Aydan Yalçın’a sorular: Yonca Yaşar – Saniye Kısakürek
Söyleşi

Aydan Yalçın’a sorular: Yonca Yaşar – Saniye Kısakürek

Saniye Kısakürek

Yonca Yaşar

Yonca Yaşar: “İnsan içinde bir yabancıyı barındırır; yazmak, işte o yabancıya ulaşmaktır. Budur ya da hiçbir şey değildir,” diyor Marguerite Duras. Katılır mısınız? Yazmak sizin için ne ifade ediyor?

 

Aydan Yalçın: Beğeniyle okuduğum bir yazardır Marguerite Duras. Hatta yakın zamanda okuduğum Sevgili romanında kendi ‘yazma’ poetikasıyla ilgili bazı ipuçları verdiğini anımsıyorum. “Her şeyi birbirine karıştırıp boşluk ve hiçliğe gitmek olmadıktan sonra, yazmak hiçbir şey değildir” der. Yazmak benim için kendimle yaptığım acımasız bir yüzleşme, özümün kılcal damarlarına kadar gittiğim çetin bir yolculuktur. Marguerite’nin aksine ben yazma yolculuğuma ‘kendim’ sandığım bir yabancıyla çıkarım. Aslında beni çok iyi tanıyan, her fırsatta bana beni anlatan bir yabancıdır O. Yolculuğumuz kavga gürültü, kan revan içinde pek sevimli geçmese de vardığımız noktada Yunus Emre’nin “beni bende demen, ben de değilim. Bir ben vardır bende, benden içeri”deyişiyle buluşurum. Yani benden de öte, özümle, içimin o saf tanrısıyla, en yalın, en masum halimle buluşurum o son durakta. Bir de bakarım ki yabancı çoktan gitmiş. Kendimleyim, o daha önce hiç farketmediğim, tanışmadığım kendimle. Demem o ki yazmak, benim için özüme, o en saf halime, o masum kız çocuğuna inmek, yabanıl ve kötücül her şeyden uzaklaşmak, söz tanrımla dilleşmek, gönül gözümü açmak ve kendimi iyileştirmek anlamına gelir. Bir yabancıyla yol aldığım bu boşluk ve hiçlik girdabında kendimle buluşmanın, yüklerimi atmanın, kalbimi aydınlatmanın, kısacası inancın ve umudun ışığına kavuşmanın huzurunu yaşarım. Hiçliğe mana kazandırmak ve can vermek, yani boşluklarımı doldurmak anlamına da gelebilir yazma eylemim. Sait Faik “yazmazsam deli olacaktım” demiş. Ben deli olmazdım belki ama, şunu da çok iyi biliyorum ki; kendimle bu kadar iyi tanışamazdım.

Saniye Kısakürek: Şiir yazmaya ne zaman ve nasıl başladınız?

 

