Roman Kahramanları’ndan Çağrı
- 06 Eylül 2024
‘’Bir solukluk gelip geçeriz insanların hayatından’’
Söze iman edenlerin hikayesi bu. Şanını tüfekten değil sözden alanların…Hayatın dertleriyle yollarda revan olanların…Abdullah Aren Çelik diğer kitaplarında da olduğu gibi son kitabı Revan’da hikayesini toplumsal meselelere dayandırıyor ve sözcüklerini, insanın kederli dünyasından seçiyor. Romanın en tepesine insanı koyuyor, onu anlatıyor. Her gün gözlerini, yüzlerini görmeye alışık olduğumuz insanları. Bundan dolayı da kitap sadece tarihsel bir anlatı değil aynı zamanda insanın durumunu ortaya koyan evrensel bir metne dönüşüyor. Acının sadece bir bölgede değil dünyanın çoğu yerinde olduğunu ve insanlar birbirlerini anlamamaya devam ettikçe de dünyanın her yerine, şimdi olmasa bile bir gün yayılacağını, romandaki kahramanların haletiruhiyesiyle anlatıyor. Acının geçmişte ya da şimdilerde değil ileriki yıllarda da olacağını, şimdilerde dönmeye devam eden dünyanın açtığı yaraların da yıllar sonra anlatılacağının inancını bizimle paylaşıyor.
Romanda Kozanoğlu İsyanı anlatılıyor gibi görülse de Çelik, dünya kurulduğundan beri devam eden hatta son bulana kadar bitmeyecek bir meseleyi ele alıyor. İnsanın yeryüzündeki bitmek bilmez kavgasını…Savaşlarla, kavgalarla bir yere varılamadığını, varılsa bile bunun geçici bir durum olduğunu anlatıyor. Yani romanın geçtiği dönem ve tarihsel olay Çelik’in anlatmak istediği meseleye yardımcı oluyor. Farklı bir dönemi de ele alsa, Çelik kelimelerini yine aynı ırmaktan yaratarak biz okuyuculara derdini anlatabilirdi. Bir okuyucu olarak benim tarihsel anlatılarda beklediğim budur. Tarih sahneleri ortadan kalktığında anlatıcının derdini görmek isterim. Eğer tarihten başka bir şey göremezsem, anlatılan sadece bir dönem ve o dönemde geçen olaylar ise benim için okuduğum kitap bir roman olmaktan hatta sanat eseri olmaktan çıkar ve bir tarih kitabına dönüşür. İşte kitapta Çelik bu duruma düşmeyerek, tarihsel bir anlatıyı, ulaşmak istediği yolun kenarlarına çeşme olarak koyuyor, yolda yürürken susadığında ve yorulduğunda çeşmelere uğrayarak soluklanıyor. Yolda revan kahramanlarıyla da kimsenin cevaplayamadığı soruları cevaplamaya çalışıyor. Böylece ortaya hepimizin yürüdüğü engebeli ve türlü zorlukları olan; başında, ortasında ve sonunda insanın ruh halini yolculukta yaşadıklarının belirlediği o korkulu yol ortaya çıkıyor: Hayat yolu.
‘’Korkuyorum ama yalnızca ölümden değil, hayattan da korkuyorum. Yalnızlıktan, aşktan, âşıktan, yaşlılıktan, bir hayvandan, bir böcekten, senden, kendimden, yaşamaktan, yaşayamamaktan, yaşarken çürümekten, bir çiçekten bile korkuyorum. Korkuyorum çünkü yaşarken hayatın hakkını verememekten ödüm kopuyor.’’
Roman birinci kitap ve ikinci kitap olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. İlk kısımda bizi yüksekçe bir kayanın başında fermanlara kafa tutan, gönlünü sazının teline bağlamış, sazıyla söyledikleri dağları aşmış, gönüllerin hizmetçisi, Avşarların büyük halk ozanı Dadaloğlu karşılıyor. Hayatını sazına bağlamış, o olmadan nefes almakta bile zorlanan, anlattığı hikayelerle herkesi büyüleyen ve bir araya getiren Dadaloğlu, Kozan İsyanının olacağını fark eden Yusuf Paşa’nın elçiliğini yapıyor. Tüm Yörükleri birleştirme amacıyla atın sırtında dağları aşarak gittiği yurtlarda sazını en üste asarak halkı büyülüyor. Halka, Osmanlı birliklerinin hazırlık içerisinde olduğunu, yıllardır yurt edindikleri bu bereketli toprakları ellerinden almak için her türlü kötülüğü yapacaklarının bilgisini veriyor.
