“Roman öncelikle kişilerin, değer duygusu ve değer bilinci edinmesinde, farklı yaşam olanaklarının farkına varmasında etkili bir araç olmalıdır.” A. Galip
Roman Kahramanları’ndan Çağrı
- 06 Eylül 2024
“Roman öncelikle kişilerin, değer duygusu ve değer bilinci edinmesinde, farklı yaşam olanaklarının farkına varmasında etkili bir araç olmalıdır.” A. Galip
Fulya Bayraktar: Felsefe eğitimi aldığınızı, 2000’li yıllardan bu yana şiir, senaryo, eleştiri yazıları yazdığınızı biliyoruz. Öncelikle, edebiyatla ne zaman ve nasıl içli dışlı olduğunuzu öğrenmek isteriz?
Galip: Masallar dinleyerek geçti çocukluğum. Annem müthiş bir masal anlatıcısıydı. Özellikle doğu masalları, bin bir gece masalları. Uç uca ekleyip arkası yarın şeklinde, uzun kış akşamlarında günlerce sürerdi o masallar. Edebiyatın farkına ise sanırım lise yıllarında vardım. Öncelikle edebiyat ders kitabında yer alan metinler yol gösterici oldu. Oldukça kapsamlı bir içeriği vardı ders kitaplarının. Batı edebiyatı ve dönemleri, doğu edebiyatı ve dönemleri, Türk Edebiyatı ve dönemleri diye zengin örnekler sunuluyordu. Homeros’la, Cervantes’le, Hugo’yla, N. Kemal ve eserleriyle o sayede tanıştım. Edebiyatın zevkini ise üniversite yıllarında tadabildim. Gördüm ki bu vazgeçilebilecek bir tat değil.
Fulya: “Yazıya dökülüp de tılsımını yitirmeyen söz…” olarak bahsediyorsunuz edebiyattan. Çok güzel bir tanım. Ayrıca, edebiyatı içkinin aksine ayıktıran bir sarhoşluk malzemesi olarak görüyorsunuz. Aristoteles gibi, edebiyatın ruhu arındırdığını, yaralarını iyileştirdiğini mi düşünüyorsunuz?
Galip: Vallahi öyle, edebiyatın sarhoşluğu hiçbir ayıklığa değiştirilmez. Evet, o bir katarsistir ruhu arındırır, temizler. Aristoteles’in Poetika’daki bu kavramı tanımladığı o meşhur cümlesini anımsayalım. “Tragedyanın ödevi uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir.” Burada tragedyadan kasıt, hikâye, mithostur. Edebiyat da anlattığı hikâyelerle okuyucuda belli duygular uyandırır. Bunu artık günümüzde acıma ve korkuyla sınırlandıramayız. Empati diyelim, merhamet diyelim, şaşkınlık diyelim her ne duygu uyandırıyorsa uyandırsın kişiyi bir yaşantı haliyle yüz yüze getirmektedir. Bu yüz yüze gelme hali kişiyi bir muhasebe sürecine sokacaktır. Böylece her hikâye aynı zamanda ruhu, aklı besleyecektir de. Sunduğu örneklerle, değindiği ilişkilerle, gösterdiği yaşam olanaklarıyla birey ve toplum ilişkileri üzerine her eserle yeniden düşünmemizi sağlar. Başkalarının çıkmazları karşısında kendi çıkmazımızı, başkalarının yaraları karşısında kendi yaralarımızı görme ve sağaltma gücü kazandırır bize.
Fulya: “Edebiyat eserleri bir vakalar arşivi değildir,” diyorsunuz. O zaman tekrar bu konuya dönüp sormak isterim. Edebiyat nedir?
