ROBERT REDFORD, Gerçekliğin ta Kendisiydi
Sinema

ROBERT REDFORD, Gerçekliğin ta Kendisiydi

K. Austin Collins

Üç gün önce yitirdiğimiz ünlü aktörün yeteneği, doğru koşullar oluşana dek neredeyse görünmezdi; ama bir kez görünür olduğunda ışığı hiç sönmedi.

 

Holywood’un efsanevi oyuncusu Robert Redford’un kariyerini tanımlayan şey yalnızca yakışıklılığı ya da Hollywood’un altın dönemlerinde başrolü kimselere kaptırmaması değildi. Onun asıl gücü, en görünmez anlarında bile seyirciye bir “gerçeklik” hissi geçirebilmesiydi. Redford, rol yaparken seyirciyi büyülemeye uğraşmayan, aksine kendini geri çekip karakterin özünü parlatan bir oyuncuydu. Bu nedenle onun performansları bazen fazla “kolay” ya da neredeyse “sıradan” görünür; ama tam da bu yalınlık, doğru anda kahramansı bir ışığa dönüşürdü.

 

Redford’un en büyük ustalığı, seyirciye bir insanın gerçekten düşündüğünü hissettirebilmesiydi. Kamera onun yüzüne yaklaştığında, yalnızca aktörlüğün yüzeyini değil, ardındaki zihni de görebiliyorduk. All the President’s Men’deki Bob Woodward yorumunda olduğu gibi, sorular sormaktan, iz sürmekten, inandığı şeyleri sorgulamaktan vazgeçmeyen bir yurttaşı görünür kılıyordu.

 

1976 tarihli All the President’s Men (Başkanın Bütün Adamları), yalnızca Watergate skandalının hikâyesi ya da kurnaz bir “politik hayvan” ile cesur bir gazetecinin mücadelesi değildir. Aynı zamanda, 89 yaşında hayata veda eden Robert Redford’un, kamerasını yalnızca siyasete değil, bir yurttaşın ülkesine duyduğu inanca ve o inancın sarsılışına çevirdiği bir filmdir.

 

Filmde bir grup hırsız Demokrat Parti genel merkezine girerken yakalanır. Genç gazeteci Bob Woodward (Redford), editöründen aldığı tek bir telefonla hikâyenin peşine düşer. Mahkeme salonlarında sessizce dinler, avukatları sıkıştırır, durmaksızın telefon açar. Sarı not defterinde isimler yuvarlak içine alınır, üstleri karalanır, yerlerine yenileri yazılır. Partneri Carl Bernstein (Dustin Hoffman) telaşlı ve atak bir karakterken, Redford’un Woodward’ı sakin, ketum, ama inatla ilerleyen bir gazetecidir. Redford’un ta en baştan anlatmak istediği hikâye, aslında şudur: Bir yurttaşın, kurumlarına duyduğu güvenin yavaş yavaş yitip gitmesi.

 

Woodward için editörünün söylediği cümle kulaklarda çınlar: “He’s a humper!” Yani dosyaya yapışıp, yorulmadan kaynak arayan, sürekli koşturan, sabahlara kadar iz sürmeyi bırakmayan bir gazeteci. Başarıya aç, hırslı, henüz kendini kanıtlamamış bir muhabir; ama aynı zamanda tertipli, soğukkanlı, Cumhuriyetçi bir beyaz Anglo-Sakson. Redford’un canlandırdığı gazeteci, tıpkı bir Herman Melville (Moby Dick’in yazarı Amerikalı edebiyatçı) kahramanı gibi, duygularını geriye itip mesleğinin disiplinine teslim olur. Film bir gazetecilik öyküsüdür, ama merkezinde Redford’un dingin ve profesyonel varlığı vardır.

 

Bir aktör için en zor işlerden biri seyirciyi beyaz perdede gördüğü karakterin gerçekten “düşündüğüne” inandırmaktır. Redford bu konuda neslinin en iyilerindendi. Paul Newman’dan Barbra Streisand’a, Jane Fonda’dan Meryl Streep’e uzanan dev isimlerle aynı kadrajda olduğunda bazen varlığı görünmez olurdu. Öte yandan bu kontrollü “görünmezlik” onun ustalığının işaretiydi. Redford, hep “fazla kolay” görünürdü; ta ki doğru ışık, doğru rol, doğru an gelip onun bütün derinliğini ortaya çıkarana kadar.

 

Kaliforniya’da doğdu, çocukluğu Teksas ve Kolorado arasında geçti. Avrupa’da sanat okudu, aslında ressam olmak istiyordu. Ama tesadüfler onu aktör yaptı. Tesadüflerle başlayan yolculuk, Butch Cassidy and the Sundance Kid ile sinema tarihine mühürlendi. Ardından gelen filmler —Jeremiah Johnson, The Way We Were, The Sting, Three Days of the Condor, Out of Africa— Redford’u yalnızca Hollywood’un değil, Amerikan mitolojisinin de yüzü yaptı.