Aydan Yalçın: Köy Enstitülü bir ailenin kızı olarak dünyaya geldim. Evimizde büyük bir kütüphane vardı. Bu çok okuma, kitaplarla çokça buluşma, size tutulan güçlü bir fener olduğu anlamına gelir. Şiir başta olmak üzere, klasikler, ansiklopediler hiç elimden düşmezdi. İlkokul ikinci sınıfta evimize düzenli giren Cumhuriyet Gazetesi’ni baştan sona okurdum. İlkokul, ortaokul hatta liseliyken bile, nerdeyse bütün törenlerde şiir okuturlardı bana. Bulduğum her yere – ki evin tahta yüklüğü de buna dahil- bir şeyler yazardım durmadan. Minik öyküler, şiirler, masallar, bazen de resimlerle anlatırdım öykülerimi. Ancak, parasız yatılı okuduğum lise birinci sınıfta derli toplu ilk şiirimi yazdım. Parasız yatılı çocuklar hiçbir zaman derse geç kalmayanlardır. Okula isteyerek gitmemiştim, zorunluluk diyelim. Ailemi özlüyor, kendimi yuvadan atılmış bir kuş gibi hissediyordum. Okula geldiğimin ikinci haftasıydı, okul idaresi bir şiir yarışması düzenledi. Yarışmaya katılmak isteyen öğrenciler kütüphaneden istedikleri bir şairin şiirini seçip okuyabileceklerdi. Ortaokuldan beni tanıyan birkaç arkadaşım benim şiire olan merakımı bildiklerinden benim de yarışmaya katılmamı istediler. Ama ben istemedim, onun için gidip herhangi bir şiir seçmedim. Akşam oldu, ranzama yatmış yine somurturken, bir arkadaşım “neden katılmıyorsun yarışmaya, kazanacağını biliyorum” diyerek kışkırttı beni. Herkes yatıp ışıklar sönünce minik el fenerimi açtım, başıma battaniyemi çekip bir şiir yazdım. Aile, yoksulluk, özlem üzerine bir şiir olduğunu anımsıyorum. Ertesi gün kendi şiirini okuyan bir tek bendim ve ikinci olmuştum. Bana Cahit Sıtkı’nın Otuz Beş Yaş’ını hediye ettiler. Bu beni tetikledi. Ondan sonra hep yazdım. Ajandalar doldu, atıldı, yeniden doldu.

 

S.Kısakürek: Günümüz şiirinde deneysel yaklaşımlar, sözcük oyunları gibi çalışmalar söz konusu. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

 

Yalçın: Şiirin olmazsa olmazıdır ‘söz sanatları’. Bunu asla göz ardı edemeyiz. Şiirde imgeyi, müziği ve lirizmi kurmazsanız, hatta bu oranı iyi ayarlayamazsanız, şiir yavan kalır ve şiir olmaktan çıkar. Günümüz şiirinde deneysel yaklaşımlara ve sözcük oyunlarına sıkça rastlıyoruz. Bu tür deneysel çalışmaların şiirin ruhuna çok uymadığını, şiiri bütüncüllükten çıkardığını ve lirizmden zaman zaman uzaklaştırma tehlikesine yönelttiğini düşünüyorum. Bu tür deneysel çalışmalar şiiri geliştirecek gibi görünse de çizgiyi çok iyi korumak, abartıya kaçıp şiiri derdinden (özünden) uzaklaştırmamak, şiiri matematiğe ve oyuna dönüştürmemek gerekir.

 

Y.Yaşar: Louis Aragon; “özü fırtına olan şiirde, her imge bir tufan yaratmalıdır.” der. Bu söze katılır mısınız? Şiirin yaşamımızı dönüştürmeye gücü yeter mi? Ne dersiniz?

 

Yalçın: Şiir, şairin yaşam tanığıdır. Şair ki, doğanın kutsal ezgisi eşliğinde, imgeler yaratarak kurar şiirini. İmge, gerçekliği insan bilincine yansıtma araçlarından biridir. Evrende yer alan her şey, tek tek nesnelerden ya da görüngülerden oluşmuştur. İmge, salt bir nesnenin ya da yaşam görüngüsünün insan bilincine yansıması değildir. İmge, yansımış ve sanatçının bilincine yerleşmiş görüngünün türlü özdeksel araçlarla yeniden yansıtılmasıdır. Sanatsal imge, yaşamın yaratıcı tipikleşmesi, duygusallığı ve coşkusallığıdır. ‘İmge’ ayarında, dozunda olduğu sürece şiiri güzelleştirip estetik değer katacaktır. Şiir, yaşamımızı dönüştürmeye gücü yetmese de güzelleştirecektir. Çünkü tüm sanat disiplinlerinin omurgasını oluşturur şiir.

