Aydın Kıyımı ve Ümit Kaftancıoğlu
Bellek

Aydın Kıyımı ve Ümit Kaftancıoğlu

Metin Turan

Yakın tarihimizden anıtsal birkaç isim ve unutulmaması gereken tarihler:

Sabahattin Ali, 2 Nisan 1948

Doğan Öz, 24 Mart 1978

Bedrettin Cömert, 11 Temmuz 1978

Cavit Orhan Tütengil, 7 Aralık 1979

 

Bu listeye Turan Dursun, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Asım Bezirci, Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar ve daha nice isim ekleyebilirsiniz.

Bu isimleri yan yana getiren ortak özellikse toplumu aydınlatma konusunda hissettikleri sorumluluk ve çalışkanlıklarıdır. Bir başka ortak noktalarıysa katledilmiş olmaları…

Türkiye, sanatçılarına, edebiyatçı, gazeteci ve aydınlarına karşı korkunç bir cezalandırma tarihine sahip. Bu cezalandırma, sürgünler, mahpusluklar, işkenceler, işsiz bırakmalar ve ucu öldürmelere uzanan berbat bir mirasa dönüşmüş durumda.

 

Unutmak, yazık ki bunları azaltmıyor. Hem bu gerçekle hesaplaşmak gerekiyor hem de yaşananları unutmamak.

 

I. Derinleşmiş bir bellek yoksunluğumuz olduğunu saklayamayız. Bunu toplumun bütün katmanları için söylemek yanıltıcı olmaz. Hayatı bir temel gereksinmelerin karşılanması olarak sabitleyen ‘boru’ insandan, türlü etkinlikler içerisinde olduğunu gördüklerimiz için de söylemek olası. Böyle olmasa sokaklara hâkim olan, kentlerin dokusunu belirleyen zevksizlik kabul görüp barınabilir miydi?

 

Toplumu kişilikli kılan her şeyden önce kültürel değerleriyle arasındaki bağdır. Kültürel değerlerin başında da dil gelir. Dili yaratan, zenginleştiren ozanlar, yazarlar yani edebiyat insanlarıdır.

 

Ümit Kaftancıoğlu, asıl ismi Garip Tatar. 1934 yılında Hanak’ta dünyaya geldi, Cilavuz Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Mardin’in Derik ilçesinin Haramiler Köyü’nde ve Derik merkezde ilkokul öğretmenliği yaptı. Daha sonra Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü edebiyat bölümünü bitirdi (1961).  Rize’nin Pazar Ortaokulu’nda bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra TRT’nin sınavlarını kazanarak köy yayınları bölümünde görev aldı. 12 Mart Muhtırası ve bizzat dönemin başbakanı Nihat Erim’in baskılarıyla bu görevinden alınarak İstanbul Radyosu kültür yayınlarında görevlendirildi.

 

11 Nisan 1981 günü, evinden işine gitmek için arabasına bindiğinde kurşunlara hedef olan Ümit Kaftancıoğlu bu toplumun dertleriyle dertlenen, bir ikincisini kimselerin yapamadığı izlencelere imza atan, yeri doldurulamaz kültür insanıydı.

 

Türk edebiyatının, 1950’lerden başlayarak temel iki eksende: Edebiyatçı kimlikle aydın kimliğini bir arada sürdürme kaygısında ve saf edebiyatın peşinde olanlar şeklinde aktığını ve bunlardan söz konusu döneme damgasını vuranın Köy Enstitülü yazarlar olduğunu; bu sürecin 1980’li yıllara değin sürdüğünü anımsamak gerek.

 

Edebiyatın, özellikle Türkiye gibi, toplumun gizil unsurlarını; kültürel normlarını kavramada önemi anımsanırsa, aydın kimlikli edebiyatçılar bu noktada daha bir anlaşılır olacaktır. Çünkü, nüfusunun sadece %30’unun okur -yazar; %70’inin köylü olduğu bir dönemden, şehirlere taşınmış -kentli değil- nüfusun %80’lere ulaştığı, okur-yazar ancak izler nitelikteki nüfusun %90’lara ulaştığı bir Türkiye fotoğrafıyla karşı karşıyayız.  Daha açıkçası, 1950’lerde edebiyatçı kimlik sorumluluğunu taşıyan insanın önünde, toplumun bütün katmanları ama özellikle de cumhuriyet öncesi imparatorluğun unuttuğu kesimin sesi olmak, onların gönencini artırmak ülküsü vardı.

