Türkiye’de köylülük, üzerine hücum edilmesi gereken en ciddi hastalıklardan biridir.
Bu hastalık veba gibi hemen her kurumu sarmış durumdadır: Siyasetinde olduğu gibi iş dünyasında, kentleşmesinde, üniversitesinde, istatistik kurumunda da öyle!.
Türkiye’de köylülük, üzerine hücum edilmesi gereken en ciddi hastalıklardan biridir.
Bu hastalık veba gibi hemen her kurumu sarmış durumdadır: Siyasetinde olduğu gibi iş dünyasında, kentleşmesinde, üniversitesinde, istatistik kurumunda da öyle!.
I.
Baba, memur. Taşra yaşayışının içinde kasabalı biri.
Kendisi kırsal kesimli de olsa İstanbul’da para kazanabilecek bir ticaret erbabı ve edebiyat tutkusunu üniversite ile yayın eksenli kurmaya çalışan girişimci biri.
Kuşağının birçok ismi gibi edebiyata şiirle başlayan ve altı şiir kitabı yayınlamasına karşın, şairliği ile değil de romancı olarak anılan Cumhuriyetle yaşıt biri Abbas Sayar. 21 Mart 1923 doğumlu. 12 Ağustos 1999 yılında aramızdan ayrıldığında 76 yaşındaydı. Bir süre İstanbul Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde okuduysa da tamamlayamadı.
Edebiyata ilgi ve merakını orta okul ve lise yıllarında müdavimi olduğu Halkevi’ne borçludur. Bir süre vekil öğretmenlik ve iaşe memurluğu yaptı ama hayatını sürdürdüğü mecra gazetecilik oldu.
Yozgat’ta ilk yerel gazete Bozok’u yayınladı. Siyasete de atılan Abbas Sayar, döneminin birçok ilerici, solcu aydınları (örneğin Niyazi Akıncıoğlu) gibi, DP’de siyaset yaptı. Demokrat Parti’nin (DP) Yozgat’ta teşkilatlanmasında görev aldı. Kısa zamanda çetrefilli ilişkileri görünce siyasetten uzaklaşarak gazeteciliği sürdürdü.
Yayıncılık deneyimi, İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci iken 12 sayı (1947-1948) yayınladığı Bozlak adlı kültür sanat gazetesi ile başlar.
1952 ile 1970 yılları arasında Yozgat ve İstanbul arasında hayatını ticaretle kazanıyor. İstanbul gibi ‘paranın deli gibi aktığı’ bir yerle sayıların parmakla sayıldığı Yozgat arasında denge kurmaya çalışan bir iş insanının bütün taşralılıkları aynı zamanda Abbas Sayar portresinin de şekillenmesidir. Tarlabaşı Salkım Saçak, İstanbul bohem hayatının çarpıcı özelliklerinin yer aldığı bir eseridir. Türkiye’nin bohem dünyasının kavranmasında Fikret Adil’in Asmalımescit 74, İrfan Yalçın’ın Pansiyon Huzur’la birlikte ele alındığında olağanüstü çarpıcılıklarla dolu bir haritasıyla karşılaşmış olacağız. Şimdilik bunu başka bir yazıya bırakarak Abbas Sayar’ın Anılarda Yumak Yumak adlı kitabına odaklanmak istiyorum.
II.
İnsanın mekânla ilişkisi yaşama arzusunu içerdiği gibi biçimini de belirler. Edebiyat bu arzuyu derinleştiren önemli bir etkinlik alanıdır. Mekânı fiziksel ve matematiksel olarak düşündüğümüzde çevre, eşya, kamusal yapılar ve para da dahil bir büyük evrenden ve buralardaki iş ve işlemlerden de söz edildiği unutulmamalıdır. Abbas Sayar’ın Anılarda Yumak Yumak kitabında öyle çeşitli organizasyonlar veya binalarla eşyalar arasında işlevsel irdelemeler de yoktur. Ana karakter Canan mahlaslı Hakim Bey ve onun kişiliğiyle oluşmuş dünyanın gözlemlenmesi ve fark edilmesidir. Bekleme yeri ya kahvehane ya çay bahçesi veya sığınılmış evdir. Sığınılmış diyorum, çünkü orası yaşam alanından ziyade dört duvar arasına saklanma yeridir. Asıl “dünya” kahvehanede, ahalisinin toplandığı lokallerde şekillenir. Kasabada mekân buraları yahut da belirlenmiş eşraf evleridir.
