Yalnızlar Masası
Öykü

Yalnızlar Masası

Şenay Şentürk

Ahmet

Memleketi bile bir tuhaftır bunun. Bakmışsın kar atıştırır, ertesinde güneşli yaza ayak basarsın. Öyle dengesiz. Şimdi otobüs camından kümelenmiş gri bulutlara bakınca, tek derdim buymuş gibi montumu valize koymuş muydum, hatırlamaya çalışıyorum. Otobüs, koyulaşan gözyüzünün altında süratle yol alırken, ilk çarpışan bulut kümesinin içinden geçen yıldırımla, sekiz yıl öncesinin boğucu bir pazar gününde, şehrin en pespaye yerine ışınlandım.

 

Otogarın gürültülü kalabalığına karışan yanık tost ve bayat çay kokuları arasında onu son kez gördüğümü bilmeden, gecenin yorgunluğundan çukurlaşmış gözlerine olacakları hissetmişçesine özlemle bakadurmuştum. Bilet çığırtkanlarının yeni seferlere ikna etme çabalarına tıkadığım kulaklarım, muavinin son beş dakika uyarısını mecburen kabullenirken, kenetlenmiş parmaklarımız birer birer ayrılmış, avucumuzda biriken tuzlu tanecikleri paylaşarak ayrılmıştık.

 

Terleyen saçlarımı toplayan lastiği yeniden bağlarken, avucundan aldıklarımı saçımda dolaştırmıştım muhtemelen. En net hatırladığım, gideceğim yüzlerce kilometrenin her dakikasında, binlerce olasılık içinde güvenli bir seçeneğe sığınamayan hayal kırıklığımın, otobüsün kalkmasını beklemeden sen, yazıhanenin kirli cam kapısından hızla geçtikten sonra ardında patlayan sese ne kadar benzediğiydi. O kapı benim yüzüme kapanmıştı. Bilmesem de hissetmiştim.

 

Muavinin tarazlı sesiyle çay mı, kahve mi sorusu otobüse geri döndürüyor beni. Kararlı damlalar ne zamandır otobüsü dövüyor, ayırdında değilim. Yılların alışkanlığıyla, mesh edercesine kafamı avuçlayan ellerimin altındaki kaygan zemine  son bir gayretle tutunmaya çalışan birkaç telden başka saçım kalmadı. Kel bir adamla karşılaşmayı beklemediğine eminim. O zamanlar at yelesi gibi uzun ve gürdü saçlarım. O günden sonra İstanbul’a ayak basmayalı tam sekiz yıl olmuş.

 

İlk zamanların telaşıyla soğuk, ücra bir köyde öğretmenliğe başlamanın yükleri altında düşünme fırsatı bulamadığım şeyler, sonradan zamanın kurumuş bir ağacın gövdesine sıkıca bağlanmış gibi akmadığı o yerde uzun uzun düşünmek, imkansızlıklar denizinden en rahat yakalayabileceğim mahsulüm oldu. Gecelerce düşündüm. Havanın yazma imkanı vermediği beyaz bir sayfa gibi kış mevsimlerinde tüm coğrafyayı beyazlara bürüdüğünde, ilk baharın erittiği kar kümelerinin cılız dereleri çılgınca coşturduğu zamanlarda, yazları öğrencilerimin çeşitli işlere koşularak, minik bedenlerini acımazsızca yormak üzere yok edildiklerinde, kaçının geri dönebileceği endişesiyle boş boş gezinirken çayırlarda, çimenlerin üstünde tüm endişemin merkezinde, o gece kıyasıya tartıştığımız ilişkimizin kalıntılarını da yanımda gezdirerek düşündüm.

 

Belki de kazanmayı seviyordun, sadece kazanmayı. Ne olduğunun bir önemi yoktu senin için.

 

Kararını o gece mi vermiştin, yoksa planlayarak işlediğin bir cinayet miydi bu? Hiç bilemedim. Sana ulaşabilirdim elbette. Şehrini topla, tüfekle olmasa da dinmeyen öfkemle yerle bir edebilirdim. Kazanma ihtimalim olmayan bir savaşın dövüşerek direnen gururlu gazisi de olabilirdim. Yapamadım. Ne tuhaf. Yıllar sonra otobüsün kirli camından hızla kayan damlalarda, gururdan çok korkaklığımın izlerini okuyorum.