Galip: Öncelikle edebiyatı, edebiyat eserleri sayılan yapıtlara bakarak kabaca sınıflandırabiliriz ama bu bizi bir malumat taşıyıcısı yapar. Edebiyat fakülteleri bunu yapıyor zaten. Edebi türlerin sınırlarını belirlemeye, ürünlerin, eserlerin ait olduğu kategorileri oluşturmaya çalışıyorlar. Bütün bunlar neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmemiz açısından gerekli ama yeterli değil. Edebiyat her büyük edebiyatçı tarafından yeniden içeriklendirilen bir kavramdır. Eğer Hesiodos’u, Homeros’u ilk edebiyatçılar olarak sayarsak eserlerine bakarak edebiyat tanımımız Dante’nin eserlerinden çıkaracağımız tanımdan az çok farklı olacaktır. Modern dünyanın epiği denilen 19. Yüzyıl romancıları ile 20. Yüzyıl romancılarına baktığımız zaman bu kez bambaşka edebiyat tanımlarına ulaşırız. Çünkü her dönem ya da her edebiyatçı edebiyatı farklı anlatım teknikleri, farklı ilham ve motivasyonla ve ona farklı işlevler yükleyerek icra etmektedir. Doğal ve kaçınılmaz olanı da budur. Burada bir taklidi ve yüceltmeyi ilham etmekten kaçınmak gerek. Benim görebildiğim kadarıyla büyük edebiyatçıların yaptığı kalıcı edebiyat, değer duygusu ve değer bilinciyle hareket ederek farklı yaşam olanaklarının ve etik ilişkilerin sahnelendiği sınırsız yaratım alanıdır.
Fulya: “Tartışılan Roman” başlıklı kitabınızda, edebiyata felsefeyle bakma gereğinden bahsediyorsunuz, özellikle etik ve estetik boyutunu vurgulayarak. Estetik kısmını anlamak biraz daha kolay belki, ama etikten kastınızı biraz açıklar mısınız?
Galip: Aslında estetik kısmının anlaşılmış olduğunu söylemek de pek kolay değil ama biz etik boyutuna bakalım. Çünkü esas büyük kavgalar, savaşlar bu yüzden çıkıyor. Romanın hemencecik ve görünür bir biçimde bir işe yaraması istenilir. Bunun en açık ifadesi davaya hizmet etmesi beklentisidir. Büyük insanlık ailesini, kümesini neredeyse sonsuz küçükler kümesine bölen modern siyaset, ekonomi, ahlaklar, dinler, uluslar romanı ve romancıyı bu küçük grupların hizmetinde görmek ister. Öte yandan bir de günün edebiyat akımları, kuramları, ilgiler ve modalar söz konusu edildiğinde bunların dışında kalan eserler edebiyattan sayılmaz. Bütün bu dar bakışlar büyük roman ve romancıyı görmemizi, tanımamızı, değerlendirmemizi engelleyen şeylerdir.
Fulya: Sizi eleştiri yazılarınızdan da tanıyoruz. Edebiyat eleştirisi üzerine de çalıştığınızı biliyoruz. Bizim “eleştiri” diye bahsettiğimiz şey, felsefi açıdan baktığımızda, Ioanna Kuçuradi’nin “değerlendirme” kavramına denk geliyor sanırım. Bu bağlantıyı kurarsak, bir edebiyat eserini ne şekilde değerlendirebiliriz?
Galip: Eleştiri, bu bağlamda aynı anlama gelmek üzere değerlendirme ele alınan eserin benzerleri içerisindeki yerini görebilmek ve gösterebilmektir. Değerlendirme her şeyden önce bir görü ve bilgi işidir. İşte buna değer duygusu ve değer bilgisi deniliyor. Değerlendirme, ona onda olmayan bir anlamı, değeri yüklemek, atfetmek değil, bizde olan duygulardan hareketle onu yüceltmek de değildir. Onda var olanı göz önüne sermektir. Onu değerli kılan, ilk defa o eserle ortaya çıkan özelliklerin altını çizmek ve gerçekten değerli olan yönlerini ifade etmektir. Eleştirmek, tek tek her yapıtta değerli olanı görebilmektir. Bu da değer olanla değer olmayanı, değerli olanla değersiz olanı ayırt edebilme bilgi ve yetisine bağlıdır. Bu yüzden eleştirmenlere çok iş düşmektedir. Günün geçerli moda, ilgi ve algısıyla kalem oynatmak eleştirmenlik değildir. Eleştiri yazısı diye kaleme alınanlara bakıyoruz çoğunda o eserden değil okuyan o kişide uyandırdığı duygulardan bahsediliyor. O bir eleştiri yazısı olmuyor eleştirmeye kalkan kişinin duygu geçişlerini okumak zorunda kalıyoruz.
Fulya: “Batı’dan bize geç gelen bir edebiyat türü olan roman, uzunca bir süre kendisi dışında ‘her şey’ olmaya gayret etmiştir…” diyorsunuz. Bu cümleyi bizim için biraz açar mısınız?
