Zımbaladığım Kuşlar Düştü Gökyüzünden
Öykü

Zımbaladığım Kuşlar Düştü Gökyüzünden

Mustafa Seyfi

“bana gökyüzüne zımbaladığın kuşlardan bahsetme

kanatları pas tuttu her birinin”

Ceplerimde nemli kâğıtlara karalanmış hikayeler ve elimde pille çalışan bir fener, kendimi karanlıkta buldum. Neredeyim, buraya nasıl geldim, bilmiyordum… O kadar karanlıktı ki bedenimi yoklayınca anladım çıplak olmadığımı, üzerimde hırpani kıyafetler. ‘Acaba ne giymişim buraya gelirken’ diye düşündüm. ‘Kısa kollu mu giyindim, yoksa üzerimde mevsimlik bir ceket mi var?’ Güldüm bütün bunlara ve kendimi azarladım; karanlığın mevsimi mi olurmuş?

 

Havayı yokladım; ne soğuk ne sıcak. Eğildim, üzerinde durduğum zemini kurcaladım ellerimle; hafif nemli bir toprak, biraz da taze çim. Çimlere dokunur dokunmaz kokusu da gelmeye başladı. İşte şimdi de bir ağacın gövdesi, bol kabuklu kalın bir ağaç. El fenerimi tuttum, çok az aydınlatabildi çevremi. Pili bitmesin diye kapatmaya çalıştım, kapanmıyor.

 

Neresiydi burası, ben ne yapıyordum burada ve nasıl gelmiştim? Rüya olmadığını biliyordum. Soluduğum havayı bile hissedebiliyordum hücrelerime kadar, bilincim gayet açık, net, karıncasız, cam gibi… Beni saran karanlık, ağını kurup avını bekleyen bir Çukurova örümceği. Rüyalarda hissedilen o sarhoşluk hissi, ‘lucid dreaming’ dedikleri rüyayı kontrol anında bile geçmeyen o tuhaf bulanıklık… Hiçbiri yok işte burada. Biri sizi uyandırmak için çimdik atsa nafile, hatta çimdiği bahane edip kavga bile çıkarabilirsiniz.

 

El fenerimi sallayarak yürümeye koyuldum. Paslı bir çan gibi gıcırtıyla gidip geliyordu cılız ışık. Yürüdükçe pantolonuma dağıldı cebimdeki kâğıtların nemli sözcükleri. Paçalarım dizlerim tedavülden kalmış kelimelerle kirlendi. Ayağım bir taşa takılır gibi oldu, düşüyorum sandım. Feneri ayaklarıma tuttum. Kışlık siyah botlarımı giymişim, ne zahmet halbuki. Karanlığın bir yerinden su sesi geldi, insanı susuzluktan çatlatacak kadar tatlı bir su sesi. Sonra neden bilmem, susayıp susamadığımı düşündüm, böyle düşününce su sesi şıp diye kesiliverdi. Buna da bir anlam veremedim. Zaten yere batsın bütün anlamların topu birden!

 

Yürüdükçe portakal kokusu, arı vızıltıları, kuş sesleri duydum. Fakat ne vakit ardıma dönsem kokular da, sesler de bıçak gibi kesildiler. Bu sebeple artık yolda ne görürsem göreyim ne duyarsam duyayım ilgi göstermemeye, düşünmemeye karar verdim. Karanlığın bu oyunundan sıkılmıştım çünkü. Hem çözmem gereken daha önemli bir sorun vardı, o da benim burada ne işimin olduğuydu.

 

Bir yandan bunları hesap edip, bir yandan da ayağım ufak tefek taşlara takıla takıla yürüyordum. Uzaktan bakınca bir eski zaman böceğine benziyor olmalıydım, elinde cılız bir ışıkla dolaşan ihtiyar bir ateşböceği. İçimden ‘fırlatıp bir kenara mı atsam şu el fenerini?’ diye geçirdim. Malum ya hem işime yarayacak kadar ışık vermiyordu hem de beni olası tehlikelere karşı karanlıkta kolay lokma haline getiriyordu. Fakat gene de bir işime yarar ümidiyle atamadım.

 

Yarım saat kadar ne yana ne şekilde gittiğimi bilmeden yürümüştüm ki bir ağlama sesi işittim. Bu da karanlığın bir oyunu olmalıydı ve ben hiçbir şeye ilgi göstermeyeceğime dair kendi kendime söz vermiştim. Ama ağlayan, o kadar içten bir şekilde hüngür hüngür ağlıyordu ki, oyuna gelme pahasına bu sesi takibe başladım. Ses kesilmedi bu defa, hayret. Sese yaklaştım, yaklaştım, yaklaştım; gene kesilmedi. Neden bunca ses, bunca gürültü kesilmişti de bu gözyaşı konçertosu kesilmemişti? Sesin geldiği noktaya feneri tuttum. Fenerin ışığı ilk defa bir yeri bu kadar ayan beyan parlattı ve ağlayanı gördüm.