 

Y.Yaşar: Antik çağdan bu yana eril zihniyetin ve yerleşik ahlakın teslim aldığı yazın dünyasında kadın yazar/şair olmak hep bir mücadele gerektirmiş. Şüphesiz çok yol almış kadın kalemi. Ancak halen olması gereken yerde değil. Ne dersiniz? Günümüz yazın alanında kadın yazar/şair olmayı nasıl değerlendirirsiniz?

 

Yalçın: Ne yazık ki toplumumuzda hâlâ ikinci sınıf vatandaş olarak görülen kadının, öncelikle bir kadın olarak aşması gereken birçok sorunu varken, bir de şiire-yazıya soyunması ne demektir.? Şair/ yazar kadına bir anne olduğu, bir eş olduğu, bir gelin olduğu sık sık anımsatılır. Onun yazıyor olması kolay kolay kabullenilmez. Öyle ya, otursun evin işini yapsındır, çocuğuna baksındır, zaten çalışıyordur işine gidip gelsindir. Kadına ne gerektir şiir, yazı? Bu yüzden zaman zaman edebiyatı ötelemek zorunda kalmıştır kadın şair-yazar. Bu tür ailesel ve toplumsal baskılar sonucunda yazın hayatına oldukça geç başlamak zorunda kalmış, ilk kitabını oldukça geç alabilmiştir eline. Hatta şair-yazar kimliğini zaman zaman gizlemek durumunda bile kalmıştır. Şiirlerini herkes uyuduktan sonra gizlice korku içinde yazan, yazdıkları sobaya atılan, yırtılan, hakaret gören, şiirleriyle dalga geçilen kadınlarımızın sayısı hiç de az değildir. Bilindiği gibi sayıları iki elin parmağını geçmeyecek derecede az olan Divan edebiyatı şair kadınları şiirlerini eril bir dille yazıyor, çoğu zamanda erkek adlarını mahlas olarak kullanıyorlardı. Cumhuriyet döneminde ise devlet onlara muallimelik görevi vermişti. Eserlerini devletin olmasını istediği kadın tipine göre (iş kadını, ev kadını, fikir kadını vs.) işaret edileni yazdılar. 1980 darbesinden sonra edebiyatımızda yeni bir dönemece girildi. Sosyalist örgütlenmelerin yasaklandığı bu dönemde feminist örgütlenmelerin üzerine fazla gidilmedi. Bu da edebiyat alanında, özellikle de şiirde ‘kadın rüzgârı’nın oldukça sert esmesine sebep oldu. Artık kadın, şiirde sadece bir nesne değil; şiirin, yazının öznesi, hatta yaratanıdır. Günümüz çağdaş edebiyata geldiğimizde ise zaman zaman eril baskıyı üzerlerinde hissetseler de kadın şair ve yazarların edebiyatta çok yol aldığını, kalemlerini daha özgür, daha sivri kullanmaya başladığını görüyoruz. Kadınlarımız, ataerkil toplumsal yapının kadını ötekileştirdiği ve erkek egemen söylemin hâkim olduğu edebi alana misilleme yazı ve şiirler yazmaya başlamışlar, kadının bir birey olarak kendini toplumda kabul ettirme savaşını, yaşamsal rollerini, kadının siyasal, sosyal ve dinsel yönden ezilmesini sorgulayan eserlere imza atmışlardır. Bireysel ve toplumsal sorunlara karşı direnerek umudu eserlerinde yeşertmişler, mücadele ruhunu topluma aşılamışlardır. Tüm engellere, engellemelere rağmen susmayacaktır kadının kalemi. Normal yaşamında olduğu gibi, yazın dünyasında da erkek egemen zihniyetle mücadele edecek ve “ben de varım ve her zaman da edebiyat dünyasında var olacağım” diyecektir.

 

Kısakürek: İlk kitabınız Aşkence’yi çıkarmaya nasıl karar verdiğiniz? Aşkence adından da anlaşılacağı üzere aşk ve işkence sözcüklerinden oluşmuş. Aşk işkence midir yoksa şefkat mi?