Taşrada mekân sınırlıdır. O bakımdan da söz dolaşır. Evreni sohbet, dedikodu, söylenti oluşturur.
Türkiye’nin bu kadar kasabalılaşmadığı, başkaca da söylenebilir, kasabanın bu kadar Türkiyeleşmediği 1950’li yıllar ve devamında edebiyatçılarımızın belirgin olarak coğrafyaya odaklandığı görülür. Yaşar Kemal Çukurova, Dursun Akçam ve Ümit Kaftancıoğlu Kuzey Doğu Anadolu, Bekir Yıldız daha çok Güneydoğu ve Almanya, Osman Şahin Güneydoğu ve Akdeniz, Şemsettin Ünlü Doğu Anadolu, Talip Apaydın Orta Anadolu, İrfan Yalçın Karadeniz-Zonguldak Samim Kocagöz Ege gibi… Böyle olmasının edebi olduğu kadar sosyolojik gerekçeleri de vardır. Bunların önemlice bir bölümünde yazarların otobiyografilerinden kesitler de görürüz. Edebiyatın bir tanıklık, edebiyatçının da gerçekliğe tanıklığı ekseninde birey ve toplumu anlatma kaygısı bu dönemin en karakteristik özelliklerinden biridir. Ayrıca, hayata nüfuz etmiş gerçekliği anlatma çabası yazar öznenin kişisel tarihinden izler taşıması da doğaldır. Bu bakımdan da otobiyografik özellikler pek yaygındır.
Köylülük, nasıl Mustafa Kemal’in ‘milletin efendisi’ olarak metaforlaştırılarak ideolojik bir söylemle yüceltmek gereği duyduğu kütleyse, aynı zamanda çarıklı erkanı harptır. Bir dönem şehirlinin gözünde karikatür gibi tipleşen anlayış, bugün ülkenin bütün bir sinir uçlarına sirayet etmiş durumda. Yabana atmamak, küçümsememek gerekiyor. Arkasında uzun yüzyıllar ‘her işi çarık üstüne mes… İdare-i maslahat’ zeminine oturtmuş bir kadim kültür var. Bu köylülük kasaba kültürüyle çakışınca ortaya daha kurnaz bir bileşim çıkıyor. “(…) İslam memleketlerinde kasaba dediğimiz topluluk medrese kültürünü sinesine almış, tabiatla, insanla ilgisini kesmiş ve aklın kuru mantık kaidelerine göre bir düzen yaratmış bir insan topluluğudur. Kasaba köyün üzerine kurulmuş ve onu sömürmekle gelişmiş bir sosyal düzendir. Alabildiğince ferdiyetçi, hatta asidir. Köy üzerinde sağladığı ekonomik ve sosyal üstünlüğünü korumak için de müfrit muhafazakardır. (Karpat, 1962:6).
Abbas Sayar’ın başka romanlarında da söylemi, oturup kalkması ile çok içeriden tanımaya başladığımız bu kasaba tipolojisini Osmanlı’nın kadısı, Cumhuriyetin hakimi Hakim Canan’ın yaşadıklarıyla daha çarpıcı okuyoruz.
Köylü, ancak kendi nüfusunun geçimini sağlayabilecek kadar toprak, bir o denli hayvanla sınırlı mülkiyet alanı içerisinde bütün alıp verme, ölçme-biçme evrenini bu sınırlı sorumluluğunu yüceltme kavgasına oturtur. Kendisi ve tarlasının, bahçesinin sınırdaşlarıyla meşguldür. Bir de köyün ortak meraları onu ilgilendirir. Kasabalı daha farklıdır, birden çok köyün de içerisinde olduğu daha geniş bir iktisadi muhiti vardır. Bir de eşraf, politikacı ve memurlar. Bütün bunlar arasında denge kurmak, idare etmek ihtiyacı hisseder. Sürekli iktidarını bu ekonomik ilişkiler üzerinde dengelemenin kurnazlığını yaşar. Karşısında beslendiği kurnaz köylü tabakası, arkasında politikacılar, eşraftan ileri gelenler, merkezi hükümetin yereldeki unsurları… Daha ‘uyanık’, köylüden daha kurnaz olmak hesabındadır.
