Adana’da Kadın Olmak
Güncel

Adana’da Kadın Olmak

Feryal Tilmaç

Her gün kadınların günüdür. Aslında tüm insanların. Yine de 8 Mart’ı anlamlı buluyorum. Duygularımızın, düşüncelerimizin kristalleşmesine aracı olma özelliği taşıyor sanki. Belki de kolektif düşünmeyi, anmayı, anımsamayı sağladığı için önemsiyorum.

 

Bugüne özel bir şeyler yazmak istediğimde ülkenin gerçeklerinden kaçamayacağımı düşünerek bunaldım. Son yıllarda artan kadına karşı şiddet, taciz tecavüz ve git git seriye bağlanan kadın cinayetlerinin ayyuka çıkması söylenecek başka her şeyi anlamsız kılıyor. Kaybolan, kaybettirilen kadınlar, kaza intihar süsü verilip öldürülenler, sokak ortasında aşk ya da kıskançlık, yani tutku cinayeti kisvesi altında alenen katledilenler. Tüm bu kadınlar varken eşit işe eşit maaş demek, emekçi kadınların haklarını konuşmak, eğitimde fırsat eşitliği demek bile sanki ikinci dereceden önemli hâle geliyor. Ne acı!

 

Biz bu ülkede, 2024 yılında, dile kolay üçüncü binyılda, hâlâ kadının yaşama hakkını savunmak için savaşıyoruz. Ben şahsen utanıyorum. Sorun o kadar dehşetengiz ki bir 8 Mart yazısında acıya dolanmadan -istemiyorum bunu çünkü- nelerden söz edeyim kestiremiyorum. Ne yazsam az, eksik, ne yazsam hafif kalacak sanki. Bu nedenle de zaman içinde geri gidip, iyi bildiğim bir yerden, doğup büyüdüğüm şehirden anlatmak istedim.

 

Benim çocukluğumda, ilk gençlik yıllarımda Adana’da kadın olmak nasıl bir şeydi? Şehrin bir kız çocuğunun, genç kızın ve her yaştan kadının üzerinde kurduğu o sessiz baskıyı, yeryüzüne yakın kümelenmiş yoğun bulutların yağmurdan önce yarattığı o bunaltı hissine benzer baskıyı, kelimenin her anlamıyla alçak o basıncı, biraz da kendim için hatırlamak istedim

 

Adana’da doğdum ve hayatımın ilk on yedi yılını da orada geçirdim. Benim kadın erkek ilişkisiyle ilgili meselem ömrümce bitmez. Sadece çocuk yaşımdan üniversiteye gelene kadar tanık olduklarımın, duyduklarımın, tartışılmayacak gerçekler gibi dayatılan normların içimde oluşturduğu hınç, sonrasında da sadece dal budak kazandı, inceldi, oylumlandı.

 

Günlük dilden örnek versem yeter. Adana’da fahişelik yapan kadınlara “hayat kadını” denirdi. Bu neredeyse şimdi hoş bile geliyor, hayatı dolu dolu yaşayan bir kadını getiriyor akla. Belki tam da bu yüzden kullanılıyordu, kadının hayatla ilişkisini örselemek, içine kapanmasını sağlamak için. Şehrin meşhur pavyonlarında çalışan kadınlar da kaç yaşında olurlarsa olsunlar “bar kızı” diye adlandırılırlardı. Bunların hepsinin ortak adıysa “kötü kadın”dı. Günlük dil öyle ideolojik ki içinde yaşarken soluduğunuz hava kadar doğal geliyor size ve düşüncenizi biçimlendiriyor. Üniversitede İstanbullu bir arkadaşıma birinden söz ederken annesi kötü kadınmış demiştim de o da ne demek diyerek çok gülmüştü. Ancak o zaman fark ettim ne kadar anlamsız bir tanımlama olduğunu. Neden kötü olsundu ki! Kötülüğün kökleri de uçları da bambaşka yerlerde aranmalıydı. Doğrusu utanmıştım.

 

Sonra Adana’da sadece cinselliğini kullanarak para kazananlara değil bütün kadınlara sopa gibi gösterilirdi bu dil. Örneğin biraz frapan, açık saçık giyinen, fazla makyaj yapan kadın “bar kızı gibi” giyinmiş olurdu. Erkek egemen bu toplum kendi evlâtlarına, yani erkeklere de, en azından giyim kuşam, dış görünüş ve bazı davranışlar konusunda sınırlar çizerdi. Çerçevesi belli tek tip bir erkek kimliğine tıkıştırılıyorlarmış şimdi düşününce.

