Ay Dilbere: Bir Yüzleşme Romanı
Yazılar

Ay Dilbere: Bir Yüzleşme Romanı

Emine Koç

Güven Tunç’un yeni kitabı Ay Dilbere, “Yüz Yıllık Yalnızlık” romanı gibi adeta yüz yıllık bir hasretliği anlatıyor.Yazar, Dersim Tertelesi’nde parçalanmış bir ailenin özlem, kavuşma, özüne dönme ve bir uyanış hikâyesi etrafında barışıele alıyor. Üstelik hep yaptığı gibi okuyanı hiç ajite etmeden, birbirine düşmanlaştırmadan.

 

Yazar, insanı anlama çabasına öyle odaklanıyor ki merak içinde kalmamak elde değil. Nasıl insan olunur? İnsanın özü nedir, var mıdır? Kalp mi akıl mı? Ruh mu beden mi? Fıtrat mı doğa mı? Aydınlanma düşüncesiyle ve insanın üstünlüğünü merkeze alan doktrinlerle hesaplaşmaya dair pencereler açan yazar, kahramanlarına tüm bu ikilemleri sorgulatıyor. Güven Tunç, öykülerinde ve bir önceki eseri “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı” romanında olduğu gibi edebi gücünü tam da buradan alıyor. “İnsan üç lokma, bir tas su, yedi adım, biraz can, biraz da hevestir. Bunların nuru onurdur.” sözleri Ay Dilbere kitabının kapağını boşuna süslemiyor. Ay Dilbere’deöyle inatçı, öyle hüzünlü ve fakat bir o kadar umutlu yakarışını dağlara, taşlara, sulara fısıldayan Hesen’in sesi,ikizi İpek’e nasıl ulaşıyorsa okuyana da geçiyor: Ya Hızır! Aynı dili konuşmaya ne hacet! Yerleşikliğimizin tarihini yarıştırdığımız bu topraklarda yazar, hafızası yaralı halkların hikâyelerinde yan yana durabileceğimizi gösteriyor.

 

Sonunu bilip de bilmezden gelmeyi umduğumuz bir trajedinin sonuçları, bizi bir girdabın yutuculuğu ile içine çekiyor. Yazar şiirsel bir dille başlayan satırlarla bir masal diyarında okuyucuyu adeta efsunluyor. Bir şey olacak tedirginliğini sezdirip elinden tutup götürüyor, hem karakterlerini hem okuyucuyu şarkıların insafına bırakıyor. Romanda bildiğimiz pek çok sanatçının adı geçiyor. Az bilinenler gün yüzüne çıkarılıyor. Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya en çok Fairuz’un hüzünlü sesinden. Babil dillerinden şarkılar, dengbejler, klamlar, isyanın folk müzikleri satır aralarında dönüp duruyor. Ay Dilbere şiiri 15.yüzyılda yaşamış Kürt şair Fegire Teyran’a ait, yirminci yüzyılda Ermeni sanatçı Aram Tigran bestelemiş, söylemiş. Bize de dinlemek düşüyor:
“Evi, bağı bostanı viran olanları
Derdi dermanı içinde taşıyanları.”

 

Heidi’nin Çıplak Ayakları: İpek’in Çözülüşü

 

Ay Dilbere romanın ana kahramanlar küçükken yerinden,yurdundan koparılmış ikiz kardeşler İpek ile Hesen, bir asırayaklaşan ömürlerinin son deminde, birbirlerini karanfilli elma kokusunda bulurlar ki, o kokudur onların bağlanma sembolü. İkizlerden İpek huzurevinde, Hesen dağların koynundan seslenir. İpek’in küskün yüreği Heidi filmi ile çözülüverir. İsviçre’nin çıplak ayaklı köle çocukları, İpek’i çocukluğuna sürükler, özgürlüğünü katılaşmış yüreği ile takas etmiştir. Romana ikinci ve üçüncü kuşaktan Asya Levant (doğudan) Deniz Dalida’nın (batıdan) dahil olmasıyla sorgulamalar, kimlik arayışları bugüne getirilir.