“Bunlar bir gavm… Görünürde Allahın kulu, Muhammed’in sadık bendeleri. Aslında kuru şeriatın bendeleri. Akıl sermayesini ‘yokluk’ çengeline asmış bir kişiden ne umarsın? Gaflet çukuruna düşmüş zavallılar. İflah olmaz beyin hastaları. Acınacak taifedir bunlar. Gel gör ki? “Vah vah, delalete düşmüş, yoldan sapmış gafiller” diye onlar sana acırlar.” (s.77).
III.
Anılarda Yumak Yumak, şair, roman yazarı, gazeteci ve ressam kimliğiyle tanıdığımız (Nail) Abbas Sayar’ın askerlik hizmetini yedek subay olarak yerine getirdiği Zile’deki gözlem ve yaşadıklarından yola çıkarak kaleme aldığı roman çalışmalarından biridir. “Roman” olarak adlandırılsa da adından da anlaşılacağı üzere esasında bir anılar bileşimidir. Bu yapıtında Sayar, henüz gençlik yıllarının ilk basamaklarında, hayatın bütün acemiliğini taşıyarak atandığı muhafız komutanlığı göreviyle bulunduğu Zile’de hem kendi gözlemleri ama daha çok da türlü deneyimleri biriktirmiş ve artık hayatının en olgun dönemini geçirmekte olan Hakim Canan’ın yaşadıklarını anlatır.
Bu kitapta taşranın sosyal dünyasını, iktidar ve erk ekseninde içinde köylülüğün kültürel ve iktisadi ilişkilerini görürüz. Abbas Sayar pek kavramlarla konuşmaz, kahramanlarını da sosyolojik kavramlarla konuşturmaz. Bunu diğer romanlarında da görürüz. Örneği Can Şenliği’nde büyük bir yalnızlık trajedisi yaşayan Hüseyin Ağa’nın dünyasını da yazar olarak kendi görüşlerini eklemeden, kahramanının ağzından anlatır.
Hacim bakımından küçük olan bu yapıt, esasında, diğer yapıtları okunduğunda da görüleceği üzere Abbas Sayar’ın düşünce dünyasında oldukça derin izler bırakan özelliğe sahip ve bu izi oluşturan da onun yedek subay olarak görev yaptığı Zile’de tanışmış olduğu çevre oluşturmaktadır. Hakim Bey, bu çevrenin en önemli aktörüdür. Hikâye onun etrafında kurgulanır.
Sevgi ve seziş yolu ile Zile’de karşısına çıkan ‘mana hocası’ sohbetiyle “Yok’ta var’, varda yoku, iyideki kötüyü, kötülükteki iyiyi gösteriyordu… Ölümde yaşamayı, yaşamda ölümü…” (s.19).
Hakim Canan, Osmanlı kurumlarından yetişmiş, cumhuriyete tutkun, Mustafa Kemal sevdalısı biridir. Köylülüğü, kasaba kültürü içerisinde gözlemler ve değerlendirir.
Hemen bütün romanlarında köylülüğün genel özelliği olarak kurnazlığa ilişkin vurgulamaları olan Abbas Sayar’ın, bu yerleşik bilgisinin köklü tarihini de çocukluk ve ilk gençlik yıllarının deneyimleri yanı sıra, askerlik yaptığı bu dönemine de bağlamak olasıdır. Hakim Canan, onun diliyle ‘mana hocası’nın kurnazlıkla ilk tanışıklığı Sivas Kongresi’nin yıldönümü kutlamalarının yapıldığı tören sürecinde olur. Hakim Canan anlatıyor:
“Cumhuriyet ilan edilmiş. Alahülalem Sivas Kongresinin beşinci yılı… Ben de Sivas’ta hakimim. Cumhuriyet sonrası yapılmış bir otel var. Ben de o otelin bir odasında kalıyorum sürekli. Kongrenin yıldönümü merasimi münasebetile otel ağzı bir dolu. Ertesi gün merasim var. Akşam otel salonunda oturuyorum. Salon kalabalık. Bir zat geldi yanıma. Efendiden gözüküyor.
