Ahlat Ağacı’nda İyi Edebiyat Tartışması
Sinebiblio

Ahlat Ağacı’nda İyi Edebiyat Tartışması

Emirhan Mutlu

Edebiyat çevrelerimizin yıllardır tartıştığı, daha doğrusu yakındığı bir mesele var: iyi edebiyat okurlarının az olması, veya başka bir deyişle kötü edebiyatın alıcısının çok olması. Edebi değeri yüksek olan eserlerin neredeyse hiçbir zaman çok satanlar listelerinde yer almamasından hep şikayet ediliyor ve bu yüzden çok satan kitapların edebi değeri düşük görülüyor. Yani edebiyatçılarımıza göre halkımız kötü edebiyatı tercih ediyor. Uzun süredir konuşulan ve çıkış yolları aranan bu meseleyi ünlü yönetmen Nuri Bilge Ceylan da Ahlat Ağacı filminin birkaç sahnesinde karşımıza çıkarıyor. Bu sahneler muhakkak çok daha farklı yorumlara açıktır, ancak ben bu yazıda filmin önümüze koyduğu “iyi edebiyat” tartışmasını ele almak istiyorum.

 

2018 çıkışlı bu filminde Nuri Bilge Ceylan, yazacağı roman için memleketine dönüp yerel bir fon arayan Sinan’ın bu süreçte başta ailesi olmak üzere tüm hemşehrilerinin ilgisizliğiyle karşılaşmasını anlatıyor. Bu ilgisizliğin temelinde hayatla binbir türlü ilişkisi ve bundan kaynaklı binbir türlü derdi olan insanların pek kitap okumaması, okumakla ilgilenmemesi yatsa da aslında bir başka boyutu da okuma deneyiminin kişiden kişiye değişiklik göstermesidir. Yönetmen bunu tüm film boyunca bize gösterirken, birkaç sahnede kadraja giren kitaplarla bizi sağlam bir edebiyat tartışmasının içine de atıyor.

 

 

Filmin bir sahnesinde Sinan’ı odasında uzanmış kitap okurken görüyoruz. Elinde Edgar Allan Poe’nun Morgue Sokağı Cinayeti kitabının Varlık Yayınları’ndan çıkmış oldukça eski bir baskısı bulunuyor. Baş ucunda da bazı kitaplar duruyor. Hepsini seçmek mümkün olmasa da bir tanesinin Albert Camus’nün Yabancı isimli romanı olduğu anlaşılıyor. Bazılarının da yayınevleri belli oluyor, mesela Kırmızı Kedi ve Metis’ten çıkan bazı kitaplar var ki bunlar genellikle iyi edebiyat okurları tarafından tercih edilen, edebi değeri yüksek eserler yayınladığı bilinen ana akım yayıncılar. Başka bir sahnede Sinan’ın aynaya yansıyan görüntüsünün etrafında Albert Camus, Sait Faik gibi yazarların fotoğrafları ve Charles Baudelaire’in Paris Sıkıntısı isimli kitabının Fransızca bir basımının kapağı yer alıyor. (orijinal ismi Le Spleen De Paris). Buradan şunu çıkarmamızı istiyor yönetmen: Sinan iyi bir edebiyat okuru. Sahaflardan eski basım kaliteli kitaplar almış, yerli ve yabancı klasikleri okumuş, duvarlarını yazarların resimleriyle süslüyor, kaliteli yayınevlerini takip ediyor. Edebiyat çevrelerimizin takdir ettiği, görmek istediği okur profili aslında.

 

Başka bir sahnede Sinan belediye başkanı ile görüşüp kitabından bahsettiğinde başkan onu çok kitap okumasıyla, okumayı sevmesiyle bilinen kumcu İlhami’ye yönlendiriyor. Sinan İlhami’nin ofisine gidip kitap okumayı sevmesi hakkında konuşmaya başladığında İlhami zamanında çok okuduğunu ama son zamanlarda pek okuma fırsatı olmadığını söyleyerek eliyle kitaplığını işaret ediyor. Kitaplıkta Ana Britannica Ansiklopedileri, Nutuk, Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler’i, Adam Fawer’ın Olasılıksız’ı, Canan Tan’ın Yüreğim Seni Çok Sevdi romanı, birkaç dini kitap ve bir sempozyum bildiri kitabı görünüyor. Bunlar bir dönemin çok satanları ve birtakım kaynak eserler. Burada yönetmen bize Sinan ve İlhami’nin okur olmaktan aynı şeyi anlamadığını gösteriyor aslında. İlhami o dönem ne çok satıyorsa onu alıp okumuş, ansiklopedi, Nutuk ve sempozyum bildirileri gibi kurmaca olmayan eserlerle zaman geçirmiş. Yani aslında Sinan’ın tam aksi yönde bir okur. İyi edebiyatı aramıyor, okumak onun için bir zaman geçirme ve bilgilenme aracı. Zaten Sinan’la konuşurken de benzer bir sebeple tartışıyorlar. Sinan çarşıdaki delinin hikayesini Çanakkale’nin yaşam kültüründen bir parça olarak görürken İlhami ona bu değeri atfetmenin Çanakkale şehitlerini küçümsemek olduğunu düşünüyor ve ikilinin arasındaki diyalog geriliyor.

 

 

Ahlat Ağacı’nda Nuri Bilge’nin de önümüze koyduğu bu tartışma başta söylediğim gibi aslında yıllardır süregelen bir konu. Burada en temel hata, okuma deneyimini iyi ve kötü olarak kalıplara sokmak aslında. Sinan’ın okuduğu kitapları düşünelim mesela. Bunlar zaman geçirmek için öylesine okuyup bitirince kapağını kapatıp hayatınıza devam edebileceğiniz metinler değil. Bu metinleri okuma anında deneyimlemek, anlamak için çaba göstermek ve bitirdikten sonra da üzerine düşünmek gerekiyor. Oysa her okur metinle bu seviyede bir ilişki kurmak istemiyor. Birçok insan kitap okumayı bir boş zaman aktivitesi yahut belli bir konuda bilgilenme aracı olarak görüp buna uygun eserleri tercih ediyor. Bu açıdan baktığımızda İlhami ne kadar filmde bize itici gelse de onun dünyasında kitap okumanın karşılık bulduğu yer gayet tutarlı. Liseden sonra eğitimine devam etmemiş, yaşadığı kasabada kumculuk yapan bir adamın kitaplarla bu ilişkiyi kurması yadırganacak bir durum değil. Edebiyata özel bir ilgisi veya kendisini bu yönde geliştirmek için çaba gösterme imkanı olmayan insanların edebiyatla ve kitaplarla bu şekilde bir ilişki kurması yadırganabilecek bir durum değil. Herkes dünyayı algılama şekli ve hayattan beklentileri ekseninde bir okuma deneyimini tercih ediyor ve emin olun her tür okuma çok değerli, yeter ki kitaplar okunsun.