediğim son şeylerden biriydi. Çünkü mecburiyetin olmadığı koşullarda ister sıradanlık diyelim buna ister rutin, işte her ne ise o düzenli olma hali, günübirlik endişelerimizin bize vermiş olduğu konfora eşdeğerdi ve bu konfordan uzaklaşmak demek tehlike demekti, stres demekti, uzun ve yorucu bir bilinmezlik demekti. Haliyle bu demekler, bir yerden bir yere gitmekler, bir yeri terk etmekler, bir başka yerde yer edinmekler olunca insanın gözünde büyüyordu. Evet, düzenli olmak büsbütün beni mutlu etmiyordu ancak düzensiz olmak da büsbütün mutsuz ediyordu.
Bir mehil, ikimiz de konuşmadık. Endişemi anladığını sandım. Çünkü birden ayaklandı, koluma girip beni de kaldırmaya başladı. Ayaklandıktan sonra “Hadi gidelim…” demeseydi, başka ayrımlarını keşfedebilirdik hayatın. Ancak dedi ve keşfedemedik. Bu kadar. Sessizliği dağıtan ucuz cümlelerden herhangi bir gibi gelmişti gidelim önerisi. Ancak yine de kalktım. Kalkmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu çünkü. Aklıma son anda geliveren acil bir işim, görüşmem gereken bir sevgilim, izlemem gereken bir filmim yoktu.
Kafamı, biraz bulandıran gitmek fikrini, tramvaya binip de işe giderken uzun uzadıya düşündümse bir sonuca varamadım. Beni tatmin eden bir buluntum olmadı ve aksiymiş gibi bir bulantı bıraktı bu bana. Yaşamın kendi hayhuyu içerisinde kalan, bu hayı ve huyu dağıtmamak için çabalayan biri olarak kararsızlığımı, tedirginliğime sürtüp de nihai bir sonuca varmayı isteyen ancak bunu hiçbir koşulda yapamayan, yapacağına da olan inancını kesinkes bir biçimde kaybeden fakat yine de tüm kaybedişlerin vakti gelince başka şeylere dönüşeceğini sanan, en çok da sandıklarıyla kendisini sınayan, varoluş debdebeleri haricinde elle tutulur fayda getirmeyen bir bulantı…
Tramvayın son durağında indik Memo’yla. İşe gittik. İşteyken müdürü aradık, bulduk. Anlattık olanları. Bereket, terslemedi.
“İyi para…” dedi “isterseniz gidebilirsiniz.”
İsterdik ve hemen ossaat ayrılıp evlere dağıldık. Memo, eve gidince beni aradı ve “Beş dakika sonra beni ara, ‘çok acil gelmen gerekiyor!’ de bana…” dedi.
Anlamlandıramadım bu isteğini ancak yine de tam beş dakika sonra onu aradım. “Hemen geliyorum…” dediğinde, arkadan bir adamın ona bağırdığını işittim.
Yarım saat sonra otogardaydık. Otogarda birer tost ve çay ısmarladık kendimize. Etrafı süpüren temizlikçileri izledik. Galiba insanların memnuniyetsizliklerini bastırıp da olağan akıştaki sorumluluklarını yerine getirmenin, insanı büyüleyen ve o büyünün etkisindeyken kendisini izlettiren bir yanı oluyordu. Düzen böyle bir şey olsa gerekti. Buna kapılmıştık. İşte tam da o kapılma anında, “Memo, bir sıkıntı çıkmaz değil mi?” diye sormasaydım, Memo da bana dönmeden uzun uzun “Yok be oğlum…” demeseydi, dönüş için ve en önemlisi de başından beri kafamı kurcalayan o ihtimal dalgası için son bir fırsatımız olabilirdi. Ancak sordum ve Memo da bunu dedi. Fırsatları katlayıp geride bıraktık.
Tostları yiyip çayları içtikten sonra kapıya çıktık. Sigara uzattı bana Memo. Yüzümü ekşittim. İçmediğimi biliyordu. “İç oğlum,” dedi “belki de bu şehirdeki son sigaran olacak.” İkna oldum hemen ve içtim bir tane, içime çekmeden. İçime çekmesem de birkaç defa kısa kısa öksürttü beni meret. Cebimde son beş yüz liramın olduğunu, ikinci öksürükte düşünmeye başladım. Bundan Memo’ya bahsetmedim. Üçüncü öksürüşte sigarayı yere attım.
Bir otobüs firmasından biletler aldıktan sonra cebimde üç yüz lira kaldı.
Hareket saati gelince otobüse bindik Memo’yla. Yan yana iki koltuk. Yolculuğun çoğunda sustuk ve çoğu şehirde uyuduk. Gecenin bir yarısı uyandığımda, gün batımını kaçırmamak için tekrar uyumamaya çabaladımsa da bunu başaramadım. İçim geçmiş. Epey saat sonra uyandığımda, gün çoktan doğmuş, güneş tepemizde belirmeye başlamıştı bile. Memo da uyanmış, etrafa aval gözlerle bakıyordu.
Hareketlendiğimi görünce uyandığımı fark etti ve “Yazlık bir şeyler almalıyız…” dedi. Cebimdeki üç yüz lirayla neler alabileceğimi hesaplamaya başladım.
