An Tanıştı Suyla kitabımdaki öykülerde, adalet kavramını esas alarak; kişisel adaletimizin toplumsal adaletten bağımsız olamayacağını anlattım.
Engin’le Sözden Öze

An Tanıştı Suyla kitabımdaki öykülerde, adalet kavramını esas alarak; kişisel adaletimizin toplumsal adaletten bağımsız olamayacağını anlattım.

Engin Kükrer

Engin Kükrer: Öncelikle Karnaval Dergi – Engin’le Sözden Öze köşesine hoş geldiniz. Söyleşimize başlamadan önce okurlarımıza sizi tanıtmak isterim. Edebiyatla kurduğunuz ilişkiye de değinerek bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Kimdir Sencer BAŞAT?

 

Sencer BAŞAT: Sürekli soru soran, soruların cevaplarını yetersiz buldukça daha fazla soru soran birisi. Yaşamla derdi olan, derdi olduğu için merakla okuyan, merak ettiği için farkındalıklarını arttıran, merakını giderdikçe daha fazla merakla okuyan birisi. Kavrayabildiklerini yazıya aktaran birisi. Dertlerinden bilincine kadar her safhayı kurgulayarak imgelere yaslanan birisi. Uslanmaz bir okur-yazar kısacası…

 

Edebiyata olan ilgim şiirle başladı, kısa öykü ve roman ile devam etti. İlgi zamanla işe dönüştü, şiiri yazmak yerine “şiiri çalışmak” daha fazla edebiyatın içine girmemi sağladı. Çoğu zaman dizeleri dizmek en büyük derdim oldu, öyküde farkındalıklar yakaladım, romanda bilincimi kurguladım, denemede estetikle tanıştım ve aforizmalarda kendimle dalga geçmesini öğrendim.

 

İlk kitabınız Beyaz Gül Belirsizliğinde 2002 yılında yayımlandı. Daha sonra on bir yıl süren bir sessizlikten sonra Deniz Kızı Destanı (2013), Balyozname (2014), Öznesini Yitiren Öyküler (2016), Aynanın Gözü (2019), Kar Karanlığı (2022) ve 2024 yılında da An Tanıştı Suyla kitaplarını okurlarınızın beğenisine sundunuz. Bunun dışında Karnaval Dergi başta olmak üzere Varlık, Cumhuriyet, Evrensel Kültür, Solfasol vb. birçok platformda da yazılarınız, öyküleriniz ve şiirleriniz yayımlanıyor.  Son yıllardaki bu üretkenliğinizi neye bağlıyorsunuz? 

 

 Çocukluğumda fazlaca ilgimi çekmeyen, sonradan değerini kavradığım bir aile kütüphanemiz vardı. Şanslıydım, nitelikli kütüphaneleri olan okullarda okudum. Taşınmalarımdan dolayı çokça yer değiştiren ev kütüphanem, zamanla en değer verdiğim ve yaşamıma farklı anlamlar katan bir değer haline geldi. Okumalarımı, kitaplar ve yazarlar/şairler bazında karşılaştırmalı okumalarla ve aldığım notlarla pekiştirdim. Sanırım bu aşamadan sonra üretimler hız kazandı. Tekrara düşmeden, olaylara başka zamanlardan ve mekânlardan bakmak adına yazılı bazı metinler çıkarmayı hedefledim. Edebiyat dergilerini doğudan batıya, bugünden düne takip ettim. Güncele hapsolmadan, akımlara takılmadan edebiyat dergilerinde yer almaya çalıştım.

 

Yeni öykü kitabınız An Tanıştı Suyla bu sene raflardaki yerini aldı. Kitaptaki öykülerinizde farklı açılar ve olaylar üzerinden duyarlı bir yazarın adalet arayışı göze çarpıyor. Hayatı boyunca yaptığı haksızlıklarla yaşlılığında yüzleşen birinin hikâyesinin anlatıldığı “Perdeyi Açamayan İki Korkak Kanlı Göz” adlı öykünüzden özellikle etkilendiğimi belirtmek istiyorum. Sizi bu öykü kitabında adalet olgusunun altını çizmeye iten etkenler neler oldu?  