 

Yalçın: Liseli yaşlarımdan bu yana şiir yazdığım, edebiyat dergileri takip ettiğim, ciddi okumalara yaptığım düşünülürse, 2007 yılında doğan ilk kitabım Aşkence, gecikmiş bir kitaptır bana göre. Sanırım evliliğin, küçük yaşta anne olmanın, yoğun iş hayatı ve geçim derdi bu gecikmede etkili olmuştur diyebilirim. Daha önce hiç duymadığım, tamamen benim uydurduğum, aşk ve işkence sarmalında bir anda bir dizenin içinde ortaya çıkıveren bir sözcüktür. Aşkence, bir ilk kitap olarak birçok acemilik içerse de, birçok ödül alan şiirleri de kapsayan bir kitap olarak dikkat çekti ve hakkında çokça yazı yazıldı. “Kelepçeli ellerimden salıverdiğim maviydi, öksüz bir gül takmaktı sol yakama, sırtından hançerlenmesiydi sakız dilli kadının, onursuzluğun çıkmazında pusuya düşmesiydi aşk’ın ve tek ciğerle solunmasıydı yaşamın…” Evet, hakkını alamayan, hüsrana uğrayan her aşk ‘işkence’dir birazda. O işkence ki bitmek bilmeyen sorgular ağrısında aşkın kendini çarmıha germesidir. Yani yaşamı yutkunamayıp dünyanın boğazında kalıvermesidir aniden. Aşkence, aşkın, ayrılığın, hüznün, öfkenin ve çokça özlemin sarmalında oluşan bir iç döküm kitabı olarak buluştu okurla ve kısa sürede ikinci baskısını yaptı.

 

Y.Yaşar: Bir söyleşinizde Ay Konuşsun isimli kitabınız için; “Derdimi ve mutluluğumu paylaşırdım Aydede’mle. Ay’ın tanıklığında çocukluğumdan genç kızlığıma uzanan bir hayatın iç dökümüdür.” diyorsunuz. Ay halen konuşuyor mu sizinle?

 

A.Yalçın: İkinci şiir kitabım olan Ay Konuşsun, tam da söylediğiniz gibi benim Aydede ile çocukluğumdan genç kızlığıma yaptığım sohbetler, dertleşmeler kitabıdır. Aslında çocukluğumdan bugüne desem daha yerini bulur. Çünkü ben Aydede ile konuşmayı hiçbir zaman bitirmedim. Akşam oldu mu kaçıp saklandığımdı, kendimi hafiflettiğim, iyileştirdiğim, sırdaşım, dostum, iç aynamdı. Hayatımda çok özel bir yerdedir. Bizim buralarda, bir Akdenizli olarak üç- dört ay yazın sıcağından kaçmak için ya yaylaya çıkarsın ya da deniz kenarında kampta çadır kurarsın. Biz daha çok ben ve kardeşlerimin de ısrarıyla Silifke Susanoğlu’nda deniz kenarına çadır kurardık. Çok eğlenceli bir yaz dönemi olurdu bizim için. Arkadaşlarımızla sabahtan akşama denizde ve kumsalda geçen günler, gece yakılan kamp ateşi, ateş başında yapılan danslar, çalınan müzikler, okunan şiirler, yenilen yemekler… Sonra herkes çadırına uyumaya çekildiğinde, ben doğrudan kumsala, büyülü gecemde kaybolmaya gider, kumlara oturur başlardım Aydede ile konuşmaya. Adımı ondan almam, onun bir parçası olduğuma inanmam Ay ile aramda gizli bir bağ kurmuştur. Ay, beni öyle güzel, öyle sabırla dinlerdi ki. Beğendiğim, beğenmediğim her şeyi anlatırdım, hoşlandığım bir oğlanı, okuduğum bir kitabı, günün nasıl geçtiğini, yoksulluğu, çoğu öğretmen aile çocukları abla ve abilerden gün boyu dikkatle dinlediğim, hani bir oluverse dünyayı güzelleştirecek olan devrimi, daha neler, neler… Yıllar geçti, bu kez ben sustum, Ay konuştu. Yıllarca ona anlattıklarımı hatırlattı bana, gülümsetti, ağlattı, hüzünledi.