 

Özellikle The Natural gibi filmler, Redford’un yüzünü neredeyse ulusal bir simgeye dönüştürdü: gün batımında Amerikan Orta Batısı’na karşı ışıklarla aydınlanan bir Redford. Bu siluet, Amerika’nın hem masalsı hem gerçek yüzünün sinemadaki karşılığıydı.

 

Fakat Redford’un asıl mirası yalnızca aktörlük değildi. Ordinary People (1980) (Sıradan İnsanlar) ile Oscar’lı bir yönetmen oldu. Daha önemlisi, Sundance Enstitüsü ve Sundance Film Festivali’ni kurarak bağımsız sinemanın kapılarını araladı. Çevre hareketlerinden demokrasi mücadelesine, yerli halkların haklarından genç sanatçılara uzanan çizgide Redford, yalnızca bir yıldız değil, vicdanı olan bir figür olarak hatırlanacak.

 

1974’te New York Times’ta yayımlanan “Redford Sadece Güzel Bir Yüz mü?” başlıklı makale, aktörün imajına dair hem takdir hem de küçümseme barındırıyordu:
“Beyazperdede Robert Redford olağanüstü bir görüntü, Marilyn Monroe’dan sonra belki de en iyisi. Kamera dışında ise pek de göz alıcı değil. Monroe da öyleydi.”

 

Redford’un “kusursuz bir beden eğitimi öğretmeninin gülümsemesine sahip, olağanüstü derecede yakışıklı bir adam” olarak tanımlanması, onun kariyerini takip edenler için ironik bir doğruluk taşıyordu. Çünkü yakışıklılığı, tıpkı kadın oyuncuların güzelliği gibi, zaman zaman onun gerçek yeteneğinin önüne geçti. Mike Nichols’un The Graduate filminde başrolü kaybetmesi de bu yüzdendi. Nichols ona şu sözleri söylemişti: “Bir kaybedeni oynayamazsın. Kendine bak. Bir kadın tarafından kaç kez reddedildin ki?”

 

Görünürlük ile Görünmezlik Arasında

Redford, oyunculuk kariyerinde yalnızca bir kez Oscar’a aday gösterildi: The Sting ile. 1980’de yönetmenliğe yöneldikten sonra ise Quiz Show ve Ordinary People ile iki kez En İyi Yönetmen dalında aday oldu, Ordinary People ile ödülü kazandı. 2002’de aldığı Onur Oscar’ı, onu yalnızca aktör olarak görenler için şaşırtıcı olsa da sektör için doğaldı. Çünkü Redford’un sinemaya en büyük katkılarından biri kamera arkasındaydı. Sundance Film Festivali’ni kurarak bağımsız sinemaya nefes olmuş, yeni kuşak sinemacıların yolunu açmıştı.

 

Ama seyircinin belleğinde asıl yer eden şey, onun beyazperdedeki varlığıydı. Karizması, çoğu zaman kendisine tamamen zıt karakterlerle yan yana geldiğinde keskinleşti. The Way We Were’de Barbra Streisand’ın cevval ve idealist Yahudi kızı karşısında Redford, “iyi huylu Protestan çocuk”tu. O, pratik zekâlı ve soğukkanlı bir cemiyet beyefendisiydi; Streisand ise duygularını haykıran, politik tartışmalara gömülen bir genç kadın. Redford’un ustalığı, bu zıtlık içinde hâlâ arzu edilir bir figür olarak kalabilmesiydi. Streisand’ın başı bulutlardaysa, Redford bir süreliğine onu dünyaya bağlayan tek ipti.

 

Sessiz Bir Veda

Bu “ayakları yere basan” varlık, her zaman sürprizler de içeriyordu. Oyunculuk kariyerinin son halkalarından biri, David Lowery’nin The Old Man & the Gun (2018) filmindeki Forrest Tucker’dı. Tucker, banka soyguncusu ve firariydi; ama öylesine sempatikti ki, soyduğu insanlar bile onu polise gülümseyerek ihbar ediyordu. Para için değil, yalnızca “kaçışın saf ve neşeli heyecanı” için suç işleyen bu karakter, Redford’un kariyerine mükemmel bir kapanış oldu.

 

Çünkü Redford da tıpkı Tucker gibi, bütün hayatı boyunca küçük oyunlarla seyircinin ruhuna sızdı. Sessizce geldi, göz alıcı olmadan büyüledi, aynı sessizlikle aramızdan ayrıldı. Bir an oradaydı, bir an sonra yoktu.

 

Bugün ardında onlarca film, onlarca ikonografik an ve bağımsız sinemaya sonsuz bir kapı bırakarak aramızdan ayrıldı. Onun en büyük başarısı belki de şuydu: Göz kamaştırıcı bir yıldız olarak görünürken bile, derinde sessizce düşünen bir yurttaş, ülkesine inanan ama asla körü körüne bağlanmayan bir Amerikalı olabilmek.

 

Robert Redford artık yok. Ama bakışlarının ardında sakladığı o sessiz hüzün, Amerikan sinemasının hafızasında kalmaya devam edecek.