 

İnsanın insana yaşattığı eziyeti, insanın insana karşı acımasızlığı temel çıkış noktamdı. İlk öykü kitabımda kara mizah hapishane öyküleri yer alıyordu. “İyi” rolü oynamak kolaydı, herkese mavi boncuk dağıtmadan adaletli yazmam gerekiyordu. İyi ve kötü kavramlarının ötesinde, eşitlik ve adalet kavramıyla, tarihsel ve toplumsal açıdan; felsefe okumaları ve deneme türünde metin çalışmaları yaptım.

An Tanıştı Suyla kitabımdaki öykülerde, adalet kavramını esas alarak; kişisel adaletimizin toplumsal adaletten bağımsız olamayacağını anlattım. Söylediğimiz şeyi yapmamız gerektiğini belirterek, vicdanımızın edimlerimizden oluştuğunu öyküledim. Yaptığı ile söylediği bir olmayan inancın ve adaletin; günümüzdeki kokuşmayı desteklediğini, plastik yaşamlarımızı imgelediğini, yabancılaşmış benliklerin samimiyetsiz yaşamlar ve söylemler ortaya çıkardığını göstermeye çalıştım. Sade olmanın mutluluğu içinde basit olmamanın bir erdem olduğunu belirtmeye çabaladım.

 

“…Geç demlendiğinde acılaşmayan bir sabah tadı vardı her solukta. Çam iğnelerinden yayılan koku, akşamı omuzlayan yakamozdan kurtuluyordu. Birazı zeytin birazı da badem geceli yansımalar kekik kokuyordu. Hangi kokunun kazanacağını kimse umursamıyordu. Kıyıya vuran akşamdan kalma dalgaların çakıl taşlarına söylettiği umarsız şarkılar, kuzineden gelen meşe çatırdamasıyla yarışıyordu…”

Kitaba da adını veren “An Tanıştı Suyla” öykünüzdeki özgün şiirsel anlatım ve sıcacık betimlemeler adeta insanı tutup o adaya bırakıyor.  Bazen de öykülerinizde bir gömleğin yahut bir kitabın gözünden dünyaya bakıyoruz. Güçlü meseleleri çarpıcı, lirik üslupla ele alan bir yazar olarak sizce bir öykü gücünü nereden alır ve öykünün olmazsa olmazları nelerdir?

 

An Tanıştı Suyla öyküsü, bir adada mahsur kalan ve annesi babası olmayan bir çocuğun, nene ve dede refakatinde yaşanan bir kaostan sonraki yıllardaki yaşam biçimini anlatıyor. Öykünün katmanları; doğaya saygıdan hayvan sevgisine, umuttan yaşama sevincine, geçmişten geleceğe izdüşümleri barındırıyor. Burçlara inanmıyorum; burcum yengeç, gökcismim ay ve su insanıyım. Öyküde su yok ama her imgesi suyla tanışıyor.

 

Eşyaları, hayvanları bazen bir bulutu konuşturmayı seviyorum. Onların insan dediğimiz tür hakkında söyleyecek çok şeyleri olduğunu düşünüyorum. Kendimizi en akıllı canlı türü olarak gördüğümüzü iddia edenlere, iki dünya savaşında 60 milyon insanın insanlar tarafından nasıl öldürüldüğünü hatırlatıyorum. En akıllı olduğumuzu zannedenlere en yüksek sezgili canlı olup olmadığımızı sorarken, tarihsel ve toplumsal olarak insanın insana ve insanın doğaya yaptıklarının affedilemez olduğunu söylüyorum. Edebiyatın, akıllı olmanın ötesinde bir duyuş ve sezgi kalkışması olduğunu kanıtlamaya çalışıyorum. Kitapların “güzelliğini” anlattığım sahaf öyküsünde “kitap”  kelimesini hiç kullanmadan bu düşüncemi öykülere aktarıyorum.