 

Y.Yaşar : Şiirsel denemelerinizin ilk konuğu Ahmet Haşim.“O, ruhlar gezgini, tan kızıllığını giyinip ufka konuşan şair”le ortak bir yönünüz var gibi. O yön neresi?

 

A.Yalçın: Şiirsel denemelerime Ahmet Haşim ile başladım, ilk onu yazdım. Ve beni diğer yazılanlar ya da ileride yazılacak olan şair ve yazarlar konusunda yüreklendiren bir şairdir Haşim. Büyük bir akrabalık kurdum şairle. Ay Konuşsun’da da bahsetmiştim, gece izleği benim için insanların evlerine çekildiği, tamamen kendime kalarak özgürce hayaller içinde yüzdüğüm, gündüz gözüme gözüme giren çirkinliklerin, kirliliklerin olmadığı, kulaklarımı tırmalayan kötü sesleri, öfkeli bakışları unuttuğumdur. Ve gece boynuna kocaman bir madalyon gibi astığı altın bir gül görünümündeki Ay ile muhteşemdir. Gece ki derininde, o sessiz karanlığında, o yoksul kimsesizliğinde kocaman bir hüzün barındırır. Bir hayal havuzunun sularında gerçek hayatın acı ve keder verdiği dünyayı dudağına takındığı o eksik gülüş ile anlamaya çalışan kendisiyle kavgalı bir şairdir Ahmet Haşim. Her gece yepyeni beyaz bir ay doğar onun için. O beyazlık içinde yitip giderken beyazın bu kadar çok tonu olduğuna şaşar. Gece oldu mu Ay’ın ayak izlerinden yürüdüğü o büyülü gecede tamamlanır şairin dudağına takındığı o eksik gülüş. Beni şiirlerinde Farsça hâkim olduğu için anlamakta oldukça zorlandığım Ahmet Haşim ile buluşturan şiir, gece ve hüzün arasında gidip gelen o büyülü yol olsa gerek. Bizi geceye ve Ay’a sevdalı yapan düş gezgini halimiz olmalı. Şiirlerimiz aynı gözeden besleniyor ve bize gözyaşı döktürüyor. Bende onun gibi dilsizliğimde çoğaltıyorum kendimi. Yalnızlığımızı susturup ruhumuzu konuşturan, yasaklı bir ana dilde yakılan ağıt gibi…

 

Kısakürek: Orhan Veli, kadını şiirde ulaşılmaz bir süs abidesi gibi gösteren eski şiire karşı bir söylem geliştirmiştir. Özellikle “Tahattur” şiiri güzel bir örnektir. “Vesikalı Yarim” diyor sevgilisine. İffetli kadın kavramını yerle bir eden ilk şairin bir erkek olması hakkında ne dersiniz?

 

A.Yalçın: Otuz altı yıla sığan kısacık ömründe şiirin değirmenine çok su taşımıştır Orhan Veli. O, bulunduğu yerde kasılıp duran geleneksel şiiri köşkünden indirmiş, şatafatlı giysilerini soymuş, boyalarını silmiş, çırılçıplak olarak, mizahi, etkileyici bir konuşma dili ile halkın önüne atıvermiştir. Onun şiirlerinde, bizi şaşkınlığa uğratan ironiyi, doğallığı, insanın ve hayatın özüne inen dizeleri görürüz.

 

‘Kadın’ şairin başat imgesi olsa da belki de hiç tamamlanmayacak bir eksik şiirdir Orhan Veli’ye göre. Şair, toplumun gören gözü, duyan kulağı, konuşan dili olarak hem kendinin hem de toplumun eksiğini, söyleyemediğini, dert ettiğini kaleme alır şiirlerinde.