‘’Dadaloğlu savaşın insan ruhunu güzelliğinden uzaklaştıran kötücül bir veba olduğunu düşündü. Halbuki eşrefi mahlukattı insan ve Tanrı onu kâinatın en şereflisi olarak yaratmıştı; savaş onun ruhunu kirletmiş, aklını yitirmesine neden olmuştu.’’
Daha ilk sahnede Çelik, anlatmak istediğinin çok farklı olduğunu bizlere gösteriyor. Dadaloğlu, Yusuf Paşa’yı esaretten kurtarmak için bulunduğu kayada beklerken bir Osmanlı askeriyle karşılaşıyor. Görür görmez ona zarar vermek istemediğini söylese de aralarında boğuşma başlıyor. Öldürmek istemiyorum diyen Dadaloğlu, canını kurtarmak adına genç Osmanlı askerinin canını alınca üzüntüden harap oluyor ve suçluluk duyuyor. Böyle savaş zamanlarında kendisi gibi ozanların değil de savaşçıların ihtiyaç duyulduğunu bilse de kan akmasın, Yörükler sürülmesin diye sazıyla verdiği mücadelede ilk defa birinin kanını akıtıyor. İlerleyen sayfalarda da ‘’Ölümü bilir, öldürmeyi bilmezdim. Yaşamı kendinden vazgeçecek kadar severdim, lakin başkasının canına kastedecek kadar değil.’’ Diyor. İşte bir ozanın hayata, insanlara, savaşa karşı bakışını görüyoruz. Tüm insanlarda olmasını dilediğimiz bir bakışı gösteriyor bize Çelik. Aynı zamanda söze, yazıya, türküye velhasıl sanata iman eden insanların hayat yolculuklarındaki düşüncelerinin çoğu insana göre farklı olduğunu da gösteriyor. Dadaloğlu’nun dilinden düşen kelimelerin, Çelik’in yüreğinden kopanlar olduğunu okurken fark ediyoruz. Çelik, içindeki nefesi Toros dağlarındaki rüzgarlara karıştırıyor.
‘’Benim şanım tüfekten değil, sazımdandır, bir kekliği öldürmeden sazımla büyülerim, bir ceylanı uyutur, suya türküsünü söyletirim. Tüfek atmakla abat olunsaydı uzak diyarlardan bunca yolu tepip buralara kadar gelinmezdi.’’
Birinci kitapta Dadaloğlu üzerinden Avşar beyliklerinin çektiği sıkıntılar, uğradıkları eziyetler, haklarında çıkarılan fermanlar ve sürülmelerine ilişkin planlar arada verilen türkülerle anlatılırken, birinci kitabın ortalarına yakın bir yerde, Ahmet Ağa’nın obasında, kitabın sonuna kadar bize eşlik edecek bir halk ozanının da ismini duyuyoruz: Evdal. Aslında romanda buraya kadar anlatılanlar giriş olarak değerlendirilebilir. Tarihsel anlatının içinde Dadaloğlu üzerinden insana ve yaşama ilişkin bazı izlenimlerin verilmesinden sonra Çelik, ‘’Anlattıklarıyla savaşçıları büyüleyen, onlara kahramanlık hikayeleri anlatan’’ Yaşar Kemal’in ‘’Kürtlerin Homeros’u’’ diye andığı Evdale Zeynike’ yi getirip Dadaloğlu’nun karşısına koyuyor. Fikrimce roman artık burada açılmaya başlıyor. Çünkü iki büyük halk ozanı karşı karşıya geliyor. İkisini de yaşadıkları coğrafyada bilmeyen yok. Dadaloğlu’nu Anadolu’nun güneyinde, Evdal’ı ise Doğu Anadolu’da sazıyla sözüyle yıkabilen başka bir âşık yok. Dadaloğlu Kozan İsyanında Avşar Türkmenlerinin tarafında, Evdal da Çukurova’ya Kürt birlikleriyle isyanı bastırmaya gelmiş Dadaloğlu’nun tam karşısında…
‘’Kıblesi Paşa olanın hali berbat olurmuş.’’ ‘’Senin de dalların bir gün kırılır Paşa!’’