Peki Sencer BAŞAT en çok neyi okumaktan hoşlanır? Bize okuma rutininizden de biraz bahseder misiniz?

 

 Bütün edebiyat türlerini okuyorum. Eserleri sonuna kadar, sıkılsam da keyif alsam da “analiz ederek” okuyorum. Okumalarımı; yazarları ve şairleri, yazım türlerine göre (roman/öykü/şiir/deneme/makale) eser yayımlama/yazma sırasıyla tamamlıyorum. Yazdıklarıyla yaşadıklarını karşılaştırmak adına anılarını/mektuplarını ve onlarla ilgili başkalarının yazdığı araştırmaları/anıları/günceleri de tarıyorum.

 

Derin okuma yaptığımdan satır aralarında yazılanları anlamaya ve görmeye çalışıyorum. Bu nedenle çoğu zaman okuma zevkimi kaybediyorum. Kitapların ve metinlerin; tarzını, kurgusunu, biçimini, konusunu, estetiğini ve özünü ayrı ayrı notlar alarak çalışıyorum. Yazarları ve şairleri dönemlerindeki yazar ve şairlerle, içinde yer aldıkları akımlarla, etkileşimde bulundukları metinlerle birlikte ele alıyorum.

 

Gazete ve dergilerdeki yazılarınızda, Ankara’nın edebiyat bağlamındaki tarihsel gelişimine sıklıkla yer verdiğinizi görüyoruz. Evliya Çelebi’den tutun da Orhan Veli’ye, Oktay Rıfat’a, Turgut Uyar’a, Attila İlhan’a, Adalet Ağaoğlu’na… Yolu Ankara ile kesişen pek çok edebiyatçı kaleminizin konuğu olmuş. Ankara edebiyatına duyduğunuz ilginin özel bir sebebi var mı? Bu engin birikiminizi bir kitaba dönüştürmeyi düşünüyor musunuz?  

 

Cumhuriyet dönemi öncesinde Ankara yakınlarındaki yerleşim merkezlerinin isimlerinin oluşumunda ve yakın kasabaların tarihsel geçmişinde; masallara, destanlara ve âşıklara çok rastlanıyor.  Ankara başkent olduktan sonra yaklaşık on yıl kadar kültür ve sanatla birlikte ekonomik ve toplumsal olayların merkezi halen İstanbul olarak kalıyor.

 

1930’lu yıllardan itibaren sanatçıların, yazarların ve edebiyatçıların teşvik edilmesiyle Ankara ikinci merkez haline geliyor. Dergiler yayımlanmaya başlıyor, yayınevleri kuruluyor, devlet tiyatroları açılıyor, Devlet Senfoni Orkestrası hizmete giriyor, bale ve konservatuvar getiriliyor, üniversitelere atamalar yapılıyor, orkestralar bir araya geliyor ve sergi sarayları kuruluyor. 1940’lı yılların başında Milli Eğitim Bakanlığınca kurulan tercüme odası çevresinde edebiyatçılar, yazarlar ve araştırmacılar için başkent bir merkezi haline geliyor. Ankara’da açılan kitapçılar ve yayınevleri belirli dönemlerde; yazarların, sanatçıların, edebiyatçıların, akademisyenlerin ve araştırmacıların sohbet mekânları oluyor.

 

Garip akımı şairleri Ankara’da tanışıyor. Ankara’da ortaya çıkan Garip akımının şiir örgüsü, zaman içinde etkisini yitirmesiyle şiir İkinci Yeni’ye evriliyor. 1990’lı yıllara kadar devam eden her türlü entelektüel edebiyat hareketliliği, Ankara/Çankaya merkez kabul edilmek üzere bazen devletin eril baskısıyla biçimleniyor bazen de hükümetin borazanı haline geliyor. Bürokrasinin etkisiyle kültür ve sanat olaylarının bazı dönemlerde niteliğini kaybettiği oluyor. Başkentin gelişimi ve Ankara olarak değişimi: zaman ve mekân düzleminde, toplumsal ve tarihsel bakış açısıyla; şairinden bestecisine, ressamından araştırmacısına kadar birçok değerli sanatçı ve edebiyatçının yetişmesini sağlıyor.

