“Yüzyıllık Yalnızlık”ın Dijitale Uzanan Yolculuğu
Yazılar

“Yüzyıllık Yalnızlık”ın Dijitale Uzanan Yolculuğu

İbrahim Berksoy

Yüzyıllık Yalnızlık’ın sinemaya uyarlanması fikri Márquez’in sağlığında da çokça dile getirilmişti. Daha önce Kırmızı Pazartesi ve Kolera Günlerinde Aşk sinemaya uyarlanmıştı. Bu uyarlamalar kimilerince olumlu kimilerince de olumsuz karşılanmıştı. Uyarlama fikrine aslında Márquez de sıcak bakmıyordu ama öte yandan da bu konuda çok sayıda teklif geliyordu kendisine. Önceki uyarlamalar hep yazarın izniyle olmuştu ama Yüzyıllık Yalnızlık için gelen tüm teklifleri nedense hep reddetti. Yazarın “Bu roman sinemaya karşı yazıldı, edebiyatın sinemadan çok daha geniş bir kapsamı olduğunu gösteriyor.” dediği bilinir.

 

Márquez, 17 Nisan 2014’te Meksika’daki evinde 87 yaşında hayata veda etti. Epeyce bir süredir belleği “demans” yüzünden bir daha geri gelmemecesine günden güne çökmekteydi. Márquez’in ölümünün ardından da romanın sinemaya uyarlanması teklifleri hız kesmedi. Daha önce babalarının sürekli reddettiği uyarlama tekliflerine bu kez oğulları olumlu karşılık verdi. Böylelikle Yüzyıllık Yalnızlık bu kez karşımıza 8 bölümlük bir Netflix dizisi olarak çıktı. Dizinin yapımcılığını da Márquez’in oğulları üstlendi. İlginç tabii…

 

Oğullarının söylediğine göre Márquez, romanının sinemaya uyarlanmasına değil Hollywood yıldızları ile Amerika’da çekilmesine ve birkaç saate indirgenmesine itiraz etmişti. Netflix ise diziyi Kolombiya’da İspanyolca olarak çekecekti.

 

Netflix, sitesinde diziyi şöyle “lanse” ediyor (tanıtıyor): “Zamanın ötesindeki bir kasaba olan Macondo’da aşk ve unutulmuşlukla baş etmeye çalışan Buendía ailesinin yedi kuşağı, ne geçmişlerinden ne de yazgılarından kaçabilir.”

 

Albay Aureliano Buendia’nın “öncesi ve sonrasıyla” ölüm mangasının karşında durup kaderini beklediği “o an”…

 

Buendia ailesinin büyüğü José Arcadio Buendia bir yerde “Ölmek için doğduk” der. Latin Amerika’da bütün hayatların özü sanki bu sözde gizli gibidir. Buendia ailesinin yüzyıllık hayatı ironik olduğu kadar trajiktir de. Bu ikisinin arasında alaysılık ve dram da eşlik eder bu büyük hikâyeye.

 

11 Aralık 2024 Çarşamba günü tüm dünyada aynı anda gösterime giren dizi büyük bir ilgi ve heyecanla karşılandı. Sinema endüstrisinde beklentilerin yüksek olduğu her büyük prodüksiyonda bu böyle olur.

 

Sekiz bölümlük dizide her bölüm yaklaşık 1 saat sürüyor. Toplamda 8 saat 50 dakika. Romana adını veren “yüzyıllık yalnızlık”, acısıyla tatlısıyla, kederiyle neşesiyle, varlığıyla yokluğuyla, büyüsüyle tılsımıyla, türlü türlü icatlarıyla Buendia ailesinin yüzyıllık serüvenine karşılık geliyor. Aslında anlatılan; Latin Amerika’da sanki hiç bitmeyecekmiş gibi birbirini tetikleyen iç savaşlar, o savaşların gölgesinde yaşanılan zor zamanlar ve tüm bunlara rağmen yine de yaşanılan onca şeyin gülümseten esprilerle karşılanıyor oluşu… Bizim “büyülü” sandığımız, olağanüstü dediğimiz her ne varsa bunlar Latin Amerika’da gündelik hayatın olağan akışında kanıksanmış birer gerçek. Bizim “büyülü gerçekçilik” dediğimiz şey orada hayatın olağan akışının ta kendisi! Önünde arkasında ne büyü var ne de mucize. Latin Amerika’da büyü de mucize de, düş de gerçek de hayatın olağan akışına dâhil. Öyle kıyısında köşesinde de değil, gündelik hayatın tam ortasında, baş kösesinde.