Bir dinlenme tesisinde durduğumuzda, dinlenme tesisinin içindeki bir mağazadan bir şeyler bakındık. Yüz liraya, bir tişört ve bir şort aldım. Memo da bana bir şapka aldı. Tatile gidiyormuşuz gibi gelmişti, kısacık bir an. Oysa mevsimlik işçi olarak yaz sezonuna gidiyorduk, biliyordum. Yine de tatile gidiyormuşuz gibi düşünmeye zorladım kendimi. Yolculuğun geri kalanında, sadece bir defa indik aşağı. Aydın otogarında inip yüzlerimizi yıkadık. Sigara içti Memo.
O sırada “Lan Memo,” dedim “niye arattın kendini bana?”
“Babam olacak mendeburdan kurtulmak için.” dedi.
Ardından devam etti yolculuk. Önce Bodrum’a gittik. Oradan da Gümüşlük’e. Oraya varır varmaz da restorana. Salaş ve on-on beş masadan ibaret, üç beş çalışanlı butik bir yer.
Elemana ihtiyaçlarının olduğunu, gider gitmez çalıştırmaya başlamalarından anladık. Yol yorgunluğunu bir kenara bırakıp çalışmaya girişince, meze tepsisi elimde buluverdim kendimi. Saatler boyunca değişiveren müşterilere, elimdeki meze tepsisini taşıyıp masa başında müşterilerin meze seçmelerini beklerken giderek ağırlaşan tepsinin beni kan ter içinde bırakmasına ses etmeden durmam gerektiğini, zorlanan belimi, yorulan kollarımı düşünmemeye çalışarak, gün sonunda verilecek yüz lirayı düşünerek ayakta durmaya çalışıyordum. Yalnız bir ara, günbatımında, elimde tepsiyle deniz üstünden sönüvermiş güneşe bakıyorken içimde tuhaf bir duygunun ayaklandığını hissettim.
Titreyen kollarıma, ayaklarım da eşlik etmeye başlayınca akşam oldu. Öğle sonrasından itibaren dolup boşalan mekân, geceye doğru sakinleşir gibi oldu. Patır patır gelen, yiyip içen, balık seçen, meze isteyen, ufak ve büyük rakılar yuvarlayan, çoğu gurbetçi müşterilerin dolarla, eurolarla ödemeler yapma merasimleri sona erdiğinde, vücudumdaki her uzvun zonkladığını iyiden iyiye hissediyordum artık. Müteakibinde kır saçlı şefin “Kapanış…” diyen sesini duyunca etrafı toparladık, yerleri süpürdük, sandalyeleri ters çevirip masaların üzerine bıraktık. İşimiz bitince yevmiyelerimizi almak için tek tek kasaya çağrıldık. Bir başkasıyla gidip de ötekinin ne kadar para aldığını bilmeyelim diyeydi sanırım tek tek çağrılmamız.
Bir ellilik ve bir yirmilik ile döndüğümde, kasadan Memo’nun adını çığırıyordu şef. Yolda karşılaştık Memo’yla. Elimdeki paraları ona gösterdim. Bir şey demeden hızlıca kasaya gitti. Biraz sonra da elinde bir ellilik ve bir yirmilikle geri döndü yanıma. Yan yana oturup denize baktık. Hiçbir şey sormadım. Hiçbir şey söylemedi o da. Öylece, ellerimizdeki yetmişer liralarla kaldık bir süre.
Dükkân kapanınca içeriden eşyalarımızı sırtlandık. “En azından kalacak yer veriyorlar…” diyerek kendimizi teselli edeceğimiz adımları atarak oradan ayrılıp ev demeye bin şahidin gerektiği yere gittik. O ilk gecenin sonunda elime yetmiş lira tutuşturduklarında nasıl ağlamadıysam eve gidip de beş kişi aynı odada kaldığımızda da öyle ağlamadım. Odanın farklı taraflarına tünemiş heriflerin yüzlerine baktım, hayatlarından memnun gözüküyorlardı. Tanıştık, sonra da yere atıverdiğimiz bir battaniyenin üzerine kıvrılıverdik Memo’yla. Ben, gece boyu sineklerin, horultuların, sıcağın, bunaltıcılığın ve içimi kemiren bir sürü şeyin boyunduruğu altındayken Memo deliksiz bir uykunun kollarındaydı.
Dayanamayıp uyandırıverdim onu.
Çapaklı, şipil gözler, eprimiş yüzüyle bön bön suratıma baktı.
“Lan Memo,” dedim “ben gidiyorum oğlum. Başlarım işine de gücüne de. Bok içindeyiz lan.”
Bir şey demedi. Galiba bir şey demesini isterdim. En azından bana eşlik etmesini.
Ayaklanıp eşyalarımı topladım, odadan çıkarken dönüp Memo’ya baktım. Uykuya dalmış yeniden.
Yola çıkmadan önce dinlenme tesisinde alıverdiğimiz eşyaları giyindim. Memo’nun aldığı şapkayı taktım. Çıktım oradan hışımla. Vardım otogara. Dönüş bileti aldım. Biletin parasını ödedikten sonra cebimde yetmiş lira kaldı. Bir gün boyunca çalışıp kazandığım yetmiş lira.
Yola çıkıp uzun bir süre hiçbir şey yapmayıp da uyuduğumda, yanıma kalan tek şeyin şort, tişört ve şapka olduğunu anladığımda Bodrum’dan Aydın’a doğru giden yoldaydım. Aydın’a varmak üzereyken bir mesaj geldi Memo’dan.
“Babam ölmüş lan!” yazmış. Bu kadar.
Memo’yu evdeyken aradığımda, işittiğim bağırtıyı düşündüm.