 

Toplamda dört cilt olarak düşündüğüm ve ilk cildini bitirdiğim çalışmada ulaşmaya çalıştığım amaç; Ankaralı olan, Ankara’da doğan ve yaşayan; okuma ve çalışma gibi nedenlerle yolu başkentten geçen edebiyatçıları tanıtmak ve anmak. Bir yönüyle Ankara’nın edebiyat tarihinden zaman ve mekân kesitleri/örnekleri sunmak. Diğer yönüyle Ankara’nın kentsel, çevresel, siyasi, sosyal, ekonomik, bürokratik ve akademik değişimlerinin, bir asırlık süre içerisinde kültürel anlamını değerlendirmek.

 

Makale bazında hazırladığım ilk ciltte dokuz söyleşi ve yirmi beş anma/tanıtma yazısı yer alıyor. Yazıların tamamı, toplam oyuz dört edebiyatçının doğum veya ölüm yıldönümüne denk gelen aylarda; Solfasol Gazete, Sincan İstasyonu, Berfin Bahar, Yeni Gelen ve Karnaval Dergi’de 2020-2024 yılları arasında yayımlandı. Yazılarda edebiyatçının çok kısa özgeçmişini veriyor, eserlerindeki Ankara temalarını sıralıyor, Ankara ile ilişkisini ve anılarını ele alıyor ve kentin değişim sürecinin eserlerine yansımasını inceliyorum.

 

Tıpkı Ankara gibi Datça’nın da hayatınızda özel bir yeri olduğunu görüyoruz. Datça’nın tanıtımı ve kültürel gelişimine katkılarınız aşikâr. Bu çerçevede sizin de üyesi olduğunuz Datça Kültür Sanat Dayanışması koordinasyonunda, her yıl mayıs/haziran ayında gerçekleşen Can Yücel Festivali düzenleniyor. Bize bu Festival’den biraz bahseder misiniz?

 

Datça Kültür Sanat Dayanışması (DKSD) “Kültürün, geçmişi unutmadan, yarının onu aşarak gelişebildiğini, sanatın özgürlük ve yaratıcılığın ikliminin varlığında atılım yapabildiğini görmek gerekiyor.” sözünü edimsel hale getirebilen bir platform. Datça’da, her disiplinden kültür sanat etkinliklerini ve olguları önererek, destekleyerek, örgütleyerek sürdürülebilirliği esas alan; ulus, dil, din, mezhep, cinsiyet vb. ayrımını reddeden bütçesiz bir kültür dayanışması.

 

DKSD, Datça Belediyesi’nin lojistik desteği ve yerelden aldığı bağışları doğrudan faaliyetlere aktararak her yıl Can Yücel Festivali’ni koordine ediyor. Söyleşi/moderasyon/sunucu gibi görevlerde yer aldığım festivalin 2024 yılı teması “göç” olarak belirlenmişti. Sekiz kapalı ve açık alanda/salonda; paneller, sergiler, söyleşiler, tiyatro oyunları, halk oyunları, konserler, imza günleri, çocuk atölyeleri ve el işi stantları düzenlendi.

 

Yayın dünyasında bir yazarın yaşaması muhtemel sorunları anlattığınız “Ne Editör Ne de Şahin Şair” adlı öykünün otobiyografik izler taşıdığını düşünüyorum. Ne yazık ki birçok yazar ve şairimiz kitabının yayımlatma sürecinde benzer sorunları yaşıyor. Sütten ağzı yanmış bir yazar/şair olarak kitabını bastırmak isteyenlere neler önerirsiniz? Yayınevi seçerken ya da yayınevlerine eser gönderirken nelere dikkat edilmeli?