 

“Tahattur” şiiri, Orhan Veli’nin ilk şiir kitabı “Garip”de yer alan ve ‘kadın’ı öne çıkaran ilginç bir şiirdir. İlginçtir, çünkü Şair yıllardır eril zihniyetin ve yerleşik ahlakın halı altına süpürdüğü değerleri, bir anda ortaya çıkarıverir ve yüzleştirir gerçek olan, hayata dair olanla. Yahya Kemal, Ahmet Haşim veya dönemin diğer şairlerinin şiirlerini, oldukça süslü, yapay, gerçeğe ve kendine ters düşen “mübalağa sanatı” olarak görür Orhan Veli. Yani Orhan Veli’de ‘kadın’ etiyle buduyla somut bir kadındır; mahallenin kızıdır, komşunun karısıdır, yosmadır, bopsitildir, ondüle saçlıdır, vesikalı yâr’dır. Şiirlerinde sokak dilinin öne çıkması, cinselliği olduğu gibi şiirine yansıtması şiirin anlaşılır olmasını, halka inmesini de sağlamıştır. Kadın şairlerin o dönemde halâ yerleşik ahlak ve eril zihniyet baskısında olduğunu düşünürsek, o dönemde onlar tarafından, Orhan Veli tarzı bir sesleniş zaten mümkün olamazdı. Kadın şairlerimiz dillerini ne yazık ki ancak 2000’li yıllara gelindiğinde daha özgür kullanabilmeye başlamış olsalar da hâlâ istenilen düzeyde değildir.

 

Y.Yaşar: Dikenli Taç adlı şiirsel denemeler kitabınızda yazar ve şairleri seçerken nasıl bir yol izlediniz? Neden şiirsel denemeler?

 

A.Yalçın: Şiirimin olmazsa olmazı olan, söz sanatları, özellikle imge ve şiir müziği düzyazıda da sıkça esir alır beni. Ya da ben şiirsel bir dil kullanmayı seviyorum düzyazılarımda diyebilirim. Dikenli Taç adlı şiirsel denemelerimde önceliği, şiirleri ruhumda derin iz bırakan, beni şiir dünyalarına hapsedip yol haritama ışık tutan, baş tacı ettiğim şairlere verdim. Bir vefa borcu olarak da öncelikle kaybettiğimiz şair/yazarlardan başladım. Elbette yaşayan çok kıymetli baş tacım şair ve yazarlar da var, onların ikinci şiirsel deneme kitabımda yer alacağını umuyorum. Aslında bu kitap da yaptığım biraz da şuydu. Her biriyle ayrı ayrı yolculuğa çıktım, onların kederlerini, çaresizliklerini, mutluluklarını, kavgalarını gördüm, tanıklık ettim. Gördüm ki her biri aslında başlarında birer dikenli taçla dolaşıyorlardı, öyle bir taç ki bu, dikenleri yüreklerine kadar uzayıp onları kan ve acı içinde bırakan. Ben, sadece emanet olarak bir an o tacı alıp başıma taktım ve bazen mutlu bazense hüzünlü bir yolculuğa çıktım. İçlerinden, büyük usta Yaşar Kemal, bir tek yazar olarak kitapta yer aldı, diğerlerinin hepsi şair. Her birini saygıyla, minnetle anıyorum, iyi ki yaşadılar, yazdılar ve bizlere ışık tuttular. Şiirimiz onlara çok şey borçludur.

 

Kısakürek: İnsan yaşadığı yere benzer der şair. Sizin şiirinizde de coğrafyanın kadim izleri mevcut. Şiirinizin mukim ve kadim temel taşları nelerdir?