-Beyefendi, dedi. Masamızı şereflendirir misiniz?
– Olur, dedim. Hayhay, dedim.
Hasır bir koltuk ikram ettiler. Oturduk. Hürmetkar gözüküyorlar. Kahve söylediler. Beni davet eden zat sözü aldı:
–Muhterem Hakim bey! Affı devletinize sığınırım. Zat-ı alileri dikkati nacizanemizi çekti. (…) Bendeniz yüce sıfatlarınıza ve affınıza sığınarak bir müşkülüm hususunda yardımlarınızı istirham ediyorum. Beni bağışlayacağınızdan ümidimi kesmeyerek.
(…)
–Teveccühü devletinize teşekkür ederim, dedim. Eğer bir müşkülünüzü hal faslından naçizane bir hizmetim olursa kendimi bahtiyar addederim.
– Allah ömrünüzü mücdad buyursun. Efendim, tekrar affı devletinize sığınırım. Yüce bağışınızdan elbette beni de nasibdar edersiniz. Naçizane bendenizin ‘maslahatı’ haddi tecavüz eder cinsinden. Ve bir de gayetin gavi ve azgın. Bendeniz bu mülkümü insanlığa vakf etmek istiyorum. Malum-u devletiniz böyle bir vakf için Şer’i Şerif üzre bir fetva lüzumunu takdir buyurursunuz. Bu bahiste zat-ı alilerine tesadüf bendeniz için müstesna bir talihtir. Arzettiğim hususta bir fetva lütfederseniz, ömrüm boyu naçizane duacınız olurum.
–Bu kadar mı?
–Evet efendim, maruzatım bu kadar.
– Müşkülünüzü halle gayret sarfedeceğim. Odamda fetvaları cem eylemiş Halil isimli kalın bir kitap var. Bu gece ona bir göz atıp zat-ı ailelerinin vakıf dileğinize ayine olacak bir cevap bulurum inşallah. Sabah kahvaltınızda da netaici umumiyeyi arzederim. Allah hayırlı geceler versin.
Ve kalktım. Odama çekildim. Odamda ‘Halil’ malil diye bir kitap yok. Uydurma bir mehaz. Kafamda esbab-ı mucibeli fetvayı hazırladım.
(…)
– Nizamettin Efendi. Gecenin bir yarısını zat-i alinizin müşkülünü hal için gayret atımı koştum. Akşam bahsini açtığım ‘Halil’ isimli kitabı bir aşağı bir yukarı eledim, beledim. Neticede müşkülünü halledecek bir sahife buldum. Orada vereceğim fetvaya medar olacak bir madde var. Bahis Mecelledeki bir madde ile başlıyor. Mecellenin o maddesi şöyle: “Vakıf içinde mülk olmaz. Bir kimesne bir dönüm bağını vakf eylese, bağın içindeki emsal erik, kaysı ve diğer ağaçlar sahibine mülk olarak kalamazlar. Onlar da vakfın malı olur. Bu maddenin zatınızın fetva talebine geldikte; tefsirine geldikte: Dübürün de vakfa giriyor. Eğer bu hale rıza gösterirsen, hemen ve derhal fetvayı vereyim. El bizden, sebep icat edenlerden.” (s.22-23).
Uzunca bir alıntı ama şarka mahsus bu kasaba kurnazlığını anlamak için gerekli buldum. Örneklerini başka yerlerde de görebileceğimiz ve belli ki eşraftan olmanın getirdiği şımarıklıkla, yeni rejimin kamu görevlisini mahalde alt etme kurnazlığı bir ehli üslup sahibinin tokadıyla sarsılır. Hep böyle olmaz ama ‘mana hocası’nın deneyim ve söz hazinesi burada bu küstahlığın üstesinden gelecek kertededir.
Yetmiş dokuz yaşındayken, Sivas hakimliğinden Zile hakimliğine atanır. İlginç bir kişiliği olduğu açık. Bunu Biga’da hakimlik yaparken Yunus Nadi ile tutuştuğu kavgalardan söz etmesinden anlıyoruz. Bir süre de Zile’de görev yapar. Sonra emeklilik. 1942 yılı olmalı. Artık doksan üç yaşındadır. Ama öncesinde “aklının çelmesine yenik düşer”. Halka karışır. Kahvehane ahalisinden olur. Kendini;
“Palaspare-i rindi beduş, kase bekef
Zekat-ı mey verilir bir diyara dek gideriz”
diyen Ruhi Badadi’nin tilmizi sayanlardandır.
