Bir Öğretmenden Başöğretmene: Cumhuriyet’in Eğitim Düşüncesine Pedagojik Bir Ayna
Yazılar

Bir Öğretmenden Başöğretmene: Cumhuriyet’in Eğitim Düşüncesine Pedagojik Bir Ayna

Özlem Arslan

Dr. Niyazi Altunya, 1942 Isparta-Sütçüler doğumlu. Gönen İlköğretmen Okulu’nu (1962) dereceyle bitirince, atama için öncelikli üç yer seçme hakkı vardır. O, Türkiye’nin her yerinde görev yaparım vurgusu yaparak: “Hakkari, Hakkari, Hakkari” der ve  bir süre Hakkari’nin Ördekli Köyü’nde ilkokul öğretmenliği yapar. Ardından Gazi Eğitim Enstitüsü pedagoji bölümün (1968), sonrasında ise Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü’nü (1970) tamamlar.

 

Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde yüksek lisans, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ise, Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın son doktorantı olarak “Anayasa ve Yasalarda Eğitim Hakkı” doktorasını yapar.

 

1990 yılında ise bir grup arkadaşıyla birlikte, 12 Eylül askeri darbe sonrası Türkiye’de ilk memur sendikası olan Eğitim-İş Sendikası’nın kurucusu olur ve genel başkanlığını üstlenir.

 

Eğitim sorunları ve Türkiye’de öğretmen örgütlenmesi konularında çok sayıda yapıtı bulunan Altunya’nın son yapıtlarından biri olan Başöğretmenden Öğretmenlere Bir Öğretmenden Başöğretmene adlı yapıtı, Atatürk’ün eğitim anlayışını tarihsel süreklilik ve pedagojik dönüşüm içinde yeniden ele alan önemli bir inceleme niteliği taşır. Kitap, yalnızca bir tarihsel anlatı değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in kurucu felsefesinin eğitim üzerinden yeniden yorumlanmasıdır. Altunya, “Atatürk’ü doğru anladık mı?” sorusuyla açtığı önsözde, meseleyi bir nostalji ya da yüceltme alanı olmaktan çıkararak, eleştirel bir bellek çalışması düzlemine taşır (Altunya, 2024, s. 5). Yazarın temel kaygısı, Atatürkçülüğün tarihsel içeriğinin ideolojik manipülasyonlardan arındırılması ve eğitim kavramının yeniden kamusal bir anlam kazanmasıdır. Bu yönüyle kitap, Türkiye’nin modernleşme sürecinde öğretmenliğin ideolojik ve toplumsal konumuna dair güçlü bir sorgulama içerir.

 

Altunya, anlatısını yalnızca Atatürk’ün eğitimle ilgili söylemlerine dayandırmaz; aynı zamanda onu tarihsel süreçte izleyen bakanların, kurumların ve dönemin dönüşümlerinin bir toplamı olarak sunar. Böylece Bir Öğretmenden Başöğretmene, bir “düşünce biyografisi” ile “kurumsal tarih” arasındaki geçişken bir yapı kazanır. Kitapta kullanılan diyalojik yöntem -“Ben Size Demiştim Ki” başlığı altında Atatürk’ü konuşturma biçimi- hem tarihsel kaynaklara dayalıdır hem de pedagojik bir bilinç inşasına yöneliktir (Altunya, 2024, s. 13). Bu yöntemin asıl amacı, Atatürk’ün fikirlerini bugünün öğretmenlerine doğrudan seslenir biçimde yeniden dolaşıma sokmaktır.

 

Atatürk’ün Eğitim Felsefesinin Yeniden İnşası

Altunya, Atatürk’ün eğitim anlayışını tarihsel bağlamından koparmadan, bir uygarlık projesi olarak ele alır. “Eğitim demek öğretmen demektir” diyen Atatürk’ün sözünü merkeze alan yazar, öğretmeni Cumhuriyet’in inşa sürecinde yalnızca bilgi aktarıcısı değil, aynı zamanda ideolojik taşıyıcı bir özne olarak yorumlar (Altunya, 2024, s. 20). Bu vurgu, Atatürkçü düşüncenin temeline yerleşen “akıl” ve “bilim” kavramlarının eğitim kurumları aracılığıyla topluma yayılmasının zorunluluğunu gösterir.

 

Yazar, Atatürk’ün öğretmenlerle ilişkisini bir “kader ortaklığı” olarak sunar: “Sizlere ‘arkadaşlar’ demekten gurur duyuyorum. Çünkü sizler bana mesleğinizin başöğretmenliğini verdiniz” (Altunya, 2024, s. 15). Bu ifade, Atatürk’ün öğretmenlik kimliğini politik bir otoritenin ötesine taşır; öğretmenliğin, ulusun yeniden doğuşundaki asli rolünü vurgular. Altunya’ya göre, Atatürk’ün bu özdeşliği, Cumhuriyet’in eğitim modelinde hem pedagojik hem de etik bir eksen oluşturur.

