Yabandan Gelen
Öykü

Yabandan Gelen

Yukio Mişima'dan çeviren Ceyil Özmen

Yağmur mevsiminde bir sabah, gece boyu çalıştıktan sonra saat 6’da tam yatağa girmiş uykuya dalmak üzereydim ki, babamın yatağımın yanındaki klimadan gelen sesiyle irkildim.

 

Cihaz yatak odamın duvarına yerleştirileli beri, uykum ya mahalledeki inşaatın gürültüsüyle ya da geçmekte olan bir seçim kamyonunun kampanya faaliyetleriyle sık sık bölünüyor. Mevsim ne olursa olsun, klima dışarıdan gelen sesi sanki bir hoparlörmüş gibi etkili bir şekilde iletiyor.

 

Anne babam, ben ve ailemle aynı mülkün farklı bir kanadında yaşıyorlar. Olgunluk çağlarında olduklarından erken uyanıyorlar; zaman zaman ben yatmadan önce kalktıkları oluyor.

 

Babam birine bağırıyordu.

 

“Sen oradaki! Biz burada hâlâ uyuyoruz. Sessiz ol.”

 

Hiçbir cevap gelmedi.

 

Anca yarı uyanık ve saatten bihaber vaziyette, evdeki birinin bir esnaftan – belki bir marangoz – bir iş yapmasını istediğini ve babamın da bu gürültünün uykumu bölmesinden endişe ettiğini zannettim. Eğer bunda haklıysam, beni uykunun eşiğinden döndüren de sıkıntı kaynağı sayılması gereken de asıl onun bu ihtarlarıydı.

 

Kısa bir süre sessizlik oldu. Babamın itirazı muhtemelen etkili olmuştu. Tekrar uykuya dalmaya çalıştım.

 

Babamın daha sonraki sözleri öncekinden de sertti.

 

“Hey, sen! Sana kes şunu demiştim!”

 

Buna da bir cevap yoktu ve tahtaya çekiçle vurulur gibi bir ses duydum. Öfkelenmeye başlamıştım. Bazı insanlar ne kadar da düşüncesiz! diye düşündüm.

 

“Hey! Kapıya böyle vurmaya devam edersen kıracaksın!” diye haykırdı babam.

 

İşte o zaman anormal bir şeylerin döndüğünü fark ettim. Gündüzleri uyuduğum için odamda ışığı engelleyecek kalın perdeler vardır. Komodinimin üzerindeki saate bakmak için yüzümü kadrana yaklaştırmak zorunda kaldım: neredeyse yedi olmuştu.

 

Aniden bir adamın kulak tırmalayıcı çığlığını duydum ve kapıya vurulan darbeler normal sınırların çok ötesinde bir gümbürtüye dönüştü. Ses, Kabuki tiyatrosunda kapıya vurulan tokmak darbelerinin aynısıydı – “Açın! Açın!” Yumruktaki şiddeti, çıkıp inen hiddeti neredeyse görebiliyordum.

 

 

Yataktan fırladım, üzerime bir sabahlık geçirdim, masif meşe ağacından yapılmış kendo kılıcımı kaptım ve karımın bitişikteki yatak odasına daldım. Karım ayaktaydı.

 

Ben içeri girerken, “Bir yüz gördüm,” dedi.

 

O anda, onun ne demek istediğini tam çıkaramadım. Alt kata koştuk. Kahya ve hizmetçi kız dehşet içindeydi. Annem muhtemelen kendi kanadından 110’u çoktan aramıştı ama karım kendisinin araması gerektiğini düşünerek mutfağa koştu ve ışığı açtı. Sabah yağmuru yüzünden ev karanlıktı. Hizmetçi kız, “Lütfen ışıkları açmayın, Hanımefendi,” diye itiraz etti. “Bu belki daha güvenlidir –”

 

Karım 110’u aradı ama meşgul çalıp duruyordu. Bu sırada mutfak kapısındaki gümbürtü kesilmişti. En sonunda acil durum operatörü cevap verdi: “Yoldayız – birazdan orada oluruz.”

 

Vurma sesi başka bir yere kaymıştı – hangi kapı olduğunu ayırt edemedik. Evin bu sessizliğinde, tek ses o şiddetli vuruştu.