 

Ulu bir ağacın yamacında, beyaz bir taşın üzerinde oturan, beş yaşlarında bir erkek çocuğuydu bu. Kendisine ışık tutmama rağmen başını kaldırıp da benim olduğum tarafa bakmadı. Taşın üzerine oturmuş, dirsekleri dizlerinde, yüzünü ise kolları arasına gömmüş. Hafif sarı saçları, beyaz bir teni var. Üzerinde ise el işi olduğu kolaylıkla belli olan beyaz üzerine yeşil desenli bir kazak, altında da açık kahverengi kadife pantolon. Saçları uzun ve kabarık değil de tıraşlı olsa, bayramlıklarını giydirmişler sanabilirdiniz.

 

“Çocuk” dedim, ses etmedi. “Bak bakayım buraya, neden ağlıyorsun?”

Başını kaldırdı, yüzü gözü ağlamaktan şişmişti. Parmağıyla hemen önünü işaret etti; bir zımba ve acemice yapılmış kâğıttan beş on kuş.

“Ka… Ka… Ka… Kâğıttan kuş ya… ya… yapıyorum.”

 

Kekelediği her hecenin arasında boğuluyormuş gibi iç çekerek hıçkırıyordu. Normal şartlarda bu çocuğu böyle ağlarken gören herkesin, isterse eli kanlı katil olsun, yine de yüreği sızlardı ve insafa gelirdi. Ancak bende bu yönde en ufak bir kıpırtı bile olmamıştı. Sanki bu çocuğun burada, bu karanlıkta, el fenerimin ışığı altında ağlaması şu an dünya üzerinde olabilecek en olağan işmiş gibi soğukkanlılıkla ve merakla çocuğa bakıyordum.

 

Çocuk birden ağlamayı kesti, kazağının koluyla gözlerini sildi. Kazak bol tüylü bir şeydi, boynumdan tuhaf bir kaşıntı geçti.

“Huylanmıyor musun o kazaktan?” diye sordum.

 

Kazağın yakasını sıyırıp boynunu gösterdi, kıpkırmızı olmuştu. Ağlamayı kesen çocuğun yüzüne baktım, içim bir tuhaf oldu. Bu çocuğu tanıyor muydum bir yerden? Ya da birine mi benzetmiştim? ‘Beş yaşındaki çocuğu kime benzeteceksin, saçmalama’ dedi içimdeki ses. Haklıydı. Çocuğa zımbayla ne işi olduğunu sordum.

 

“Kâğıttan kuşları zımbalıyorum gökyüzüne” dedi.

“E peki ne diye ağlıyorsun?”

“Zımbaladığım kuşlar düştü gökyüzünden.”

“Neden?”

“Yağmur yağıyor ya, ondan.”

Çocuk böyle söyleyince yağmuru fark ettim, iri taneli, sert. Toprağa çarpınca pat diye gürleyen bir yağmur. İyi de nasıl şimdiye kadar anlayamadım yağmurun yağmadığını, neden ıslanmadım üstelik?

“Bak benim saçlarım sarı!”

“Anlamadım?”

“Sarı benim saçlarım!”

Saçından bir tutam tutmuş, bana gösteriyordu.

“Ha, evet. Çok güzel sarı saçların var” deyip gülümsedim, çocuk da gülümsedi.

“Ama büyüyünce simsiyah olacaklar.”

“Siyah mı? Neden?”

“Bilmem. Sonra beyaz da olacaklar, biliyor musun?”

 

Çocuğun gülümsemesindeki hınzırlık beni tedirgin etti. Az evvelki ağlak sümüklüden eser yoktu şimdi. Onunla beraber ben de gülümsüyordum. Çocuk bu defa, gövdesine yaslandığı yüksek ağacın dallarını gösterdi parmak ucuyla, feneri gösterdiği yere tuttum. Gördüğüm şey karşısında ürperdim, vücudumdan baştan ayağa bir titreme geçti. O kadar karanlıktan, börtü böcek sesinden, şu çocuktan bile korkmamıştım ya, şu an sıtmaya tutulmuş gibi titriyordum.