 

Bu yaklaşım, yazarın kendi konumunu da belirler: “Bir öğretmenden başöğretmene” sözü, hem mesleki bir saygı göstergesi hem de çağdaş öğretmenin Atatürk’e hesap verme sorumluluğunun sembolüdür. Dolayısıyla kitap, bir “öğretmen manifestosu” niteliği taşır; geçmişe sadakatle değil, eleştirel bir bilince çağrıyla yaklaşır.

 

Eğitimde Cumhuriyetçi Kuruluşun Pedagojik Anatomisi

Altunya, Cumhuriyet’in eğitim tarihini bir ilerleme anlatısı olarak değil, kesintilerle, kırılmalarla ve geriye dönüşlerle dolu bir süreç olarak ele alır. “Osmanlı’dan devralınan eğitim mirası hem nicel hem nitel yönden çok kötüydü” (Altunya, 2024, s. 16) cümlesi, yalnızca tarihsel bir tespitten ibaret değildir; aynı zamanda bugünün eğitim sorunlarına da dolaylı bir göndermedir.

 

Yazar, erken Cumhuriyet döneminde öğretmen yetiştirme politikalarının Atatürk’ün doğrudan müdahaleleriyle şekillendiğini belirtir: “Milli eğitim bakanlarını kendim seçmiştim” diyen Atatürk, eğitimin stratejik önemini kavrayan bir lider olarak resmedilir (Altunya, 2024, s. 30). Bu noktada Altunya, Mustafa Necati, Reşit Galip ve Saffet Arıkan gibi bakanların eğitimdeki atılımlarını ayrıntılı biçimde aktararak bir “aydın kadrosu geleneği” yaratıldığını öne sürer.

 

Kitapta, “Köy Enstitüleri”nin tarihsel köklerinin 1920’li yıllara uzandığına dair açıklama dikkat çekicidir. Altunya, bu kurumların yalnızca Tonguç ve Arıkan dönemine özgü bir reform olarak değil, Atatürk’ün köy merkezli kalkınma vizyonunun doğal sonucu olarak doğduğunu savunur (Altunya, 2024, s. 29). Bu görüş, Cumhuriyet pedagojisinin sınıfsal ve mekânsal yönünü —köylünün ulus inşasındaki yerini— yeniden gündeme getirir.

 

Yazar, Cumhuriyet eğitimini salt modernleşme bağlamında değil, aynı zamanda ulusal bir bilinç inşası olarak okur. Atatürk’ün “ulusal eğitim” vurgusu, bu bağlamda kültürel bağımsızlığın teminatı olarak yorumlanır: “Kültür, zeminle uyumludur; o zemin milletin öz yapısıdır” (Altunya, 2024, s. 34). Bu cümle, ulusal kültürün yabancı modellerle değil, kendi tarihsel deneyiminden doğan bir sentezle kurulması gerektiği düşüncesini taşır.

 

Laiklik, Bilim ve Aydınlanma Ekseninde Öğretmen Figürü

Altunya’nın kitabında en belirgin çizgilerden biri, laikliğin bir eğitim ilkesi olarak değil, bir zihinsel devrim biçiminde ele alınmasıdır. “Laiklik, bilimin rehberliğinde aklı özgürleştirmektir” (Altunya, 2024, s. 39) diyen yazar, eğitimin yalnızca bilgi aktarımı değil, bireyin özgürleşmesi süreci olduğunu vurgular. Bu açıdan bakıldığında, Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” hedefi, Altunya’nın yorumunda çağdaş bir pedagojik ideale dönüşür.

 

Kitap, din eğitiminin laik eğitimle çatışmaması gerektiğini açıklar: “Yapmak istediğimiz, din eğitimini kaldırmak değil, bilimin rehberliğinde vicdanı özgürleştirmekti” (Altunya, 2024, s. 39). Bu cümle, Atatürkçü düşüncenin özündeki rasyonalist karakterin altını çizer. Altunya’nın analizinde öğretmen, bu özgürleştirici projenin “etik temsilcisi”dir. Yazarın tarihsel atıflarıyla birlikte öğretmen figürü, yalnızca bir meslek mensubu değil, bir yurttaş yetiştiricisidir.

 

Bu bölümde, Altunya’nın dilindeki sadelik ve kararlılık dikkat çeker. Yazar, güncel eğitim politikalarına üstü kapalı göndermelerde bulunur: “Son yıllarda çıkarılan Öğretmenlik Meslek Kanunu ile getirilen başöğretmenliğin, Atatürk’ün başöğretmenliğiyle hiçbir ilgisi yoktur” (Altunya, 2024, s. 7). Bu ifade, geçmişle bugünü karşılaştıran güçlü bir eleştirel söylem oluşturur. Altunya, tarihsel olgulara dayansa da, çağdaş eğitimde yaşanan ideolojik deformasyonu gözler önüne serer.