Dadaloğlu Osmanlı birliklerine esir düştüğünde iki ozanın atışmasını izliyoruz. Bu bölüm belki de romanın en önemli kısmı. Çünkü iki ozan günlerce, kazanmak adına, iman ettikleri sözleri yüreklerinden çıkarıp meydana atıyorlar. Kimsenin kazanmayacağı anlaşılınca atışmaya son veriyorlar. Çelik aslında burada, iki büyük ozanın birbirlerini yenmek için yaptığı atışmada, yenişemediklerini gösterirken arka planda anlatılan savaş(lar)ın da kazananı olmayacağını dile getiriyor. Herkesin ozanı kendi askerlerine, kendi milletine, kendi inançlarına, kültürüne güzelleme yapıyor. Sonuç olarak bir yere varılamıyor. Yeneni olmayan bir atışmadan yeneni olmayacak olan savaşlara ayna tutuyor. Her iki ozan da kendi tarafındakileri sözleriyle büyüleyip savaşa çağırıyor. Ölümü hayat kadar kutsayıp, bu dava için ölmenin güzelliğini anlatıyor. Hâlen de böyle değil mi? Geçen zamanın eritemediği tek şeyin, farklı inanışlara sahip olan insanların birbirlerine duyduğu kin olduğunu gösteriyor bize Çelik. Tüfek nedir bilmeyen iki ozan zorlu bir savaşın ortasında sazlarıyla kendi halklarına umut oluyor. Ama ikisi de kandan ve savaştan nefret ediyor. Hatta Evdal’dan Dadaloğlu’nu öldürmesi istenildiğinde bunu yapamıyor. Sazları ve sözleri savaş meydanlarında eğlence olarak kullanılıyor.
‘’Tüfekle kurduğu ilişki, sazıyla kurduğu ilişkiden farklıydı. Birisi can alırken diğeri can veriyordu. Kendine, sözlerine ve doğanın düzen getiren gücüne inanıyordu yalnızca. Ona göre ölüm tanrının en parlak fikriydi, fakat bir insanın başka bir insanı bu şekilde öldürmesinin onu gücendireceğini düşünüyordu’’
Avşarlar bozguna uğratıldıktan sonra korkunç bir kolera salgınıyla kitabın ikinci bölümü açılıyor. Bu bölüme bir yol anlatısı diyebiliriz. Evdal gibi büyük bir halk ozanını anlatmaya başlıyor bu sefer Çelik. İlk bölümde Dadaloğlu üzerinden verdiği insan ve yaşam izlenimlerini bu bölümde Evdal üzerinden veriyor. Evdal sesinin soluğunu yitirmiş, evlatlıklarını kaybetmiş, hayatın sonuna yaklaşmış, yollarda deva aramaktadır. Kazanıldığını düşündüğü savaşın aslında kaybedildiğini anlamıştır. Sona yaklaşmış bir hayattan geçmişe ışık tutarak anılarının tozunu almakta, düştüğü hataların kefaretini gözleriyle ve sesiyle ödemiş, Kozan’a doğru yol almaktadır. Ölüm ve yaşam arasında gelip gitmektedir. Hikayeler ve türküler eşliğinde yapılan bu yolculukta yıllar geçmesine rağmen değişmeyen düzenin izlerini görüyoruz. İşte Çelik ustalığını bu yol anlatısında konuşturur. Artık kelimeleri kullanmakta daha özgürdür. Görmüş geçirmiş, yıllarca yaşamış Evdal üzerinden tüm insanlığa mesajlar gönderir. Savaş insana ne kazandırır? Söze iman varken, yaşama iman etmek varken silaha, kılıca iman etmek nedir? Bu sorulara benzer cevaplanması güç soruları Evdal’a sorar. Tabii ki aynı zamanda Dadaloğlu kadar bilinmeyen ama onunla yarışacak ve yenilmeyecek kadar güçlü olan bir halk ozanını da bize tanıtır.
‘’İnsan kendi divanından sürülünce sesini, sazını ve itibarını da arkasında bırakırmış. İyi miyim? Allah da şahidimdir bilmiyorum nasıl olduğumu, varla yok arasında bir şeyim artık.’’
Bu yönüyle de Abdullah Aren Çelik’in hakkını teslim etmek lazım. Tarihin tozlu sayfalarında unutulmaya bırakılmış, çoğu insan tarafından günümüzde bilinmeyen daha doğru tabirle Dadaloğlu kadar bilinmeyen, Acem ellerinden Türkmen dağlarına, kuzeyden güneye, doğudan batıya o zamanlarda adını duymayan kalmayan Evdale Zeynike’yi de okuyucuya tanıtıyor. Hakkında çok bilgi sahibi olmasak da Evdale Zeynike’nin turnasını ve çok sevdiği oğlu Temo’yu da unutmamıştır Çelik. Hatta onlara da büyük sorumluluklar yüklemiştir. Temo babasının eli ayağı olur içine kaçan sesinin geri gelmesi için. Turna da yolda revan olan Evdal’a yoldaş olur.