 

Her Newroz’da coşan gözelerin yeri göğü gümleten sesinin, barajlarla boğulmasına rağmen haykırışını, bir ibadet gibi bekleyen Hesen’in iç konuşmaları, gözeler gibi kabarıp dışına taşıyor, roman boyunca mırıl mırıl akıyor. Yazar, zamanda ve mekanda bir sıçrayışla okuyucuyu köklerinden, özünden koparılmış, inzivaya çekildiği huzurevinde bir kadınının cılız haykırışına götürüyor: ‘Daye me mıre!’ Kimse onu duymuyor. Yazar gerçekliğe atıf yapar gibi sadece okuyucuya duyuruyor. Etrafımızda ‘Daye me mıre’ye kulak tıkayışımıza işaret etmek ister gibi.

 

Kimliğini kaybetmiş İpek Hanım’ın kendini koyvermesialzehimerin başlangıcında olabiliyor. Onca yıl tutmuş kendini, şimdi çocukluğuna gömülmek istiyor. Huzurevi çalışanları onu Çariçe diye adlandırmış, Kraliçe değil. Romanın ana eksenini oluşturan doğu batı çelişkisi ile paralel şekilde, bu isimlendirme de yerini bulmuş. Güçlü, kudretli olsa da çariçelerin devri kapanmıştır. Sembolik de olsa batıda Kraliçe varlığını sürdürmektedir. Batının doğu üstünde her daim kurmaya çalıştığı hakimiyetin ve oryantalizmin eleştirisini yazar, ustalıkla coğrafyamızdan yola çıkarak Amin Maaloufüzerinden yapıyor. Yazarları, sanatçıları abi abla diye tanıdıklaştırıp onların da zaafları, yanılgıları, hataları olabileceğine işaret ederek insanileştiriyor, bağışlanır kılıyor.

 

Yenidünya keşiflerinden bugüne katliamlar, soykırımlar “vahşileri ehlîleştirme, medeniyet götürme, soylulaştırma”politikası ile yapıldı. Ay Dilbere’de aynı pratiğin eleştirisi yer alıyor. Dünyayı değiştirmeye çalışan idealistlerin kendilerine nasıl kapalı,  nasıl da imtiyazlı olup değişime uzak oluşları göz önüne seriliyor. Kurtarıcı bir kadın temsiline yer verilen romanın ilgili bölümü psikanalitik bir okumayla; kimsenin kimseyi kurtaramayacağı, kurtarma fantazisinden kurtularak ve sadece kendini kurtarmaya çalıştığının farkında olunarak birlikte kurtulunabileceğini düşündürüyor. Özüne ve benliğine yabancılaşanların katılığına, insanlığından uzaklaşmasına, ideallerinde kaybolurken kendilerini unutmalarına,“aydınlanma”larına Hesen’in sesinden sitem ediliyor.

 

Bitmeyen acılara, zulüm ve eziyete rağmen yazar;umutların tükenmeyişini kırmızı şemsiyeli kadından,  Üç Fidan’ın anmasından, Latinlerden Ortadoğu’ya isyan eden kadınlardan ilhamla hatırlatır, Cumartesi Annelerine selam gönderir.

 

İnsanın kendi benliği ile olan savaşı sonlanmadan hiçbir barışın hiçbir coğrafyada inşa edilemeyeceği hakikati, Güven Tunç ablanın Ay Dilbere’si ile göz önüne seriliyor. İlk intikam efsanesinden bugüne Golan’dan Şam’a, Gazze’den Beyrut’a, Bağdat’tan Tahran, Amed’den Dersim’e tarih anlatılarından damar damar kan sızıyor. Bu nedenle gelmiş geçmiş, yaşanmış bitmiş bir hikaye değildir Ay Dilbere. Günceldir, bugüne dairdir, insana aittir. Zalimlerin kanattığı coğrafyamızda açılan yaralar, edebiyatla sarılır. O sebepten Ay Dilbere, bir iyileşme romanıdır. Kitapta anıldığı gibi Ana Fatma’nın ışığı Ay Dilbere’nin üzerinden eksilmesin, okuru bol olsun.