 

Kaftancıoğlu, kendisini de yetiştiren Köy Enstitülü kuşağın edebiyatta etkin olduğu bir dönemde ürünlerini yayınlamaya başlar. Köy enstitülü yazarların edebiyatı yaygınlaştırdıklarını, önemli ölçüde yeni bir edebiyat meraklısı ve geniş bir okur kitlesi yarattıkları açıktır. Ayrıca edebiyatın toplumsallaşması konusunda ciddi bir işlev taşıdıkları ve bunu gerçekleştirdikleri rahatlıkla söylenebilir. Bu kuşağın önderliğiyle, toplumun değişik katmanlarından edebiyatta birer özne olarak katılma cesareti gelişmiştir.  Söz konusu oluşumun kültürel hayata; müzik, resim, tiyatro bakımından ciddi bir izler/okur kitle yarattığını söylemek yanlış olmaz.

 

Dönemi algılamada, bugünün edebiyat dünyasına hâkim olan gözlüğü kullandığımızda, algı kanallarımızın tıkanıklığıyla karşılaşırız. Bu onları anlamamızı da zorlaştırmaktadır. Doğal olarak, bugün belli bir politik kültürden yalıtılmış, kapitalizmin yaşamı semirdiği; bireyi kendine özgü yeteneklerinden soyutlayarak bir nesne durumuna iteklediği kültürel ortamda, edebiyata kişilik kazandırma çabasındaki değerlerin, algılanması gerçekten güçleşir.

Ümit Kaftancıoğlu, eşi öğretmen Naciye Kaftancıoğlu ve oğlu Ali Naki, kızı Pınar Kaftancıoğlu ile.

 

II. İlk ürünü,1954 yılında Varlık’ta yayımlanır: “Bir Bahs.”  İlk kitabı, TRT Büyük Ödülü (1970) kazanan Dönemeç adlı hikâye kitabıdır; bu ödülü Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanıyla paylaşır. Kitap ancak 1972 yılında yayımlanmıştır.  Aslına bakılırsa, yayımlanan ilk ürünle, kitaplaşan ürünler arasında ciddi bir zaman aralığı vardır. Bunu; Mehmet Bayrak’la Yenigün gazetesinin 19.9.1973 tarihli nüshasında yaptığı söyleşide iki nedene bağlıyor. Birincisi ‘kapalı devre’ yayın yapan edebiyat dergilerinin ve yayınevlerinin ‘ünlenmeden’ kimseye kapı açmamalarına, ikincisi de kendisinin henüz beslenmekte; yazıp yazıp sonra yırtıp atma döneminin bitmemişliğine…