‘’Ah kızım! Kötülük bir kez ruha sirayet etti mi mahşere kadar bırakmazmış insanın peşini.’’
İşte kurgunun büyüsü bu yol anlatısında ortaya çıkıyor. Hepimizin bildiği üzere tarihsel anlatı çoğu yazarın kullandığı bir yöntem. Çelik, tarihsel anlatıyla kendini sınırlamamakta onun da üstüne çıkarak geçmişte aynı dönemde yaşayan iki farklı ozanı karşı karşıya getirerek eşi benzeri az rastlanacak bir yol izliyor. Diğer romanlarındaki gibi özgün bir anlatıya yaklaşıyor. Ozanların üzerinden halkı, aşkı, savaşı, yaşamı, hüznü, yani insanı anlatıyor. Ozanlar söyledikleri stranlarında kendi geçmişlerini, destanlarını, kahramanlıklarını, hikayelerini anlatıyor. Bu yönüyle ozanlar, halkı en yakından tanıyan insanlardır. İnsana ve yaşama bu kadar yakın olanların yaşamı da önemlidir. Çelik, anlatmak istediklerini ozanların hayatlarına ayna tutarak okuyucuların önce gözüne sonra yüreğine sokuyor. Bazı sayfalarda bir türküyle, yiğitlikle, halkın paşaya karşı birleşip ses çıkarmasıyla coşarken bazı sayfalarda Süphan Dağı’nda, Şengal Dağı’nda birbirlerine kavuşamayan maşuklara; paşaların, ağaların zulmüne üzülüyoruz. Hulasa, insan hayatının panoramasını, sonu ölümle biten her şeyin manasız olduğunu düşünen iki aşığın kapışması üzerinden bizlere vermeye çalışıyor.
‘’Güzel insan bileği kadar dili, dili kadar yüreğine söz geçirebilendir, dilindekine hükmetmek için yanmak icap eder bazen, yanmayı bilmeli. Susarak konuşmak icap eder bazen, susmayı bilmeli. Edep, konuşmadan önce gelir, konuşurken ne diyeceğini bilip edebi utandırmamalı.’’
Çelik, daha bir sürü kanayan yaraya tuz basmaya çalışıyor. Hepsinden bahsetmek güç. Ama ben son olarak çok hoşuma giden bir bölümden bahsetmek istiyorum. Edebiyat dünyasında da olduğu gibi yazar denilince genelde insanların aklına erkek birey geliyor. Saz aşığı denilince de öyle. Ama romanımızda çoğu erkeğin diline, sazına kilit vuran Ayşe’yi görüyoruz. Çelik de bu durumu fark etmiş olacak ki karakterlerden birine ‘’Bir kadınla atışmam ben’’ dedirtiyor. Evdal’da bu söze karşılık ‘’Aklı hafif olanın yükü ağırdır’’ diye karşılık veriyor. Hâlâ egemen olan bu bakış açısının da yıllar geçmesine rağmen değişmediğini gösteriyor bizlere.
‘’Hayatta iyi insan olmak için çok, kötü insan olmak için az neden vardır…’’
‘’Yola revan olanın bahtı açık olurmuş’’ diyen Evdal, evlatlıklarını bulmak ve Dadaloğlu ile son defa atışmak için vardığı Kozan’da aradıklarını bulamıyor. Romanın son kısmında sayfalar çevrildikçe anlatı katmanlaşıyor. Ben gibi sevdiğiniz cümlelerin altını çiziyorsanız, kaleminiz son bölümde hiç soluklanmayacak diyebilirim. Evdal’ın güç bela aldığı nefesler de artık kelimeleri birleştiremiyor. Bir kilit vuruluyor nefesine. Çelik, bize veda ederken çok şeyler söylüyor. Ölümü capcanlı olarak karşısında gören birinin verdiği tepkiler okuyucunun ruh halini de değiştiriyor. Üzülüyor. Belki Evdal için belki de anlatı bittiği için. Ama Çelik sanki tekrar başka bir yolda görüşeceğimizin sinyalini de veriyor gibi. Çünkü hâlâ Paşa’nın adamı çalıların arasından Temo’ya bakıyor.
‘’İnsanın yaşı kemale erdi mi duygularının yerine aklı, aklının yerini de ölüm korkusu alıyor.’’
Ben gibi okuduğunuz romanlarda türkülere rastlayınca mutlu oluyorsanız keza okurken sanata düşkün karakterleri görünce seviniyorsanız Abdullah Aren Çelik’in yeni romanı Revan’ı gözünüzden, gönlünüzden eksik etmeyin.