 

Tekrar ikinci kata doğru koşturdum.

 

Saldırı altında olan, karımın yatak odasındaki Fransız balkonuydu. Perdeler çekiliydi, bu yüzden dışarıdaki şahsı göremiyordum. Sanki sabahın erken saatlerindeki gri ışıkta aniden ayaklanmışlar gibi, odanın bir köşesindeki sağlam pencereler gıcırdayıp inildiyor ve dantel perdeler sallanıyor, çerçeveler de menteşelerinden zorlanıyordu.

 

Orada çaresizce durmak dayanılmaz bir hal alıncaya kadar pencerelere gözümü diktim ve alt kata geri döndüm.

 

Mutfakta, karımla fısıltıyla çocukları nasıl koruyacağımızı hızlıca tartıştık. Önce saklanmak, sonra da kaçmak için en uygun odalara karar vermemiz gerekiyordu.

 

Tam o esnada, evin bir yerinde kırılan camların buzlu çağlayanını duyduk.

 

“O senin peşinde,” dedi karım. “Ben bir baksam daha güvenli olur.” Tahta kılıcı elimden alarak, merdivenlerden yukarıya çıkmak üzere döndü.

 

“Bu beni eli boş bırakacak,” dedim. “Başka bir tane alacağım –”

Onu iterek merdivenlerden çıktım. Çalışma odamdaki kılıcı almak niyetindeydim.

 

Günlük işlerimi bitirdiğim için, kafamda canlandırdığım çalışma odası ıssızdı, yarı karanlık sessiz bir yerdi. Kırık pencereli odayı aramaya geçmeden önce tek yapmam gereken, silahımı almaktı.

Çalışma odasına tam girerken kapı aralığında durakladım.

Masamın arkasındaki köşede, ağır perdeli odanın loşluğunda asılı duran bir yüz gördüm.

 

Kılıcın nerede olduğunu biliyordum; gözlerimi o yüzden ayırmadan el yordamıyla kılıca doğru ilerledim, onu aldım ve dövüş pozisyonu alarak onu savurdum. Sakinleşmeye başladığımı hissettim.

 

Orada duran figür, krem ​​rengi ceketli, uzun boylu, aşırı derecede zayıf bir gençti. Gri ışıkta bana doğru çevirdiği yüz fena halde solgundu, şimdiye kadar gördüğüm en hayaletsi yüzdü. Elinde büyük, yeşil bir kitabı, bir ansiklopedi cildini açık tutuyordu. Belli ki, onu masanın arkasındaki rafta duran takımın içinden almıştı. İlginçtir ki, anında rahatladım. Hepsi bu kadar mı? diye düşündüm. Uçuk edebi fikirleriyle olağan bir deli! Eğer haklıysam, bu karakteri avucumun içi gibi biliyorum. Korkulacak bir şey yok.

 

“Neden buradasın?” diye sordum, kılıç sağ elimde hazır.

 

Genç adamın kül rengi yüzü o kadar gergindi ki çatlayıp dağılmak üzereymiş gibi görünüyordu. Yiyeceğini ölçüp biçen bir hayvanınkiler gibi sadece gözleri kararlılık dolu, bana ifadesizce bakarken, titrek bir sesle, “Bir kitap – bir kitap ödünç almaya geldim,” dedi.

 

İki adım daha yakına gelmiş gibi duruyordu, ama sadece yalpalayan bedeni, öne doğru çıkan çenesi yüzündendi bu.

 

“Doğruyu söylemeni istiyorum!” dedi daha ağırbaşlı bir şekilde.

 

“Ne hakkında? Doğru derken neyi kastediyorsun?”

 

Genç adam zar zor nefes alıyordu, soluk soluğaydı, yine de makine gibi kendini tekrarladı.

 

“Lütfen doğruyu söyle.”

 

Ne demek istediğini bilmiyordum ama sakin cevap vereceğim diye büyük çaba sarf ediyordum.

 

“Elbette – muhakkak her şeyin doğrusunu söyleyeceğim,” dedim, zaman kazanmaya çalışarak.