Galip: Namık Kemal’in Cezmi romanını anımsayın. Tarih anlatır. Ahmet Mithat Efendi için roman okuma zevki aşılamak, görgü kurallarını öğretmektir. Bizde roman uzun süre kullanmalık metin olarak görüldü. Ahmet Hamdi Tanpınar bu konuda ilk defa düşünen ve yazanlardan birisidir. Ona göre doğu toplumlarında birey sahneye ancak son asırlarda çıktığı için roman sanatı da geç doğmuştur. Romancı toplumu kurtarmakla meşgul olduğu için roman sanatı üzerine fazla düşünmemiştir diyebiliriz. Bunun ne zararı var denilebilir. Sorun şu ki, yazılanlar geçici reçete düzeyini aşamamıştır. Dönemin ideolojisinin, resmi görüş ve tarihin, günün tiranının hizmetine koşulmuştur. Zamanla roman sanatı üzerine de düşünüp romanı toplum ve birey sorunlarının derin tahlillerine oturtmaya çalışanlar çıkınca bir sessizlik suikastıyla yüz yüze kalmışlardır. Roman da popülizm tartışmalarına kurban gidiyor. Mahalle kavgaları, yerel kalkınma ve eğitim sorunları, siyasi parti programları roman konusu olarak işlenip romanlar yazılıyor. Kişi ve değerleri, evrensel insan, özgürlük, birey toplum çatışması gibi konuları az çok felsefi bakışla ele almaya çalışan romanlar ve yazarlarına karşı neredeyse cepheler oluşturuluyor. N. Hikmet, S. Ali, A. H. Tanpınar, Yusuf Atılgan, Vüsat O. Bener ve Oğuz Atay’dan başlayarak günümüzden de örnekler verebiliriz. Birçok alanda olduğu gibi romanda da tek boyutlu bir yöneliş öneriliyor.
Fulya: Aristoteles, Poetika’da, “… tarih eserleri tek olanı ifade ederken, yazın eserleri geneli ifade eder… o, yaşanabilecek olan durumları gösterir,” diyor. Stendhal’ın “ayna kuramı”yla çelişen bir tanım sanki bu. Edebiyat ve gerçeklik ilişkisi konusuna nasıl bakıyorsunuz?
Galip: Aristoteles için poetik metinlerin yani yaratıcı yazının temel özelliği “olabilecek olanı” yazmasıdır. Olmuş olanı tarih kitapları yazıyor zaten. Onlar kullanmalık metinlerdir. Diğerleri ise örneğin tragedya, şiir yaratıcı metinlerdir. Tanrıların, yarı tanrıların, insanların başlarından geçebilecek olanları konu edinir. Böylece bunlar bize farklı yaşam olanaklarını gösterir. Daha başka türlü ilişkilerinde kurulabileceğini duyumsatır. Bence sanat da budur ya da bu olmalıdır. Ayna kuramına diğer bir ifade ile gerçekçi edebiyata gelince. Oradaki amaç sanatçının toplumda olup bitenleri birebir yansıtmasıdır. Ama bu anlayış romancıya yaratıcılık tanımaz. Bir nevi vakanüvislik atfeder. Olup biteni olup bittiği yansıtması beklenir. Medyanın geldiği bu aşamada romancının sokaklara ayna tutmasına gerek kalmadı zira haberciler kameralarıyla dolaşıyorlar. Kameralı cep telefonlarından söz etmeye bile gerek yok.
Fulya: Edebiyatın, özellikle de şiirin, yaşamdan, yaşam gerçeklerinden çok uzaklaştığına ilişkin yaygın bir düşünce var. Hani Platon Sokrates’i, “Sorgulanmayan bir yaşam, yaşam değildir,” diye konuşturur ya, aynı biçimde yaşamı, insanı, toplumu, evreni kavramaya, sorgulamaya, anlamlandırmaya çalışmayan edebiyat, edebiyat değil midir?
Galip: Bunun aksi düşünülemez bile. Yaşamı sorgulamayan edebiyat, edebiyat olarak tutunamaz bile. Geçici moda, ilgi ve destekle parlatılan yazarların kısa sürede unutulup gittiklerini görüyoruz. Yaşamı sorgulayan yazarların ise eninde sonunda hak ettiği ilgiyi ve değeri görüyor. Bizden bir örnek verelim. 1960’lı, 1970’li yıllarda bireyci, bunalım ve kaçış edebiyatçısı denilen romancı, öykücü ve şairlerin yaygın bir biçimde okunduğuna şahit oluyoruz. Bunların bireyciliği, kaçışı, bunalımı savunmak gibi amaç gütmeyip toplumun, düzenin, ekonomik ve hukuk sisteminin insanlara bunu dayattığını gösteren, sorgulayan bir bakış açısına, felsefeye sahip oldukları anlaşılmaya başlandı diyebiliriz. Dünya edebiyatından Kafka’yı anabiliriz.