 

Otobüs  mola veriyor. Kafamın içindeki çapraz sorgularıma ben de bir mola vermeyi umut ederek iniyorum otobüsten. Sigaradan çektiği ilk dumanı genzine kaçıran acemi liseli gibi kuru bir öksürük tutuyor. Dinlenme tesisinin fazlaca demlenmiş çayının ilk yudumunda sendeki olası değişimlerin dökümünü kurcalıyor aklım.

 

Olmamış genç bir kızdan, olgun bir kadına dönüşmenin bedenine kat edebileceği güzellikleri düşünmek ürkütüyor beni. Erkeklerin hızla yaşlanırken kaybettikleri ne varsa, sevdikleri kadınlara güzellik nişanı olarak takıldığını çok işittim. Zihnimin korku dosyası hüküm verilmeden muavinin sesiyle kapatılıyor,  “Kalkıyoruz”.

 

Otobüs yeniden hareket ederken, hızını almaya başlayan yol çizgilerinde, bizim tayin etmediğimiz buluşma noktasına gelmeme ihtimalini okuyorum. Canım sıkılıyor. Bunca yolu yıllardır görüşmediğim üniversite arkadaşımızın düğününde çeyrek takmak için gitmediğimi adım gibi biliyorum. Düğün mekanında  bizi yan yana oturtma fikri, eski bir aşkın hesabının görülmesi değil elbette. Aile olabilenlerin yanına fazlalık etmeyelim diye ortaya atılmıştır.

 

Yıllar içinde o masalara defalarca oturdum ben, Yalnızlar Masası. Zamanla kazandığım deneyimlerle, konu senden açılınca, sağlam manevralarla mevzu değiştirmede ustalaştım. Sen yoktun o zamanlar, gittiğin uzak ülkeden dönmemiştin. Niye döndün sanki. Benimle alamadığın yolu, hiç bilmediğin soğuk kuzey ülkesinde yürümeyi nasıl göze aldın? O gün suratıma kapanan kapının sesi yeniden kulaklarımda patlıyor. Değişen hiçbir şey yok. Aynı yitirme duygusu.

 

Adımlarım şehre değer değmez, elle tutulur şekilde tükendiğimi hissediyorum. Bütün omurlarım birbiri üstünde kürek çekercesine gövdeme batıyor. Her an değişmeye hazır gökyüzü, berbat poyrazla iş tutup, dökülmemek için tüm gayretini ortaya koyan saç tellerimi darmadağın ederek savuruyor.

 

Düğünün yapılacağı mekana gelmeden durduruyorum taksiyi. Görünür olmaya henüz hazır hissetmiyorum. İçimde bastıramadığım, mideme dokunan ağrılı bir çaresizlik giderek genişliyor. Bu kadar büyütecek ne var sanki. Geçmiş, içinden geçilmiş çaresiziliktir. Cinayet mahaline dönense sadece katillerdir. Bu hikayede katil olan ben değilim oysa.

 

Girişte, tarihi mekânlara öykünerek dikilmiş, kartonpiyerden iki sütun sahte heybetinin utancıyla dikiliyor. Tanımadığım onlarca insan zulmünden birkaçı duvara verdikleri suratlarıyla aleni suçlarını gizlediklerini zannederek sigara içiyorlar. Sütunlardan birini gözüme kestirip, ben de aynı suça ortak olmak için çakıyorum çakmağı. Etrafı kolaçan ediyorum. Düğün dansını kaçırmış olmanın rahatlığıyla çektiğim nefeslerden arta kalan duman, vücudumdan koparcasına başımın üstünde halkalanıyor. Olası Yalnızlar Masası’nın konumunu tahmin etmek zor değil, en dip köşede. Masamızın değişmez ismi Sedat’ı görüyorum. Hayatında ilk kez bir düğün görüyormuşçasına, her ayrıntıyı şaşkınlıkla inceliyor.