 

Derken, biri omzumu dürtükledi, bir polis memuru beni iterek ilerledi ve odaya girdi. İki polis daha onu takip etti ve gencin etrafını sardılar.

 

“Lütfen doğruyu söyle!” diye bir kez daha bağırdı, sanki ateşten sayıklar gibi.

 

“Hadi, gel,” dedi polislerden biri. “Sessiz bir yere gidip bunun üzerinde konuşalım.”

 

Genç adam iki polis nezaretinde itiraz etmeden gitti. Üçüncü polis memuru yeşil ansiklopediyi onun elinden aldı, o da onunla odadan çıktı. Kitabın sırtında küçük bir kan lekesi fark ettim.

 

Polisin genç adamı sakin kafayla oturtup benimle konuşmaya teşvik etmek niyetinde olduğunu varsaymıştım aptalca. Ama mutfak kapısına yaklaşırlarken, polislerden biri aniden onu sırtından ittirip zorla dışarı çıkarmaya çalıştı. Genç adam mücadele etti ve yıldırım hızıyla polislerin üçü birden onu dışarı sürüklemek üzere tasarlanmış etkileyici koordineli hareketlerle onun üzerine çullandılar. Onu kollarından yakalayıp omuzlarından bastırma şekillerinde üzerinde çalışılmış bir teknik vardı. Buna rağmen genç adam, boynunu neredeyse koparacak denli geriye doğru bakmayı bırakmadı. O anki yüz ifadesini hatırlamıyorum. Ama bana öyle geliyor ki doğrudan bakılacak cinsten değildi.

 

“Mishima-san, Mishima-san…”

 

Çığlıklarının duyamayacağım kadar uzaklaşması sonsuza dek sürdü sanki.

 

Buraya kadarı, olayla ilgili kendi gözlerimle gördüğüm şeylerin tümü. Bundan sonrasıysa, anne babamdan ve eşimden duyduklarım ışığında hikayemi bağlamına oturtma girişimim.

 

Dışarı çıkmayı planladığı için kendi kanadında her zamankinden biraz daha erken uyanmış olduğundan, davetsiz misafiri ilk gören annem oldu. Normalde kalkar kalkmaz mutfağa gider ve takır tukur ortalıkta dolaşmasıyla hizmetçiyi yatağından dışarıya davet ederdi, ama bu sabah uyku sersemi, mutfak kapısının küçük penceresinde bir gölgenin titrediğini fark etmiş bulundu.

 

Annem yaklaştı ve gözlerini kısarak gözetleme deliğinden baktı. Bir adam sundurmaya açılan kapıyı çekeliyordu.

 

Tam olarak uyanık olmayan annem, bina arazisine açılan ön ve arka kapıların hâlâ kilitli olduğunu unutmuştu. Kapıların iç tarafında kimsenin bulunmaması gerektiği kafasına dank etmedi. Sabahın erken saatlerinde gelen bir pazarlamacı olduğunu varsayarak, kapıdaki bir aralıktan seslendi: “Mishima’yı arıyorsanız, sağa dönün ve arkadaki mutfak kapısına gidin.”

 

Adam döndü, bir an annemin sesinin geldiği yere baktı, sonra mülkün arkasına doğru bir koşu gözden kayboldu.

 

Annem işte o zaman kapıların henüz açık olamayacağını fark etti.

 

Evin benim kanadıma bağlı dahili telefon hattından, hizmetçimize şüpheli birinin o tarafa doğru geldiğini söyledi ve telaş içinde babamı uyandırmaya gitti. Babam yataktan fırladı, yağmur kepenklerini açtı ve bahçeye çıktı.

 

“Orada değil! Arka tarafta!” diye bağırdı annem.

 

O esnada, davetsiz misafirin yüzü annemin zihninde ilk kez net bir şekilde belirginleşti. Bunun, geçtiğimiz yıl içinde iki üç kez benimle görüşme ricasıyla çıkagelen ve her seferinde geri çevrilen takıntılı genç olduğundan emindi. Eğer hakikaten de oysa, diye düşündü annem hafif bir rahatlamayla, babamın onu azarlayarak sepetleyeceğinden emin olabilirdiniz.