 

Bir erkeğin evde karısına yardım etmesi “avrat gibi ev işi yapıyor” diye hayretle, alayla karşılanabiliyordu, yardım edenini zaten mumla arıyordunuz etrafımda gördüğüm kadarıyla, o ayrı. Erkek adam -ne demekse!- ağırbaşlı olurdu, “karı gibi” gülmezdi örneğin. Karısına nişanlısına, uluorta ilgi sevgi gösteren “cıvık, hafif, hoşşik” diye tabir edilirdi. Dedikodu yapan erkeklere “avrat ağızlı” dendiğini de hatırlıyorum. Aralarından birine bireysel bir ceza kesecekleri zaman bile, “kadınlar dedikoducudur” gibi bir önermeyle tüm kadınları güme göndermekten çekinmeyen, kendi içlerinde birbirlerine hakaret ederken yolu ille de kadınların üzerinden geçiren o eril dil. Dil politiktir.

 

O zamanlar feminen giyinmek bir seçenek bile değildi zaten ama, örneğin yetişkin bir erkek beyaz pantolon giydiğinde “dümbük gibi” giyinmiş oluyordu. Bilmeyenler için bu sözcük kadın satıcısı anlamına gelir. Demek cinsellikle ilgili alışverişler, o ticaret en hor görülen bir şeydi ki -talep olmadan arz ortaya çıkarmış gibi!- aşağılayan, dışlayan, ayıplayan yargılar hep bu iş kollarında görev alan kimseler üzerinden yapılırdı. Hâlâ öyle midir? Bilemiyorum. Yerleşik anlayışlar kolayına değişmiyor.

 

Kısası Adana’da toplum sizin ciddi ve ağırbaşlı olmanızı istiyordu. Küçücük yaşınızdan başlayarak bu taleple yüzleşiyordunuz. Benim de bununla ilgili bir anım var. Yaşımı hatırlamıyorum ama epey küçüktüm. Anneannemin oturduğu apartmanın sokağına her akşam üstü Menekşe diye biri gelirdi. Balkona çıkıp izlerdim. Menekşe erkekti ama değildi. Yani ben o zamanlar öyle düşünürdüm, kafam karışırdı içinden çıkamazdım. Anneanneme sorardım, konuyu değiştirirdi. Daha çok ilgimi çekerdi. Menekşe gelir elinde tefiyle sokak ortasında dansöz gibi oynardı. Erkek gibi giyinmiş ama pantolonun üzerine çiçekli basmadan bir etek geçirmiş olurdu. Saçları da uzuncaydı. Sanırım biraz makyaj da yapıyordu. Kendi aldığı adıyla Menekşe, belki Abdullah, belki Cumali’ydi gerçek adı, bir modern zaman zennesiymiş bakınca. Yoksul, düşkün bir hâli vardı, aklı da eksikmiş biraz, sonradan söylendiğine göre. Belki ondan ikiyüzlü seçkin sofralarına meze olmuyordu da sokaklara vuruyordu kendini. Bir sokak zennesi diyebiliriz ona.

 

Menekşe bende daha çok bir perde anı gibiydi. Bütünüyle bir anı olarak şekillenmesi sonradan büyüklerimin anlattıklarıyla birleşip gerçekleşti sanırım. O oynarken sokaktaki çocuklar, gençler, kim var kim yoksa etrafında bir çember oluşturur, el çırparak, tempo tutarak, basbayağı eğlenirlerdi. Gelmesinden mutlu olurlardı, en az Menekşe’nin gördüğü ilgiden mutlu olduğu kadar. Fakat o çocuk aklımla izleyip, tempo tutup şevkle alkışlayanların aslında ona saygı duymadıklarını, eğlenir görünmenin altındaki alaycılığı, aşağılamayı içten içe sezermişim galiba. Bir akşam anneannemin evindeki aile toplantısında büyükler bana el çırpıp, hadi ortaya gel oyna dediklerinde “Ben Meneşke miyim?” diye terslendiğim yıllarca anlatılıp durdu. Menekşe’nin ismini bile doğru söyleyemediğime göre dediğim gibi epey küçükmüşüm. O şehirde ciddiyetin tohumları içimize ta oralardan başlayarak ekiliyordu işte. Saygı isteyen ağır olmalıydı. Ayrıca erkek egemen toplumda erkek olmayanın da vay hâlineydi, onu da erkenden öğreniyorduk.