“Halk arasına karıştık. ‘Şeş beş dubara.’ Herkes kendi kağnısını sürer. Kendi öküzünü nodullar. Her bir yön menfaat kağnısı, her bir yön ‘nodul’. ‘Ver Allah’ın verdiğine, vur Allah’ın vurduğuna…’ Din, devlet arada fayda aracı. Bu millet takımı Osmanlıda da böyleydi, şimdi de. Rahmetli Mustafa Kemal biraz kuşaklarını sıktı. O gidince yine mayaları depreşti. Sömürücü, soyguncu aşiret ruhları yine ayağa kalktı. Bu harp de işlerine iyi geldi. Kanun, nizam tanımaz oldular. Bire aldıklarını beşe sattılar. Çarşı pazarda gavurlukları arttıkça, sözüm ona Müslümanlıkları da arttı. Yığılı yığılıverdiler camilere. Hepsi yüzörtüsü. Müezzin minarede “Tanrı uludur”, der. Aşağı cami içi kamette “Allahu ekber”i çökertir. Osmanlının alın yazısını bunlara böyle yol gösteren ehl-i şeriat yazdı. Allah Kemal’in laik cumhuriyetini bunlardan korusun. İsmet Paşa da iyi adam ama, bunları görmüyor mu? Alttan alta bu alafı görmüyor mu? Doğru, doğru. Dünyayı saran alaf, hâlâ bitmedi ki… Mikrop gölgeyi sever” (s.45).
Kahve ahalisine karışan Hakim Canan, bir gün Hüseyin efendi adında birinin yemek davetini kabul eder. Manifatura sahibidir Hüseyin Efendi, yaşlıca işinde gücünde, riyadan uzak, hürmetkar bir kişi.
“Birgün manifaturacı dostum:
–Hakim Bey, dedi. Emvali metrukeden Maliye çok ucuz fiyatlarla tarla satıyor. Kuvvetli toprağı olan taban arazi. Gözel gözel tarlalar var. Ben üç beş tarla alacağım. Eğer arzu edersen, dilersen, üç beş tarla ad zatına alayım. Tarlaların fiyatları hoşaf parası bile değil…
–Oğlum, yavrum ‘Emval-i metruke’ senin anlayacağın ‘terkedilmiş mal mülk’ demektir. Bu, ev de olur, bark da olur. Bağ da olur, bahçe de olur. Tarla da olur. Hepsi terkedilip Maliyeye kalmış. Sahibi olmayan mülke hazine sahip çıkar. Zile’nin de dört bir yönünde, Ermeniler, Rumlar varmış. Tehcirde, ‘değiş tokuşta’, onlar gidince malları mülkleri hazineye kalmış. Benim Zile’ye geldiğim günlerde de o malların satış günleri imiş. Hüseyin Efendi rahmetli manifaturacının adı. “Pekâlâ” dedim. “Üç beş tarla da benim için al.” (67).
Alır Hüseyin Efendi, ‘tarla fiyatı sudan ucuz’ tapularını da getirir, ardından da ortakçıya verir. O yılın güzü, tarlalara verdiği paranın üçte biri üründen çıkmış. Kârlı bir alışveriştir. Ne var ki Hakim Canan’ın emekliye ayrılması, yani iktidardan el çekmesi ortakçısı köylülerle ilişkisini de değiştirir. Artık hasılattan pay verilmez kendisine. Kendisine bu tarlaları almasını öneren Hüseyin Efendi ölmüştür. Oğullarından aldığı mektup çarpıcıdır:
“Muhterem Amca,
Babamız sizlere ömür vefat etti. Son deminde: “aman yavrularım, Hakim beyin hakkını köylülerden alıp, adresine ulaştırın’ dedi. Biz de vasiyeti gereği köye gittik. Harman hasın kaldırılmış. Ortakçıları bulduk. ‘Hakim beyin hakkını niye Zile’ye getirmediniz?’ dedik. ‘Ne Hakim beyi?’ dediler. ‘O, babayın hatırıydı.’ Donduk kaldık. Çaresiz döndük kazaya. Tarlanızı, hakkınızı biliyoruz. Ama, bizim onlarla cebelleşecek gücümüz yok. Üstelik tüm köy, bizim pılıpırtı müşterimiz. Onlarla kötü olmak istemeyiz. Durumu arzeder, hürmetle ellerinizden öperiz.