 

Ama babam aniden mutfak girişinde tekrar belirip de “110’u arayın!” diye bağırdığında, durumun ciddiyetini kavradı ve telefona koştu. Birisi derhal açtı ve onu hatta alıkoyan uzun bir sorgulamaya girişti: Adres? Yol tarifi? Civardaki sembol yapılar? Anahtarlar? Mevcut durum? Vesaire.

 

Bu arada babam bahçeden arka tarafa dolanmıştı ve onun mutfak kapıma giden geçiş yolunun başından gelen bağırışıyla uyandım. Kapının darbelerle kırılacağını fark edince, “Bu haneye tecavüz! Başın büyük belaya girecek. Bu umurunda değil mi?” diye bağırdı.

“Bana ne,” diye cevapladı adam, gözleri kıvılcımlar saçarak.

 

Babam yolun başından “Ne istiyorsun?” diye seslendi. “Mishima’ya notunu iletebilirim!”

 

“Mishima-san ile ciddi bir sorun hakkında görüşmeye gelmiştim.”

 

“Pekala. Ona notunu ileteceğimi sana söylemiştim.”

 

“Mesaj işe yaramaz. Onunla şahsen konuşmam gerek,” diye bağırdı omzunun üzerinden ve kapıya geri dönerek, tüm gücüyle ite çeke bir boğa gibi oraya yüklendi. Tahminim, babam işte o zaman, normal bir adamın kapasitesini aşan raddedeki o şiddeti hissederek, dönüp annemi aramayı yapması için görevlendirmeye koşturdu.

 

Çok geçmeden adam mutfak kapısına hücum etmeyi bırakıp öndeki bahçeye doğru bir daire çizdi. Oradan bana adımla seslendi.

 

Karım uyandı, yatak odasındaki Fransız balkonunu açtı ve ön bahçede bağıran bir adam gördü. Muhtemelen kendisi de adamın gözüne ilişmiş olmalıydı. Onun yüzünü tanıdı ve birden fazla defa kovaladığı genci sabahın o kadar erken bir saatinde bahçede görünce irkildi. Geri adım atarak kapıyı kilitledi. Elimde kılıcımla odasında belirdiğimde bana, “Bir yüz gördüm,” demesi de o zamana denk geliyor.

 

Biz aşağı katta fikir alışverişinde bulunurken adam çatının saçaklarını kavrayıp kendini yukarıya ikinci katın dış duvarına çekti ve daha demin karımın göründüğü Fransız balkonuna vurmaya başladı. Orayı açamayınca, pervaz boyunca ilerleyip yatak odamın penceresine kadar geldi. Yumruğuyla pencereyi kırıp kolunu içeri sokarak kapı sürgüsünü açtı ve sonra odadan odaya koşturarak çalışma odama ulaştı, orada masamın arkasındaki ansiklopedinin bir cildini indirmiş, dikkatle onu inceliyordu.

 

Sonradan, kun’dan kenchi’ye kadar olan IX. Cildi seçtiğini gördüm. Neye bakmaya çalışıyordu? Yoksa Cilt IX rastgele bir seçim miydi? Hem, öyle aklını kaçırmış haldeyken, seçtiği cildin bir ansiklopedinin parçası olduğunun farkında mıydı acaba?

 

Acil durum operatörüyle bitmek bilmez bir diyalog içinde hala telefonla meşgul olan annem, yatak odamdaki kırılan camın sesini duydu.

 

“Aman Tanrım! Bir camın kırıldığını duydum – içeri girmiş olmalı!” diye bağırdı. “Lütfen derhal bize yardım edin!” Bunun üzerine, hattın diğer ucundaki operatör nihayet bağlantıyı kesti.

 

Uzun ve sinir bozucu telefon görüşmesi annemi bitkin düşürmüştü. Bir devriye aracının gelmesi çok zaman alabilirdi, ama semt karakolu polisine muhakkak bildirilmişti ve her an gelebilirlerdi.