 

A.Yalçın: Evet, yazın hayatımın çoğu daha çok Ankara’da geçse de bir Akdeniz’li şair olarak doğduğum, büyüdüğüm coğrafyanın şiirlerimde etkisi büyük. Ben, Silifke Avşar yörüklerindenim. Yani, Torosların yalçın dağlarını iyi bilen, Akdeniz’in iyotlu kokusundan vazgeçemeyen, bir Karacaoğlan türküsünde eriyip giden, Göksu’yu şiirine nakşeden, ‘Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir’ diyen bir coğrafyadan, kültürden geliyorum. Ve elbette hücrelerime, kişiliğime, düşlerime, sinmiş olan bu farkındalıklar ve renk cümbüşü şiirimde vücut buluyor. Zaten şiirin, şairin biricikliği de buradan gelir. Şairin yaptığı ya da yapması gereken, bu dokuyu edindiği sanatsal birikimle yetkin hale gelmek, şiirsel estetikle dikkatlice işlemek ve özgün sesini ortaya çıkarmak. Şiirimin kadim temel taşlarını belirlemeyi elbette edebiyat eleştirmenlere bırakmak daha etik olacaktır. Ancak, iyi bir şiirin bir derdinin, bir bütünlüğünün olması gerektiğine inanıyorum. Ayrıca; söz sanatlarının, şiir iç müziğinin, yalınlığının, özgünlüğünün ve imgenin şiiri güçlü kıldığını da biliyorum. Ve şiirimi yazarken bütün bunlara dikkat etmeye çalışıyorum. Yani, estetik yetkinliğimi arttırmak için tüm sanat disiplinlerinden beslenmeyi, okumayı ve geleneği çok iyi bilmeyi önemsiyorum.

 

Kısakürek: Yeni kuşak şairlerden takip ettikleriniz var mı, Türk ve Dünya edebiyatından kimleri okursunuz?

 

A.Yalçın: Herkesin olduğu gibi benim de başucu şairlerim olsa da; Türk ve  Dünya edebiyatından hiçbir şairi ayırt etmeden okumaya çalışırım. Bu sebeple isim saymak istemem, çünkü saymakla bitiremem. Zaten her biri benim için biriciktir ve keşfedilmeyi bekleyen gizemli bir ada gibidir. Yabancı şairlerden iyi çeviriler bulmaya çalışırım, bunu çok önemserim. Yeni kuşak şairleri dergilerden elimden geldiğince takip etmeye çalışırım. Zaman zaman benimle iletişime geçmek isteyen genç şair arkadaşlarımla şiir üstüne fikir alışverişinde de bulunurum. Uzunca bir süredir şair kadınlarımız konusunda bir çalışmanın içerisindeyim. “Şiirimizde Kadın Rüzgârı” adını verdiğim ve kitaplaşmasını umduğum bu çalışma, Divan Edebiyatı’mızdan günümüz çağdaş şiirine kadar şair kadınlarımızın edebiyatımızda aldıkları yolları, bu alanda verdikleri emekleri ve kavgaları kapsıyor. Bu sebeple Divan’dan günümüze her dönemdeki şair kadınlarımızın birçoğunu okudum. Yüzden fazla şair kadınımızla anket yaptım. Bu anket sonucunda şiirde aldıkları yol, yazma süreçleri, karşılaştıkları zorluklar konusunda önemli bilgiler edindim. Yazımda örneklemeler yapmak üzere şiirlerinde alıntılar yaptım. Bu yazılardan birkaç bölümünü, Varlık, Patika, Mühür, Papirüs dergilerinde yayımladım.

 

Y.Yaşar:  Son şiir kitabınız 2024 yılı Şubat ayında Medakitap’tan çıktı. Öncelikle yeni kitabınızı kutluyoruz. Önceki kitaplarınıza göre bu kitabınızda toplumsal gerçekçi çizgide şiirlerin oldukça öne çıktığını, kalemin sivri tutulduğunu görüyoruz. Aydan Yalçın şiirleri yeni bir dönemece mi giriyor?