Bekir ve Seyfi” (s.82)
Bu alıntıya, müdahele etmeye gerek var mı? Kasabalının hali ve köylünün durumu ortada. Hakim Bey elinde tapusu olan tarlalarını köylülerin elinden kurtarmak için yıllarını verir. Kimisini kurtarır, kimisiyle cebelleşirken hayata veda eder. Bedeni henüz toprağa verilmişken, arkasından kahve ahalisinden aslı nesli köylü, şöyle özetler:
“(…) Bunun burasına köylü denmiş. Kuru saptan saat yapar, saman altından su yürütür. Eşşeğe tersinden bindirir adamı. Ödünçlü şahitlik yapar. Birbirine: ’Benim senden iki şahitlik alacağım var’ der ve tavan direğine bıçak ile iki çizgi kazır… Vay babam vay. Kim yitirdi de sen buldun. Köylü milleti iğnenin deliğinden Hindistan’ı seyreder. Şah gitti, Padişah gitti, yine o kaldı. Sefilliğe, yokluğa, muhannete boyun kırarsan, her bir müsibete, ‘bendensin’ dersen, ‘gelen ağam giden paşam’ demeyi bilirsen seninle kimse başa çıkamaz” (107).
Kasaba ve köylünün en karakteristik özelliğini özetleyen bu saptama, ekonomik anlamda yansımasını bugün ‘köşe dönmecilikte’, ‘rant avcılığında’ gördüğümüz kolaycılığa; iktidar anlamında güçlü olana, menfaat sağlayıcıya ve düşünsel anlamda da pragmatizmi işaretler. Hayatı hangi formlara uygun olarak kavrıyor ve yaşıyorsa öyle düşünen, öyle hareket eden bir yığındır köylülük. Feodalite dağılsa da kuşattığı şehirlerde bu geleneksel davranış özelliklerinden pek de vazgeçmiş değildir. Gecekonduyu inşa eden odur, o gecekondu üzerine apartman yükselten de. 1970’lerde yükselen sol siyasetle birlikte 1 Mayıs mahallerinin sakinleri de onlardır, 1980 sonrası dağıtılan tapu tahsis belgeleriyle mülkiyeti kutsallaştıran da.
“Yozgat Var Yozgatlı Yok” adlı çalışmasında çarpıcı bir saptaması vardır: “… Tarihsel bir gerçektir ki, bunalım devirlerinde insanlar fanatik bir şeylere sarılmak istekleri artar. Gerçek karşısında yılgınlıklarını hayal dünyalarında yarattıkları imajlarda kapatmaya çalışırlar. İslam’da tarikatların doğuşuna bir göz atınız. Hepsi bunalım devirlerinin eseridir. Bunalım mutlaka bir çocuk doğurur. Türlü ağlamaklı çocuklar” (Sayar, 2007:107).
Edebiyat yapıtları toplumların aynası olduğu denli, ruhu gibidir. Abbas Sayar gibi insanı kollayan bunu yaparken onun kusurlarını yüceltmeyen ama kusurlarından dolayı da aşağılamayan edebiyatçıların izini sürmek gerekiyor. Roman, insanı ancak iyi gözlemleyen, hakikatin farkında olan edebiyatçıların sayesinde toplumun da derinden kavranmasına kaynaklık eder. Abbas Sayar, hakikati kavrayan bir yazardır. Hakikati abartmayan, onu mütevazı bir sadelikle verebilme ustalığını gösterdiği için anlamlıdır. Değiştirilmez, üzerine yürünmez yanlışlık yoktur.
Karpat, Kemal, Türk Edebiyatında Sosyal Konular, Varlık Yayınları, İstanbul 1962.
Sayar, Abbas. Anılarda Yumak Yumak, Cem Yayınları, İstanbul 1990.
Sayar, Abbas. Yozgat Var Yozgatlı Yok. Ötüken Yayınları, İstanbul 2007.