 

İroniden trajediye tüm bu anlatılanlar aslında “Latin Amerika’nın kesik damarları” ve “toplumsal değişim” adı altında yüzyıllardır o damarlardan akan kan… Daha doğrusu o toplumsal değişimin büyülü gerçekçi bir dille anlatımı.

 

Roman, düşsel bir kasabanın (Macondo) kuruluşunu ve yok oluşunu, bu ikisinin arasında geçen uzun sürmüş bir yalnızlığı, o kasabada serpilip gelişen hayatları ve o kasabanın en önemli ailesi “Buendialar”ı anlatır. İlyada ve Odysseia’dan beri bütün epik romanlarda insanlığın uygarlık serüveninin belli bir dönemine/dönemecine tanıklık ederiz. Bu tarz büyük yapıtlarda eşi benzeri olmayan roman karakterleri, tipler, topluluklar bir yerlere konup oralarda mekân tutma, hayatlarını düzene sokma uğraşındadırlar. Sonra olaylar birbirini izler.

 

Yüzyıllık Yalnızlık’ta düşsel bir kasaba olarak anlatılan Macondo bu kez Netflix’te bir film platosu olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylelikle; roman boyunca o düşsel kasabada onca hareketliliğe, yeni yeni icatlara, yeniliğe ve değişime rağmen yine de “yüzyıllık yalnızlık” olarak akıp geçen hayat ve olaylar zinciri, bu diziyle birlikte harekete geçip “epizod”lar halinde sinema diline uyarlanmış oluyor. Elbette ki edebiyatın diliyle sinemanın dili farklıdır. Kullandığı araçlar da farklıdır. Bir roman yazmak için elde bir tomar kâğıt ve bir kalemin olması yeterlidir, ama bir sinema filmi çekmek için ciddi bir yatırım gerekir. Netflix, Yüzyıllık Yalnızlık dizisi için bu yatırımı fazlasıyla yapmış.

 

Yerli ve yabancı yorumlara bakıldığında dizi izleyicilerin beğenisini kazanmış görünüyor. Senaryo, olayların akışı, karakterler, oyunculuk, müzik, atmosfer, görüntü izleyicilerin beklentilerini karşılamış görünüyor.

 

Yüzyıllık Yalnızlık Romanının Türkiye’deki Serüveni ve Seçkin Selvi

 

Márquez, ünlü romanı Yüzyıllık Yalnızlık’ı 1967’de tamamlayıp Arjantin’de Buenos Aires’teki yayıncısına postayla gönderdiğinde romanının yarım yüzyıl sonra dönüp dolaşıp okurlarının karşısına bir “Netfix dizisi” olarak çıkacağını sanırım tahmin bile edemezdi. Üstelik posta masrafı 82 peso tutmuştu ve Márquez’in cebinde o kadar para yoktu. Elindeki dosyayı yarısı borç harç güçlükle gönderebildi yayıncısına. Neyse ki roman, İspanyolca Cien años de soledad adıyla 1967 yılında yayımlandığında ilk hafta sekiz bin adet satıldı da “onca yoksulluk varken” Márquez şöyle rahat bir nefes alabildi. Roman 1970’te One Hundred Years of Solitude adıyla İngilizceye çevrildikten sonra kısa sürede dünyanın en çok satılan/okunan romanları arasında girdi.

Roman, ilk kez 1973’te Seçkin Selvi tarafından Türkçeye çevrilip Necdet Sander’in sahibi olduğu Sander Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın Türkçeye çevrilişinin ve yayımlanışının serüveni oldukça ilginçtir. Bu ilginç serüveni Zeynep Miraç, Seçkin, Ödünsüz Bir Yaşam adlı biyografi kitabında anlatır.

 

Bu arada romanın dizi filme uyarlanması dolayısıyla, “Seçkin” biyografisinin yazarı Zeynep Miraç, BBC Türkçe’ye 22 Aralık 2024 tarihinde bir yazı yazdı. Yazısında bir yandan Seçkin Selvi’nin Yüzyıllık Yalnızlık’ı hangi koşullarda Türkçeye çevirdiği hatırlatırken öte yandan da Selvi’nin gösterimdeki bu yeni diziyle ilgili ne düşündüğünü okurlarına aktardı.