 

Toplumun kurallarını, kendi çıkarlarını, konumlarını, keyiflerini korumak ve herhalde tümgüçlü kontrol duygusunu sağlama almak için erkekler koyuyordu. Kadınlar kendilerine sorulmadan konulan bu yasaklara “el alem ne der” korkusuyla, yani o kıymeti kendinden menkul toplumsal kabul karşılığında sorgulamadan uyuyordu. Erkeklerin durumunu anlaşılır buluyorum, kendi içinde tutarlı. Anlamadığım kadınların özellikle kendilerinden genç olanlara bu kuralları dayatmak konusunda yer yer erkeklerden bile daha tutkulu davranmaları oluyordu. Böylece karşı çıkan, hakkını arayan, direnen kızlar adamlar yetmezmiş gibi bir de bu kadınlar için cephe açmak zorunda kalıyordu.

 

En kötüsü de kızlar, kadınlar masum bir flört yüzünden bile yaftalanma, damgalanma korkusu yaşarken, aynı şekilde davranan, çoğu durumda fersah fersah fazlasını yapan erkeklerin kaç yaşında, ne konumda olursa olsun adeta sırtının sıvazlandığını, “Vay çapkın!” diye belli belirsiz bir imrenmeyle takdir edildiğini görmekti. Haksızlıktır en çok bileyen dişimizi.

 

Bir de belki görece önemsiz ama, hayatın sanki kadınlara ve erkeklere ayrılmış tarafları vardı. Futbolla ilgilenmek, maça gitmek de büyük çoğunluk için bir erkek işiydi örneğin. Çocukluğumdan beri futbola duyduğum ilgiyi de “ne münasebet!” diyerek erkeklere ayrılan o alanda kendime yer açmak istememle ilişkilendiriyorum. İlk maçıma babamla gitmiştim ama, aynı babam üniversite için İstanbul’a gittiğimde stada gitmemi yasaklamıştı. Yanımda olup koruyamayacağı için belki de. O zaman maçlarda tribün çekimleriyle seyircilerin de televizyonlarda gösterilmesi yeni yeni başlamıştı. Maça gittiğimde kafamı kaşkolle kapatıp koyu renk gözlük takardım, babam televizyonda tesadüfen görürse tanımasın diye. Yasaklar insana sadece onları nasıl deleceğine ilişkin sezgi ve beceri kazandırıyor.

 

Örnekler bitmez, dolayısıyla hınç da. Yıllarca kız çocuklarına, kadınlara topluma aykırı gelen en ufacık davranışları yüzünden olmadık kötü sıfatlar yakıştırıldığına tanık oldum. Hep bir hata yapma korkusuyla doldururdu bu tehdit insanın içini. Sessiz bir şiddetti hepimize uygulanan. Olmayan suçumuzun cezasını bekleyerek yaşıyorduk sanki. Sadece okumaktı, kitaplardı o korkunun panzehri. Travmatik zamanlardı. Yeni nesillerin kendilerini bu saçmalıklardan kurtarmış olduğunu sanıyorum. Umarım öyle olmuştur.

 

Bunlar Türkiye’nin görece açık fikirli, yobazlıktan uzak, yemesi içmesi, eğlencesi, hakkını teslim etmek gerekir ki özellikle de mavrası yerli yerinde, doğası da insanı da Akdenizli olan bir şehrinde yaşananlardı. Ben bildiğim yerden anlattım. O yıllarda Türkiye’nin daha kapalı toplum yapılarına sahip, tutucu Anadolu kentlerinde şartlar, durumlar, yaşanan korkular, hissedilen baskılar olasılıkla çok daha ağırdı. Okuduklarımızdan, izlediklerimizden edindiğimizle sınırlı bildiklerimiz. Onu da içerden, ilk elden bilenler anlatır belki. Merakla, ilgiyle ama biliyorum ki içimden taşan bir öfke ve üzüntüyle okurum ben de.

 

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun herkese!