 

Hiç giyinecek sabrı olmayan annem, şemsiyesini açtı ve yatak kıyafetiyle evden çıktı. Yağmur çiseliyordu. Köşeden sağa dönüp, yukarıdaki apartman binasına giden hafif yokuşu tırmandı ve orada semtin polis kulübesinden tanıdığı kıdemli bir devriye polisiyle karşılaştı. Polis copunu döndürerek sallana sallana ona doğru yürüyordu, ama annem acil bir durum var diye bağırınca bir koşu tutturdu. Annem de onun peşinden gerisin geri eve koştu.

 

O zamana kadar, iki polis memuruyla birlikte bir devriye arabası gelmişti.

 

Evde, karım benim peşimden ikinci kata çıkmak üzereydi ki mutfak kapısının çalınması onu durdurdu. Darbe daha yüksek sesle tekrarlandı ​​ve bir ses “Beni içeri alın!” diye bağırdı. Anın karmaşasında babamın sesini tanıyamayan karım, adamın dışarıya geri gittiğini sandı. Bir dakika sonra hatasını fark edip kapıyı açtı. Babamla birlikte içeri üç polis memuru girdi. Yağmurluklarını üzerlerinden atıp kibarca ayakkabılarını çıkardılar.

 

Karım, “Lütfen ayakkabılarınızla uğraşmayın,” diye ısrar etti ama ayakkabılar çıkarılmış ve kapının hemen iç tarafına özenle yerleştirilmişti. Sonra üç polis memuru, babam ve karımla birlikte çalışma odasına giden merdivenleri çıktılar.

 

Bundan yola çıkarak, genç adamla olan yüzleşmemin bir dakikadan fazla sürmüş olabileceğini sanmıyorum.

 

Babamla otuz, belki kırk dakika sonra polis karakoluna gittik. Bir devriye aracı bizi almaya geldi.

 

İfadelerimiz ayrı odalarda alındı. Bu, yaklaşık iki saat sürdü, güneşin gökyüzünde daha da yükselmesine yetecek kadar uzun bir süre: gün ışığı, kapının buzlu camından kırılmış yumurtanın sarısı gibi sızdı ve sorgu odasını aydınlattı.

 

Benlik algımı mağdur bir vatandaş olarak yeniden toparlıyordum; kendodan bir polis memurunu tanıyor olmam da yardımcı oldu. Failin eylemlerini gerçek bir suç olarak tanımlamak ve bunun “vaka” denilen bir durumu oluşturduğunu kanıtlamak, polisi yığınla evrakın üstesinden gelmeye mecbur bıraktı. Bana göre hava hoştu. Acıma duygusuna kapılmadım; mahkemenin hoşgörüsüne de sığınmadım. Beni bir tarafa bırakın – suçlu, ailemin vatandaşlar olarak huzur ve sükunet hakkını tehdit etmişti. Yaptıkları için saptanmış olan cezayı hak ediyordu; ve eğer akli durumunun sorumluluk alabilecek kadar yerinde olmadığı tespit edilirse, bir psikiyatri kliniğinde, bundan böyle toplum için bir tehlike oluşturmamasını garantileyecek şekilde tedavi edilmesi sağlanmalıydı.

 

Tek tabanca bir dedektif faili teşhis için içeri getirdiğinde, İfadelerimizi tamamlamış, ofiste dinleniyorduk. Üzerinde lekesiz krem ​​rengi bir ceket vardı; yüzü artık solgun değildi; camı kırmak için kullandığı eli de tedavi edilmiş ve bandajla sarılmıştı. Oda boyunca, masalarında oturan veya ayakta duran polislerin arasından geçirilirken, tümüyle tasasız, hatta gururlu görünüyordu ve göz göze geldiğimizde, daha önce gördüğüm o dokunaklı yakarıştan eser kalmamıştı: şimdi tek gördüğüm başka birinin yüzüydü.

 

Genç adam dışarı çıkarıldıktan sonra babam neden kırmızı bir kol bandı taktığını sordu.

 

Siyah kuşak gibi görünen, boynu omuz kaslarına gömülü bir dedektif, “Bu zamanda o kadar çok kibar yüzlü şüpheliyle karşılaşıyoruz ki, onları namuslu vatandaşlardan ayırt edemiyoruz. Dikkat çeksin diye ona kol bandı taktık,” diye cevap verdi.