 

Zeynep Miraç’ın biyografi kitabında ve bu kitaptaki bilgilere dayalı olarak BBC Türkçe’ye yazdığı yazıda anlattığı kadarıyla Yüzyıllık Yalnızlık’ın Türkçedeki serüveni şöyledir:

 

Stalin, Lenin’in ölümünün ardından bir yazı kaleme alır. Seçkin Selvi (O zamanlar Seçkin Çağan), Stalin’in bu yazısını 1968’de “Lenin” adıyla Türkçeye çevirir. Yazı, kitap olarak Habora Yayınevi tarafından aynı adla yayımlanınca Seçkin’e de cezaevi yolu görünür. Hakkında 3,5 yıl hapis istemiyle dava açılır. Arkadaşları artık onu alaya alıp “Yazan Stalin, yazılan Lenin, çeviren Seçkin, hapishaneye gelin!” diyerek çağırmaktadır. Dava dört yıl sonra 1972 başında sonuçlanır. Seçkin Selvi’ye 1,5 yıl hapis, 1,5 yıl da Bursa’ya sürgün cezası verilir. Hapis cezasını anlamıştır da Bursa’ya sürgünü içinden şöyle yorumlar: “İstanbul’da komünistlik yapacağıma Bursa’da yapayım diye düşündüler herhalde.”

 

Önce Gayrettepe’de yeni yapılan emniyet şubesine, ertesi gün Sultanahmet’teki nezarethaneye derken son durak 1,5 yıl yatacağı Sağmalcılar Cezaevi’dir. Seçkin Selvi Sağmalcılar’da 1,5 yıl yatar. Sürgün cezasından ise 1974 affıyla kurtulur.

 

Seçkin Selvi Sağmalcılar’da cezasını çekmekteyken 1973 baharında Sander Yayınevi’nin sahibi ve yayın yönetmeni Necdet Sander ona binlerce kilometre öteden seslenen bir kitap getirir: Yüzyıllık Yalnızlık. Aslında Necdet Sander bu kitabın çevirisi için daha önceden şair Can Yücel ile anlaşmıştır. Kadere bakın ki o dönemde Can Yücel de tıpkı Seçkin Selvi gibi başka bir cezaevinde (Adana Cezaevi) “ikamet” etmektedir. Şair o dönemde kitabı çevirmeye (Can Yücel’in deyimiyle “Türkçe söylemeye”) başlamış ancak 60. sayfadan sonra içinde bulunduğu koşullar bu çeviriyi tamamlamaya olanak vermemişti. Bunun üzerine, Necdet Sander, çeviriyi tamamlasın diye kitabı Seçkin Selvi’ye getirir. Binlerce kilometre uzaktan Adana’ya ulaşan roman, bir yolculuk daha yapıp bu kez Adana Cezaevi’nden Sağmalcılar’a ulaştı ve uzayan satırlar boyunca Seçkin Selvi’ye yoldaş oldu. O günleri Seçkin Selvi şöyle anlatır:

 

“Hücreme Latin Amerika’nın turuncu güneşi doldu, Mayalardan, Azteklerden biriktirilmiş sözlü edebiyatın Anadolu masallarıyla örtüşen ışığı doldu, Kolombiya yerlilerinin Yörük desenleriyle buluşan kilimleri serildi ranzama.

 

Çeviri sonuna yaklaşırken bitmesin, biraz daha sürsün birlikteliğimiz diye elimi ağırdan alıyordum.

 

Buendia ailesiyle ve Gabriel Garcia Márquez’le böyle tanıştım; benimle birlikte Türkiye de tanışmış oldu. Ben her sözcüğü, her cümleyi, her bölümü çevirirken nasıl duyguyla yoğrulup coştuysam, Buendia’ları nasıl kendi insanlarım gibi bağrıma bastıysam, Türk okuru da aynı coşkuyla paylaştı ve yarım yüzyılı aşan bu zaman diliminde Márquez’i kendi yazarımız gibi benimsedi.” (Zeynep Miraç, Seçkin, Ödünsüz Bir Yaşam, Doğan Kitap, sf. 109-110)

 

Yüzyıllık Yalnızlık, böylelikle Türkçede ilk kez Sander Yayınları tarafından 1974’te Seçkin Cılızoğlu çevirisiyle İstanbul’da yayımlandı. Roman, Kayseri’de lisede okurken,1981’de, ikinci el kitaplar da satan küçük bir kitabevinde elime geçmişti her nasılsa. O dönemde anlamakta zorluk çektiğim bu ilginç romanla benim tanışmam da böyle oldu.