 

Çocuğun gösterdiği dala bir halat asılmıştı. Halatın ucunda ise acemice ilmek yapılmaya çalışılmış apaçık bir çember. Kafasını geçiren adamın boynunu kırmaz, kafasını koparır.

 

“Ne bu?”

“İntihar.”

Kızmaya başlıyordum. Fakat çocukta en ufak bir değişiklik yoktu, hâlâ gülümsüyordu.

“Ne işe yaradığını biliyorum, neden burada olduğunu soruyorum.”

“İntiharrr!” dedi bir kere daha, şımarık çocuklar gibi sesini yükselterek.

Sükûnetimi korumaya gayret ederek “Kim?” dedim telaşla.

“Sen!” diye karşılık verdi. Sesi yılan ıslığı gibi çıkmıştı.

“Hayır. İntihar falan yok, geçtik bu işleri biz…”

Çocuk susmuştu, sadece gülümsüyordu. Bense gizlemeye çalıştığım öfkeyi, artık apaçık belli eden bir ifadeyle haykırdım:

“İnsanlara umut vermek için yazılmış bir hikâyede neden intihardan bahsediyorsun?”

Çocuk hâlâ gülümsüyordu, bu durum da sinir bozucu bir hal almaya başlamıştı.

 

“O yüzden mi karanlığın ortasında elinde bir fener, neredesin bilmiyorsun, nereye gittiğin hakkında en ufak bir fikrin yok, kulağını kabarttığın susuyor, gözünün iliştiği kayboluyor?.. Böyle bir hikâyenin neresi umut verecek insanlara?”

 

Beş yaşındaki bir piç kurusundan beklenmeyecek cevaptı bu, takdir ettim içimden. Üstelik beni ikna etmeyi de başarmıştı, farkındaydım. Yenilgiyi kabul etmiş bir Roma generalinin gereksiz gururuyla:

“Ben intihar etmeyeceğim” dedim.

“Belki.”

“Dünya tarihi bütün ömrünü intiharı yazmakla geçirdiği halde intihar etmeyenlerle dolu. Ben de öyle olabilirim.”

“Belki. Ama o zaman da yazdıkları ile tutarsızlık yaşayan götün teki olacaksın” dedi.

Cevap vermedim. Çocuk gülümsemeyi kesti, başını yere eğdi. Yerden aldığı küçük bir dal parçasıyla toprağı eşelemeye başladı ağır ağır.

“Neden intihar etmediğini biliyorum” dedi bana bakmadan. Yine cevap vermedim. “Sen,” dedi, “öldükten sonra insanların ölümünle ilgili ardından ne tepki vereceklerini kestiremiyorsun. Tek derdin bu. Kim üzülecek, kim sevinecek. İntiharının magazini peşindesin.”

“Belki” dedim nazire yaparcasına.

“Sen boğulacağını bildiğin suda kulaç atmazsın.”

Durdum, şaşırmıştım. “Bu ne anlama geliyor şimdi?” diye sordum.

Bana baktı, elindeki dal parçasını savurdu attı karanlıkta bir yere.

“Herkesin üzüleceğini bilsen, çoktan asardın kendini… Seni korkutan şey, hayatının kıyısından köşesinden geçmiş tek bir kişinin bile ölümünü umursamaması ihtimali.”

Doğruydu. Küçük şeytan yakalamıştı beni, beni benden iyi tanıyordu.

“Peki, dedim, ne yapabilirim?” Evet, teslim olmuştum artık. Beş yaşında bir çocuktan akıl dileniyordum.

 

Çocuk, elini fenere uzattı. Verdim. Fenerin pil kapağını açtı. Pillerin yere düşmesiyle birlikte karanlık dağıldı ve etraf gün oldu ansızın. Etrafa bakındım ve bir ormanda olduğumuzu gördüm. Portakal, incir, elma ağaçları, taze böğürtlenler, ileride lale tarlaları, yerler yemyeşil çim, burnumda çam reçinesi kokuları… Tepemizdeki göğü bir uçtan öbür uca arşınlayan envaiçeşit rengarenk kuşlar, çiçeklerin üzerine konup kalkan arıların vızıltıları, deli gibi uçup duran kara sinekler… Dönüp çocuğa baktım, yerinde yok. Giderken el fenerini, zımbayı ve kâğıttan kuşları da almış. Cebimdeki nemli hikâyeleri buruşturup bir kenara attım. Üzerime yapışmış eski kelimeleri silkeledim üstünkörü. Gözüm çocuğun sırtını verdiği ağacın dalına ilişti; halat hâlâ aynı yerde duruyordu. Ağını kurmuş, avını bekleyen bir Çukurova örümceği gibi.