 

Altunya’nın Yöntemi ve Pedagojik Duruşu

Altunya’nın kitabının akademik gücü, onun yalnızca tarihsel bilgiye değil, öğretmenliğin etik boyutuna da yoğunlaşmasından gelir. Kitapta sık sık Atatürk’ün sözlerini birincil kaynaklardan aktararak (örneğin Bursa konuşmaları, TBMM açış konuşmaları), bu sözleri dönemin sosyolojik bağlamı içinde yeniden yorumlar. Bu yöntem, eseri kuru bir derleme olmaktan çıkarır; Atatürk’ün fikirlerinin yaşayan bir öğretim yöntemi gibi okunmasını sağlar.

 

Yazarın pedagojik duruşu, “öğretmenlik” kavramını sınıf içi bir meslek olmaktan çıkarıp toplumsal bir aydınlanma işleviyle bütünleştirir. Bu bağlamda Altunya, öğretmeni “ulusal bilincin yeniden üreticisi” olarak görür. Eğitimin öznesinin çocuk olduğunu vurgulayan satırları, çağdaş eğitimde hâlâ güncelliğini koruyan bir ilkeye işaret eder: “Eğitimin öznesi çocuktur” (Altunya, 2024, s. 54). Bu ifade, hem yapısal hem insancıl bir pedagojinin özüdür.

 

Altunya’nın dili, yer yer tarihsel belge aktarımına dayansa da duygusal bir sıcaklık taşır. Bu, onun hem bir eğitimci hem bir yurttaş olarak yazdığı gerçeğini hissettirir. Yazar, Atatürk’ün eğitim anlayışını yalnızca anlatmaz, aynı zamanda bu anlayışın günümüz öğretmenlerine yönelttiği sorumluluğu hatırlatır. Bu yönüyle kitap, Cumhuriyet’in eğitim felsefesiyle bugünün pedagojik krizleri arasında bir vicdan köprüsü kurar.

 

Değerlendirme: Cumhuriyet Eğitimine Çağdaş Bir Katkı

Bir Öğretmenden Başöğretmene, akademik bir araştırma olmaktan çok daha fazlasıdır: bir vicdan metnidir. Altunya, Cumhuriyet pedagojisinin asli ilkelerini -bilimsellik, laiklik, eşitlik, kamusallık- birer nostaljik slogan değil, hâlâ geçerliliğini koruyan toplumsal hedefler olarak yeniden yorumlar. Yazarın değerlendirmelerinde tarihsel idealizmle eleştirel gerçekçilik arasında kurduğu denge, kitabın gücünü belirler.

 

Altunya’nın en belirgin başarısı, Atatürkçülüğü statik bir ideoloji değil, yaşayan bir düşünme biçimi olarak sunmasıdır. Atatürk’ün eğitim politikalarının temelinde yer alan insan merkezli yaklaşım, kitabın bütününde günümüz eğitim sistemine yöneltilmiş dolaylı bir eleştiri olarak okunur. Yazar, modern Türkiye’de öğretmenlik mesleğinin karşı karşıya olduğu statü, liyakat ve özerklik sorunlarına Atatürk’ün bakışıyla yanıt verir.

 

Eser, tarihsel bağlamda olduğu kadar bugüne de konuşur: Laikliğin eğitimde zayıflaması, bilimselliğin yerini dogmatizme bırakması, öğretmenliğin bürokratikleştirilmesi gibi güncel olgular, Altunya’nın satır aralarında yeniden yankılanır. Kitap, Atatürk’ün 1921 Maarif Kongresi’nde dile getirdiği “Eğitim, milletin geleceğidir” sözünü, yüz yıl sonra yeniden düşünmeye çağırır.

 

Bu yönüyle Bir Öğretmenden Başöğretmene, Cumhuriyet eğitim tarihini anlatmakla kalmaz; aynı zamanda Cumhuriyet pedagojisinin felsefi temelini güncelleyen bir başvuru kitabı niteliği taşır. Yazarın dili yalın ama akademik, ideolojik ama ölçülüdür. Metin boyunca hissedilen başöğretmene saygı duygusu, eleştirel düşüncenin önüne geçmez; tersine, onu besleyen bir ahlaki zemin oluşturur.

 

Sonuçta Altunya’nın eseri, yalnızca geçmişin muhasebesi değil, eğitimin geleceğine dair bir eylem çağrısıdır. Kitap, öğretmenliği yeniden kamusal bir sorumluluk, laikliği yeniden düşünsel bir özgürlük, Atatürkçülüğü ise yeniden yaşayan bir değerler bütünü olarak tanımlar. Bir Öğretmenden Başöğretmene, bu anlamda Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, öğretmenlere yazılmış en sahici ve en güncel mektup olarak okunmalıdır.

 

 

Kaynakça

Altunya, N. (2024). Bir Öğretmenden Başöğretmene. Ankara: Ürün Yayınları.