 

Kitapların; basımdan yayıma, editoryal aşamadan tanıtıma kadar çok sorun yaşaması doğal bir durum. An Tanıştı Suyla öykü kitabım; SRC Kitap’ın özenli çalışması sonucunda, genel yayın yönetmeninden kapak dizaynına, editöründen dağıtımına kadar birçok kolaylıkları yaşamamı sağladı. Her aşamada herkes emeğini ortaya koydu. “Ne Editör Ne de Şahin Şair” öyküsü “şüphesiz” daha önceki kitaplarımın basım aşamasında karşılaştığım sorunlar kapsamında otobiyografik ögeler barındırıyor.

 

Yayınevleri; sermaye birikimi sağlamak veya sektörde “yer edinmek” adına çalışanların yanı sıra, eserlere saygı duyan ve yazılana “gönül veren” insanlarla da dolu. “İsimlerin” peşinden koşmayan; yazarından çevirmenine, editöründen redaktörüne, kapak düzenleyicisinden telif hakkı uzmanına kadar emeğin hakkını veren birçok yayınevi var. Son olarak, kitaplarımın yazım/basım/dağıtım öyküsünü anlattığım bir deneme kitabının hazırlığı içindeyim.

 

Şiir, öykü, roman, inceleme yazıları, makaleler, söyleşiler, kitap tanıtımları, festivaller… Kültür ve edebiyatın birçok alanında sizi görüyoruz. Peki, bundan sonrası için hedefleriniz ve projeleriniz neler? Okurlarımıza biraz bahseder misiniz?

 

Sonsuz bir yolculuğun edebiyat esiri bir yolcusuyum, derdim zaman ve insan. Temel amacım ise vasat yazdığımı hissettiğimde, yazmamayı başarabilmek. Her geçen gün daha fazla şiir okuyor ve daha az şiir yazıyorum. İmgelerimden uzaklaşmıyorum, imgelerimi kısa öyküler için biriktiriyorum. Bir öykü yazarı arkadaşımın dediği gibi şiirin üzerine kuma getirdim öyküyü. Bundan sonra kısa öykü ve romanda yoğunlaşmayı amaçlıyorum. Ankara edebiyatçıları dizisinde yazarları/şairleri tanıtmaya devam ederek dört cildi tamamlamayı hedefliyorum. İronik hapishane öyküleri içeren bir romanı bu yıl bitirmeyi planlıyorum. Ardından bir öykü dosyası daha geliyor. Belki arada bir aforizma dosyası veya seçme şiirler dosyası çıkabilir.

 

Dergimize vakit ayırıp sorularımıza içtenlikle cevap verdiğiniz için teşekkür ederiz. Son olarak okurlarımıza neler söylemek istersiniz?

 

Edebiyat aynamın gözü oldu. İçimi keşfetmemi ve geçmişle barışmamı sağladı. Gelecekle ilgili yaşama sevincimi kamçıladı. Günü ve günceli, dakikasına ve saniyesine kadar görmemi ve kavramamı sağladı. Sloganlaşmadan, yazdığımızdan feragat etmeyi bilerek edebiyatsız kalmayalım yeter…

 

Eleştirel bir okur olmayı yeğledim. Derin okumalar yapmayı keyifli bulduğumdan, bazı okumalarım keyifli olamadı. Yazdığım her şeyden sorumlu oldum ve yazdığımı yayımladığımda metinlerim kolektif hale geldi. Her yazdığımdan her okuduğum kadar sorumlu oldum. Toplumsal ve bireysel sorumluluğum erkin dilinden uzaklaşmama yaradı; eril bakış açısından, baskı kuran satır aralarından, edebiyat eleştirisine değil laf sokuşturmaya dayanan çözümlemelerden uzak yazmamı sağladı.

 

Yazar ve şair dostum Engin Kükrer’e samimi ve keyifli sohbeti için teşekkür ederim.