 

Necdet Sander’in ölümünden sonra yayınevi kapanınca Yüzyıllık Yalnızlık’ın (ve yayınevinin diğer pek çok yayınının) yayın hakları Can Yayınları adına Erdal Öz tarafından alındı. Roman, Can Yayınları etiketiyle ilk kez 1984’te yayımlandı. Çevirmen olarak kapakta Seçkin Selvi adı yazılıydı. O ilk baskı yayımlandığında Ankara’da ODTÜ’de öğrenciydim. Zafer Çarşısı’nda Eylül Kitabevi’nden Ahmet Telli’nin elinden almıştım kitabı. Ahmet Telli o sıralar Eylül Kitabevi’nin yöneticisiydi. Vaktinin çoğu sanırım orada geçerdi. Üniversitelilerle yakından ilgilenir, onlara çay ikram eder, ayaküstü sohbet ederdi.

Daha önce kitabın ilk altmış sayfasını Adana Hapishanesi’nde Can Yücel çevirdiğinden kitabın kapağında çevirmen olarak Can Yücel’in adının da geçmesi gerektiğini ileri sürenler oluyordu. Bunun üzerine Erdal Öz, Seçkin Selvi’ye şunu önerir: “Bu kitabı iki kişi çevirdi, Seçkin Selvi ile Can Yücel birlikte çevirdiler gibi spekülasyonlar yapılıyor. Gel şu altmış sayfayı da çevir. Söylentiler bitsin.” Seçkin Selvi, daha sonra bu ilk altmış sayfayı da çevirdi.

Seçkin Selvi, kitabın çevirisinin Türkiye’deki macerasını vurgulamak amacıyla Márquez’e hitaben ileride şunları söyleyecektir:

 

“Márquez, Anlatmak İçin Yaşamak adlı anı kitabında gençliğinde birkaç kez gözaltına alındığını, birkaç kez tutuklanmanın kıyısından döndüğünü anlatıyor. Ama Türkiye’ye hapishaneden, hem de bir değil, iki hapishanenin parmaklıklarından geçerek girdiğini o da bilmiyor. Bu da benzer koşullardaki ülkelerde yaşamanın cilvesi olsa gerek.” (Zeynep Miraç, Seçkin, Ödünsüz Bir Yaşam, sf. 110)

 

Seçkin Selvi’nin Türkçeye çevirdiği 200’e yakın eser arasında Yüzyıllık Yalnızlık’ın ayrı bir yeri var. Türkiye’de adı adeta bu romanla birlikte anılıyor. Bir de Seçkin Selvi’nin Márquez için söylediği şu sözler var: “Aile bütçeme en çok katkısı olan erkek.”

 

Zeynep Miraç, BBC Türkçe’deki yazısında güncel bir konu olması dolayısıyla Seçkin Selvi’ye “diziyi seyredecek misiniz? diye sormuş. Seçkin Selvi şöyle yanıtlamış soruyu: “Seyredeceğim ve muhtemelen yazacağım. Çok öfkelenirsem yazarım. Belki de hiç beğenmem, yazmaya değmez o zaman.”

 

Geçmişi, Şimdiyi ve Geleceği Aynı Anda Kuşatan Büyülü Bir Giriş Cümlesi

 

Yüzyıllık Yalnızlık şu etkileyici cümleyle başlar:
“Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı.”

 

İlk okuduğumda Buendia soyadı bende hiçbir çağrışım yapmıyordu, öylesine bir soyadı olduğunu sanıyordum. İleride biraz Portekizce öğrenince, bu sayede İspanyolca sözcükleri de şöyle böyle sökmeye başlayınca bu soyadının herhangi bir soyadı olmadığını anladım. Buen=iyi, dia=gün… Buendia=İyi gün… Márquez’in romanını borç harç postayla gönderdiği Arjantin’deki yayıncısının bulunduğu şehir Buenos Aires değil miydi? Buenos Aires=Güzel havalar… İlginç…

 

Márquez’in geniş zamanların kapsayıcılığını içeren, merak uyandırıcı, davetkâr cümlesini okuduğumda bütün zamanların bir cümlede nasıl bir araya gelebileceğini görmüş ve bu ilk cümleyi büyük bir nehir romanın davetiyesi gibi okumuştum. Sonraları Márquez ‘in geçmiş ve geleceği şimdiki zamanın potasında erittiği “büyülü cümlelere” onun hemen her kitabında rastlayacak ve “büyülü gerçekçilik” akımının bu usta temsilcisinin yazdığı her romanı, her öyküyü ilgiyle okuyacaktım.

 

Geçmişteki günleri anımsatan, idam mangasının önünde yaşanılan “o an”ı duyumsatan ve gelecekten haber veren bu cümle aynı zamanda Albay Aureliano Buendia’nın da kader cümlesidir. Cümle aslında Kırmızı Pazartesi’nin ilk cümlesine benzer. Aynı kader… “Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30’da kalkmıştı.”