Fulya: Varoluşçuluk akımının argümanlarından yola çıkarak sormak isterim. Edebiyat; bir kendini oluşturma, gerçekleştirme, var etme aracı mıdır sizce?
Galip: Okurlar için yaşamı sorgulama, farklı bağlantıları görme, etik ilişkileri tanıma gibi işlevlere sahip olabilir. Tabi sadece keyifli zaman geçirme aracı olarak görülmüyorsa. Bir edebiyatçı için, bir yazar için ise felsefe ve etik üzerine inşa edilecek sanat ve düşünce tarihinin kazandığı estetik inceliklerle bezenmiş bir sorgula aracı olmalıdır. Elbette ki felsefeden farklı bir biçimde kendi araç ve olanakları ile insanlığın çıkmazlarına ve umarlarına ışık tutan bir uğraş alanıdır. Bu uğraş belli bir dehayı gerektiriyor. Bu yüzden böylesi edebiyatçılarla sık karşılaşılmıyor. Çoğu zamanda karşılaşılsa bile fark etmek güç oluyor. N. Hikmet’ten ödünç alarak diyebilir ki okuyucu olmak da zor zanaat.
Fulya: Mitoloji, insanlığın hafızasıdır denir. İlk edebi metinler olarak kabul edilen İlyada ve Odysseia’dan bu yana, özellikle Antik Yunan Mitolojisi Batı uygarlıklarının tükenmez bir sanat (edebiyat) kaynağı olarak kullanılmaktadır. Öte yandan da, sanat yoluyla mitoloji sürekli gündemde ve hayatın içinde durmaktadır. Mitoloji ve edebiyat arasındaki bu sıkı ilişki hakkında ne söylemek istersiniz?
Galip: Sanırım G. Lukacs’ın sözüydü. Roman için çağımızın epiği diyor. Döneminin şairleri mitolojiyi yarattılar. Mitolojiden dinler doğdu. Dinler kendi dogmalarını belirlediler, şairlere kimi zaman çeki düzen vermeye çalıştılar kimi zaman da susturdular. Dinlerin, din adamlarının da belli bir iktidar, nüfuz sahibi oldu dönem vardı. Günümüz dünyasının önemli bir kısmında din bu etkisini kaybetmiş durumda. Şairler, edebiyatçılar ise bütün yaratıcılıklarıyla yaşamın içerisindeler. Günümüzde romanın geldiği aşamaya baktığımızda artık çok çeşitli türlere ayrılmış durumda. Sinemanın da verdiği güçle bilimkurgu, fantastik, ütopya türü romanlar neredeyse mitolojinin yeniden doğuşunu simgeliyor diyebiliriz. Aristoteles “edebiyat” için “olabilecek olanların ifadesi” diyordu. Bilindiği gibi bu sözü tragedyaları incelediği Poetika adlı kitabında söylüyordu. Tragedyalar tanrıların maceralarını anlatıyordu. O dönem için bu tür maceralar olabilecek olaylardan sayılıyordu. Bugün fantastik ya da bilimkurgu romanlarına baktığımızda, bilim ve teknolojinin ulaştığı aşama ve bunun bizde yarattığı algı nedeniyle hiç de olamayacak olaylar gibi gelmiyor. Bir bakıma kozmogoni sürüyor, mitoloji yeniden üretiliyor.
Fulya: “Öfke” başlıklı şiirinizde; “Ne gelecek günler bir müjde saklıyor/ Ne bir ilerleme halindeyiz/ Hep bir kılıç üzerinde/ Hep çapraz ateşlerdeyiz,” diyorsunuz. Bu dörtlük bana; sanki insanlığın başlangıcından bu yana geçerli bir gerçeği ifade eden, mağara duvarlarına bile asılmış, geleceğimizi ifşa eden, hatta tabula rasa’mıza yazılmış bir yazgı gibi geldi… Acaba, “İşte sanatçıların, şairlerin ruh hali bu!” mu demeliyiz?