 

Eve döndüğümde bir iki saat kestirdim. O öğleden sonra bir randevum vardı ve olabildiği kadar uykumu almam gerekiyordu.

 

Dışarıdaki sokağın göz kamaştırıcı yaz güneşine uyandım; çiseleyen yağmurun karanlık, sisli sabahı uzak bir hayalete dönüşmüştü. Ama çalışma odamın loşluğunda süzülen o tüyler ürpertici solgun yüz gün boyu benimle kaldı.

 

Aklıma gelmişken, romancı olduğumdan beri bunun gibi garip ziyaretçiler tarafından bir defadan fazla rahatsız edilmiştim. Bir keresinde, uydurma bir kabahatten dolayı bana şantaj yapma niyetlisi biri çıkageldi. Bu şantajcı kaçık biri olmak şöyle dursun; insana bir taraftan ruhunun arka kapısından kurnaz bir sinsilikle yaklaşırken, yasal haracın parametrelerinin etrafından dolanacak kadar hukuk bilgisine de sahip biri. Bu tür insanlar beni şiddetli bir düşmanlıkla, hatta nefretle doldurur. Niyetlerinin kötülüğüyle en ufak bir temasın bile beni fiziksel olarak kirlettiğini hissederim. Şantajcının ortaya çıktığı gün, sanki kötülük tenime sarımsak kokusu gibi sinmiş ve ne kadar ova ova çıkarmaya çalışsam da bana yapışmış kalmıştı.

 

Ama bu sefer farklıydı. O solgun surat zerre kadar kötülük kokmuyordu. Dolayısıyla, içimde bir düşmanlık veya cengaverliğin imasını dahi uyandırmamıştı. Çalışma odamda titreyen ellerinde açık bir ansiklopediyle o tuhaf, kırılgan davetsiz misafirle karşı karşıya geldiğimde, kendo kılıcımla saldırıya geçme arzum hiç olmamıştı. Doğal olarak, bana saldırsaydı kendimi savunurdum, hatta kolunun alt kısmına doğru bir darbe bile indirebilirdim, ama evime zorla girerek kanunu çiğnemiş olduğu halde ve düpedüz bir suçlu olmasına rağmen, onu etkisiz hale getirmek zorunda olduğumu hissettirmedi bana.

 

Bunun acıma ya da başka bir insani dürtü olarak yorumlanmasını istemem. Öz saygımla da bir alakası yok, bunun ötesinde, bana zarar vermek istemeyen, hatta beni bir erdem timsali olarak düşünerek kendini kandırmış, defalarca geri çevrilse de benimle tanışmaya kararlı ve sonunda yasaları çiğneyip çıkan bir kaçığın eylemleriyle beslenen gururumla da alakasız. Bir psikopattan gelen pohpohlamayı memnuniyetle karşılayacak kadar popülerliğe aç değilim.

 

Hayır, farklı bir şey hissediyordum. Yağmur mevsimindeki o sabah, çalışma odamın loşluğunda, benden başka kimsenin olmaması gereken yerde, o gencin doğaüstü solgunluktaki yüzünü titrerken gördüğümde, kendi gölgeme bakıyormuş gibi hissettim.

 

Hiç kaçık bir tarafım olduğundan falan da değil.

 

Yirmili yaşlarımın başında, edebiyat ateşiyle yanıp tutuştuğum zamanlarda dahi, hayran olduğum bir yazarla, tanıştırılmadan görüşmek için hiç uğraşmamıştım. Ve benimle tanışmayı reddettiği için bir yazarın evine giriş hakkı kazanmak üzere kesinlikle cam kırmamış ve onca şey arasından, çalışma odasındaki raftan bir ansiklopediyi de çekmemiştim. Buna az biraz benzer herhangi bir şey yapmayı aklımın ucundan dahi geçirmediğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Genel olarak, başka birini saplantı haline getirme deneyimim hiç olmadı.