 

Emel

Etrafımı saran yalnızlığı karlarla örtmek başta mantıklı gelmişti. Koca, bencil bir çığ büyüyerek hızla üstüme doğru gelirken, kaçmaktan başka çarem kalmamıştı. Dünyanın merkezinde durmuş, canı her istediğinde onu hızla döndürecek bir adamın, beni her defasında hangi yöne savuracağını dehşet içinde beklemektense, kendimi kendim savurmuştum.

 

Otogarın yazıhanesinden hızla kaçarken, kapıyı o çığın üstüne vurmuştum ben. Kavuştuğum bu yeni boşluk, ilk zamanlar, ağrılı bir işlemin ferahlığa çıkacağı bilinen operasyonu gibiydi. Dayanmalıydım. Ahmet’in peşinden sürüklenmek istemediğim Anadolu kasabalarından ürkmüş bedenim, yeniyi çabuk kabullenmişti. Hızlı rutinler oluşturmuş, bedenimi acımazsızca yormuştum. Tarihi binalardan sarkan ürkütücü heykellerin altından geçerken, erken basan karanlığın soğuk kış günlerinde, taş köprünün altından akan nehrin sesine karışan düşüncelerimi ehlileştirmeye çalışarak düşündüm. Kesintili aşklar yaşadım. Her birini aynı sulara sonbaharı kurumadan atlatmayı başarmış yapraklar gibi savurdum. Çaresizler diyarından koparmayı başardığım, yeniden tanımladığım güçlü kadın kimliğim, sekiz sene sonra kıpırdanmaya başladı. Elime batmış dikeni hızla çeker gibi aniden dönüverdim. Ahmet’in her kavgamızda söylediği gibi  gerçekten “dengesiz miydim?” diye düşündüğüm de oldu.

 

Bu masada Sedat’ın heyecanla anlattıklarını dinlermiş gibi yaparken, salona salınan duman kümlerinin ardını görebilmek için, gözlerim yuvalarında bilyeler gibi dönüp dururken yine düşünüyorum. Herkes bir hikâyenin kahramanı olmak ister ve kendini ikna eder aşık olduğuna. Bizim gibi ülkelerde en kolay kahramanlık böyle kazanılır. Zor gelir başka türlüsü. Ahmet de bencilliğini, ince işçilikle oyduğu taç sanıp, aşk kılıfıyla taşımaya bayılmıştı. Her gün yenilenen öldürme şekilleriyle şehrin kanımı soğutan iklimimde düşünürken, cinayetimin ipuçlarını elimle koymuş gibi buluyordum ve şimdi geleceğine ihtimal vermiyorum.

 

Ahmet

Sedat’ın yönünü durmadan değiştiren bakışları, tek bir noktada sabitlendiğinde sen olduğunu anlıyor, telaşa kapılıyorum. Genç bir telaş bu. Acemi, ürkek. Hiç değişmemişsin. Siyahlar içindeki incecik bedenin masaya yürürken, özgürce kıvırdığın kumral lülelerin döküldüğü dik omuzların, ince topuklarının üstünde katettiğin her adım özgürlüğü çağrıştırıyor. Masamızı onurlandıran özgüvenin, Sedat’ın ahmak yalnızlığını beyaz örtüler üstünde temize çekiyor. Zarif ellerin, önünde boş duran servis tabağının asimetrik küstahlığını özenle düzeltirken, Sedat’ın patavatsızlıklarını sabırlı bir ebeveyn gibi çatal ve bıçakta gezdirdiğin peçeteyle parlatıyorsun. Ne zaman peydah oldu sende bu olgun kimsesizlik. Kim bilir belki de ben yanılıyorumdur. Aradan geçen onca zaman ellerinin dokunduğu nesneleri görmedim ki.  Salonda çalan oynak şarkı, pistte tüm hatlarını ayrı yönlere kıvıran tombul bir kadının etlerinde çınlarken, zihnimde Nazan’ın sesi tüm sesleri bastırıp sahneye çıkıyor. “Gidelim buralardan, dayanamıyorum.”

 

Sigara dumanlarının altında, tek yumrukta dağılacak kadar sahte sütunlara dayadığım ellerim ter içinde kalmış. Acımasız tutuşmalara direnemeyen, dağılan hantal uzuvlarımı zar zor toplayıp, dumanların içinde hızla kaybediyorum.