 

A.Yalçın: Şiirsel deneme kitabım Dikenli Taç’ı bir kenara koyarsak, Enkaz Sineması, altıncı şiir kitabım olarak edebiyatımızda yerini aldı. Elbette şairin birikimi, estetik yetkinliği arttıkça şiiri de değişecek, dönüşecek, güçlenecektir. Bu dönüşüm has şiire giden, şairin olmazsa olmazıdır. Yoksa, hep aynı tür şiirler yazan, kendi sarmalında dönenip duran bir şairin şiiri yol alamaz ve tarihin çöplüğünde yok olur gider. Şair, aynı zamanda yaşadığı döneme tanıklık edendir. Yaşadığı zamanın acılarını, hüzünlerini, kavgalarını, mutluluklarını incelikle işler şiirlerine. Bu kitabımda şiirlerimin öncekilere göre daha çok sosyalist gerçekçi çizgide yol aldığını söyleyebilirim. Bu sert bir dönemeç değil, çünkü şiirimin baştan bu yana aldığı bir yolu, bir çizgisi var. Adorno, şiiri bireysel yaratım, toplumsal yapı ve imge bağlamında ele alırken şöyle der: “Ancak bir şiirin yalnızlığında insan soyunun sesini duyabilen kişi, o şiirin ne dediğini anlayabilir.” O halde şiirin amacı öncelikle ‘insan’dır.

 

Şairin, hatta tüm sanat insanlarının her zaman bir toplumsal sorumluluğu olduğunu düşünürüm. Çünkü onlar toplumun çıkmayan sesi, görmeyen gözü, duymayan kulağıdırlar. Bu bilinçle üretilen sanat eserleri, aslolandır, yapandır, geleceği, umudu, yaşamı işaret edendir. 6 Şubat 2023 de yaşadığımız, on bir ilimizi darmaduman eden o kahredici ve yıkıcı deprem herkes gibi beni de derinden etkiledi. 40. günde başta Antakya, Maraş olmak üzere deprem bölgelerine gittiğimde gördüğüm manzara korkunçtu. Sessiz çığlıklarıyla hangi tarafa dönsem bir dolu enkaz. Enkaz altında kalmış insanlarımız, enkaz altında kalmış şehirlerimiz, enkaz altında kalmış anılarımız, tarihimiz, enkaz altında kalmış aciz bir devlet, enkaz altında kalmış tanrı… Acı ve öfke büyüktü. Ama en büyük ve kabullenemediğim o kahredici çaresizlikti. Sorumluların duyarsızlığı, devletin acziydi. Hangi tarafa baksam sinema şeridi gibiydi enkaz. Her perde açılışında bir başka enkaz. Depremin enkazı bana başka bir şeyi daha gösterdi, aslında biz 22 yıldır enkaz altındayız. Sistemin acımasız, insanları yoksulluğa iten, aydınlarımızı içeri tıkan, her geçen gün bizleri karanlığına biraz daha çeken bir enkaz.

 

 

Kısakürek: Enkaz Sineması oldukça ilginç bir ad. Kitap bu adı nerden, nasıl aldı, geçen yıl yaşadığımız depreme bir gönderme mi var?

 

Ülkemin, insanlarımızın ve yaşadığı öfke, çaresizlik, yorgunluk elbette şiirlerime yansıdı. Şiir, şairi iyileştiren, sakinleştirendir de bir bakıma. Belli ki yazdığı için çıldırmamıştır Sait Faik. Enkaz Sineması, altında ezildiğimiz, yaşam mücadelesi verdiğimiz tüm enkazların kitabıdır.  Ve ne yazık ki bu enkazın altında en çok kadınlar ve çocuklar kalıyor.

 

Sevgili Aydan Yalçın, bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz. Yolunuz açık, kaleminiz kavi olsun.

 

A.Yalçın: Sizlerle söyleşmek çok keyifliydi. Ben teşekkür ederim.