 

Delilik alemine kendimi hiç mi hiç yakın hissetmedim; anlamak için de herhangi bir çaba sarf etmedim. Şimdiye kadar, bir olay veya ruh hali, yalnızca bir sanat eserinin dayattığı düzene benzeyen bir mantıksal tutarlılık barındırıyorsa, ilgimi çekti; tekinsiz kurgusal karakterlerde sevdiğim şey, bana göre, mantıksal tutarlılık ve ele geçirilmiş olma halinin birbirleriyle yer değiştirebilir olmasıdır. Mantıksal tutarlılıktaki gerçekçi olmama kapasitesi de öyle böyle değildir ama yine de delilikle arasında dağlar vardır.

 

Bazen roman yazıp dünyada satışa sunmanın haddinden fazla tuhaf ve tehlikeli bir meslek olduğunu hissetmekten kendimi alamadığımı söyleyeyim. Dil aracılığıyla yaydığım şey de neyin nesi? Sanatçıda içki satıcılarına benzeyen bir şeyler var. Ürünü alkol içermeli; alkolsüz bir içecek satmak, kendi mesleğine hakaret anlamına gelir. Sattığı, tek kelimeyle, sarhoşluktur. Normal bir insan alkol satın aldığını bilir, bir gecelik alkol zehirlenmesinin tadını çıkarır ve ayıldığında aklına kavuşur. Ama başka olasılıklar da vardır. Alkol satın aldığının farkında olmayan bir adam, besleyici olduğunu sandığı bir içkiyi tüketir ve körkütük sarhoş olur. Ya da yine: daha en baştan normal olmayan bir adam içkiyi alır ve içindeki standart alkol miktarı, onda akla hayale sığmayacak kadar korkutucu bir etki yaratır…

 

Her halükârda, polis genç hakkında pek fazla konuşmadı. İstemeden kulak misafiri olduğum tek şey, ailesinden epeyce uzaklaştığı ve Tokyo’da yalnız bir yaşam sürerek bir gazetede çalıştığıydı.

 

Şaşırtıcı değil! Ondaki delilik türünün genetik bir bileşeni de olabilir, fakat öte yandan onu görür görmez bunun yalnızlıktan beslendiği benim için aşikardı. Aynı delilik çok çeşitli şekillerde ortaya çıkabilse de, yazarlığımın bir şekilde bu ona özgü hastalığa suç ortaklığı yaptığı da açıktı. Romancı olmasaydım, yapıtlarımdan devşirdiği hezeyanlarla azıtıp bana saldıracak kadar ileri gitmesine imkân yoktu.

 

Roman okumak yalnız bir girişimdir, yazmak da öyle. Basılı sözcükler aracılığıyla yalnızlığımız, hiç tanışmadığımız başkalarının yalnızlığına nüfuz eder. Bu tuhaf sızmaya hiç mi hiç tanık olmuşluğum yok. Gelecekte tanık olma ihtimalim de yok. Ama bu davetsiz misafir sayesinde, onun deliliği sayesinde, sanki onun o kansız yüzünde, aslında bir yazarın asla görmemesi gereken, “okuyucunun” yüzünü görüyormuşum gibi hissediyorum. (Elbette, o sırada okuduğu şey yalnızca bir ansiklopediydi.)

 

Deliliğinin kökü olan yalnızlığı farkında olmadan desteklediğim konusunda pek de şüpheye yer yok. Başkasının yalnızlığını bu şekilde temin etmek rahatsız edici, ama durum bu: Yazarın yapıtından dışarıya doğru bir sarmaşık gibi süzülen bir şeyler vardır ve o dolaşık uzantı hiç kuşkusuz onun yalnızlığına dolanmış ve onu korumuştu.

 

Bu kadar çok yalnızlığı büyütmek için ne kadar gübre gerektiğini bilmiyordum ama bunun bir kısmını sağladığımdan emindim. Çeşitli sabahlar, çeşitli öğlenler, çeşitli geceler olmalıydı. Yalnızlık, dolaplarının içini küf gibi kaplamış ve tatamisinin dokumasında yeşermişti. Ve ben o yerlerin hepsinde vardım.