Galip: Bu bir umutsuzluk gibi okunabilir elbette. Ya da politikaya duyulan güvensizlik. Umudu, Nietzsche’nin dediği gibi işkenceyi uzatan bir bekleyiş hali olarak görüyorum. Diğer yandan umudun korkudan doğan ve insanı köleleştiren bir duygu olduğu yönündeki Spinoza’nın tezine de hak veriyorum. Politikayı ise bir çıkış yolu sunamayacak tam tersine toplumu çıkmazdan çıkmaza sürükleyerek politikacılara varlık alanı yaratan gayri ahlaki bir uğraş olarak görüyorum. Geriye bir tek yol kalıyor. Felsefeden beslenen sanatın toplumlarda ancak bir moleküler dönüşüm yaratarak gelişimin “fark ve tekrar”da gizli olduğuna ikna edebilir. Dizelerim de bu yolda birer “kaçış çizgileri” sayılırsa kendimi şair olarak görebilirim.
Fulya: Elimde Çürüyor Elma, Müntehir Aşklar, Müteakip Aşklar, Dipsiz Girdap gibi şiir kitaplarınızın yanında, Kıpkısa Yaşamlar Upuzun Öyküler, Minimal Öykü Nedir? Tartışılan Roman gibi edebiyat üzerine kitaplarınız, bir de Tartışılan Aşklar, Mevlana Mevlevilik Tasavvuf ve Aşk, Tartışılan Alevilik, Kadıncık Ana gibi kimi zaman edebiyatın içinden kimi zaman edebiyata teğet geçen ya da edebiyatı doğrudan ilgilendirmiyor görünen konu başlıklarında kitaplarınız var. Bu kitapların yazılma nedeninden bahsetmek ister misiniz?
Galip: Bu biraz benim yönelişimle biraz da aldığım eğitimle ilgili bir süreç. Tarih hep ilgimi çeken bir konuydu. Okumalar derinleştikçe gerçeklerle anlatılanların aynı olmadığı görülüyor. İnsan bir yerde gelip devlet ve resmi tarihin duvarına çarpıyor. Coğrafya ve köken merak edilince başka başka masallarla karşılaşıyorsunuz. Ya Scopenhauer’un akıllı adamı olup kelepir duygulara şiirler yazacaktım ya da felsefe eğitiminin hakkını vermeye çalışacaktım. Felsefe eğitimi derken Sokrates’in sözünü kastediyorum. Yani hala çocuklar gibi o nedir, şu nedir diye sormaya devam ediyorum. Yaşamak can sıkıntısını gidermek uğraşı değil ki. Zihinsel ihtiyaçları ve hazları doyurmak demektir. Spinoza’nın dediği gibi akıldan doğan istekleri dikkate almak demektir. Bu da bizi ortak iyiye, toplumun geleceğine ortak olmaya itiyor.
Fulya: Edebiyatta ulusal sınırlara karşı çıktığınızı, dillerin, yaşanan toprak parçalarının edebiyatı, sanatı kutuplara bölmemesi gerektiğini düşündüğünüzü biliyorum. Edebiyatta, sizin de üzerinde durduğunuz gibi, evrensel olarak geçerli, küresel kapsamda bir etik ve estetik değerlendirme yolu ve tüm dünyayı kapsayıcı bir ortak ifade şekli bulmak mümkün mü?
Galip: Sorun benim karşı çıkışımla ilgili değil. Gelinen aşama bu. Yerli ve milli olmak, ulus ve devlet bilinci gibi fikirlerin getirdiği aşama, yaklaşık iki yüz devlet bir avuç azınlığın milyarları köle konumunda tutmasını sağlıyor. Bari edebiyat buna hizmet etmesin deniliyor. Günümüz romanının ya da bir avuç romancının bunu sorguladığını söyleyebiliriz. Küresel roman anlayışı bu yönde ilerliyor. İnsanlığın gelişim evrimi içerisinde geçici uğrakları tahkim etmek yerine, yapay kültürel ayrımları aşacak büyük insanlık paydası altında toplanmayı hedef edinmeli insanlar. Çevreyle, doğayla, evrenle barışık, büyük insanlık ailesini oluşturma yönünde gelişen eğilime kayıtsız kalmamalıdır romancılar. Ya da bu eğilimi sezen yazarlara kulak kesilmeliyiz.