 

Aşırı yalnız insanlara karşı her zaman belli bir tiksinti hissettim ve onlardan kaçınmaya eğilimliyim, ancak yazarlığımda ifade bulan ruhum, gece gündüz tam da bu insanların kapısını aşındırmaya devam ediyor. Mümkün olsa, aydınlık ve canlı bir kalabalığın arasında yaşamayı tercih ederdim, şaka yapmayı seven insanlarla; ancak öyle görünüyor ki ikinci bir benlik, bihaber olduğum bir başka “ben”, hırpani takım elbiseli bir sosyal hizmet memuru gibi, o ıssız ev senin bu ev benim kapı kapı kasvetli teftişler yapmakra.

 

O konutları yalnızlık kasıp kavurur. O gencin solgun yüzü yalnızlık bakterisiyle kabarmıştı. En ufak bir hareket veya dil sürçmesi, böyle bir insanın hor görülmesi için yeterlidir; ve zamanla, o farkına bile varmadan, başkalarına da bulaşabilecek bir yalnızlığın taşıyıcısı olarak, tecrit edilecektir. (Geçmişte. böyle bir yalnızlığın bizzat ben de yabancısı değildim.)

 

Şimdilik, belli bir derecede şefkat ve belli bir derecede aşağılamayla, sanırım o davetsiz misafire ” benim genç adam” diyeceğim.

 

Benim genç adam sabah uyanır ve muhtemelen dişlerini fırçalar. Diş temizleme tozunu genzine kaçırdığında, ağzı çoktan yalnızlığın külleriyle dolmuş olur. (Bunun da yabancısı değilim.) Miso çorbası hazırlar, o da kaynayıp taşarak ocakta bir yanık kokusu bırakır. O zamana kadar, yalnızlığın kokusu çoktan burnuna dolmuştur bile.

 

Tuvalet, tıklım tıklım banliyö treni, çöp tenekesi, hepsi yalnızlıktan patlamak üzeredir. Sigara aldığında, sigaralar her zaman nemli ve yakması zor; at yarışı oynadığında, biletleri çöpü boylar. İşe gittiğinde, teksir makinesindeki çözücü kıyamet gibi kokar.

Masasının çekmecesini açtığında, yalnızlık ona dik dik bakar. Ve ben de hep oradayımdır.

 

Benim genç adam nereden geldi? Polis doğal olarak bana adresini söylemedi. Ama yavaş yavaş cevabı bildiğimi hissetmeye başladım. O benim içimden geldi. Düşüncelerimin dünyasından.

 

Benim genç adamın, benim gölgem ve yankım olduğundan eminim, ama onun hayal ettiği gibi basit bir siyah-beyazdan ibaret değilim. Bir romancının varlığı kapsamlıdır: Havaalanları varsa, otobüs terminalleri de vardır. Merkez istasyonunun etrafında, yollar her yöne uzanır – iş sahalarına ve alışveriş merkezlerine, ağaçlıklı bulvarlara ve yerleşim alanlarına, banliyö tren istasyonlarına ve konut projelerine, beysbol sahalarına ve tiyatrolara. Varlığımın en ücra köşesindeki her sokak arasını ve her arka sokağı ezberledim: detaylı bir harita özenle katlandı ve kullanıma hazır.

 

Ama sürekli göz ardı ettiğim, haritası çıkarılmamış geniş bir alan var. Hayatımı onu görmezden gelerek, gözlerimi kaçırmaya dikkat ederek yaşadım, ama varlığı inkâr edilemez.

 

Varlığımın metropolünü çevreleyen uçsuz bucaksız yabandan bahsediyorum. Benim bir parçam olduğu aşikâr, ama haritamda görünmeyen, keşfedilmemiş, çorak bir alan. Göz alabildiğine ıssız bir bölge burası; ne yemyeşil ağaçlar ne de çiçek açmış bitkiler, sadece çıkıntılı kayaların yüzeyini kuma bulayıp sonra da bunu havaya savuran keskin bir rüzgar. Bu yabanın konumunu bilmeme rağmen, şimdiye kadar uzak durmayı başardım; yine de bir zamanlar orada olduğumu ve günün birinde tekrar o yolculuğa çıkmam gerekeceğini biliyorum.

 

Belli ki benim genç adam o yabandan geldi.

 

Benden doğruyu talep ettiğinde aklından ne geçtiğini bilmiyorum ama buna boyun eğdim. Doğruyu söyledim.