Onun özellikle çocukluğunu geçirdiği kültürel ortam, geleneksel halk anlatılarının zenginliğiyle ünlü Dede Korkut diyarıdır. Daha okula gitmeden okuma yazmayı öğrenmesi ve köy odalarında dinlediği, sonra da kendisinin okuyarak dinlettiği Kerem ile Aslı, Âşık Garip, Ferhat İle Şirin, Leyla İle Mecnun, Kerbela Vâk’ası, Hazreti Ali Cenkleri… gibi halk hikâyelerinin kültürel atmosferi, Kaftancıoğlu’nun derlemeci, hikayeci ve romancı kişiliğinin şekillenmesindeki unsurların başında gelir. Yadsımamak gerekir ki, çocukluk döneminin belirleyici öğeleri olan bu anlatılar, onun yazma uğraşında da önemli payı oluşturur. Çehov, Dostoyevski, Tolstoy ve Pasternak’ı kendisini en çok etkileyen yazarlar olarak anar. Ayrıca Şolohov’un Don Durgun Akardı yapıtının, kendisinde yazma isteğini uyandıran önemli bir yapıt olduğunu, özellikle, belirtir. Doğu edebiyatı ve sözlü edebiyatın canlı ortamından gelerek, Köy Enstitülerinde tanıştığı dünya edebiyatının klasikleriyle duygu ve düşünce dünyasını zenginleştiren Kaftancıoğlu’nun, Yelatan gibi geleneğe yüz dönmüş, bunun yanında modern anlatı tekniklerinin zenginleştirdiği güzel bir romana imza atmasında bu bileşkenin büyük katkısı vardır. Kaftancıoğlu’nun gerçekliği yorumlamadaki ustalığı, sanatsal bakışı dil ustalığına dönüştürmesinde ortaya çıkar. Tema ve kişilerin yaşam tarzlarına paralel geliştirdiği sağlam bir dil, 60’lı yıllarda belirgin biçimde öne çıkan doğrudan anlatıma dayalı gerçeklik anlayışını da bu kısırlıktan kurtarır. Bu anlamda da gerçekçi öykücülüğümüze zengin bir anlatım olanağı kazandırır. Doğayı betimlemede ve insan-mekân arasındaki dirimsel bağı yakalamadaki ustalığıyla da Kaftancıoğlu, ayrı bir yere sahiptir. Gerek öykülerinde gerekse romanlarında çevreyle insan arasındaki ilişki, insanı mekândan soyutlamayan ve yabancılaştırmayan; hayatın bütün doğallığıyla anlatımı, estetize bir kompozisyon içerisinde verilir. Bu kompozisyon onun hayatı yorumlayışını anlamamız bakımından da çok önemli bir işarettir.

 

Yetiştiği kültürel ortam, onun eleştirel yaklaşımıyla edebiyata taşınır. Kaftancıoğlu, Türk edebiyatında geleneği bu anlamda en verimli değerlendiren yazarların başında gelir.

 

TRT 1970 Sanat Ödülleri yarışmasında büyük ödül kazandığı Dönemeç, bir ilk yapıtın bütün güzel özelliklerini taşır: çarpıcı bir konu, akıcı bir anlatım, gerçekçi bakış açısıyla doğaya dair betimlemelerin buluştuğu sanatsal incelik… Dönemeç bir anlamda Kaftancıoğlu’nun kendi hayatıdır. Cılavuz Köy Enstitüsü’ne yazılma serüvenini anlatır. Bu serüven bir utkuya dönüşen Garip’in mücadelesinin, tam da yukarıda da çerçevesini çizmeye çalıştığım 1940’lı yıllar Türkiye’sinin sosyokültürel fotoğrafını yansıtır. Umudunu bütünüyle okumaya bağlamış yoksul Anadolu insanının, sınıf atlamadan ziyade, toplumsal kalkınmayı ama öncelikle uyanmayı; dolayısıyla kasaba politikacısıyla eşraf arasında sıkışmışlığını aşmayı da nasıl eğitim yoluyla başaracağına olan sonsuz ümidini yansıtır.  Hikâyede elbette başka ögeler de vardır; doğanın egemenliğine bir türlü güç yetiremeyen insanın çaresizliği; bin yıldır dünyayı bir dağın ardından algılamanın ufuksuzluğu gibi…

 

1970’li yıllardan itibaren genel olarak öykü ve romancılığımızda gözlenen yönelimlerin farklılaşması sürecinde Ümit Kaftancıoğlu, Tüfekliler (1974) romanıyla feodal kalıntıların siyasal iktidarla ilişkilerini ele alır. Ağa, aşiret, politikacı ekseninde kök salan kirlenmenin, nasıl bir tortu üzerinde boy verdiğini anlatır. Bu çalışmasında, feodal tortu, ağa-aşiret-devlet ilişkisi kent siyasal yaşamıyla birlikte, biyografik çerçevede siyasal bir eksene oturur. Bu yapıt aynı zamanda Türk edebiyatında feodal beylerin, cumhuriyet dönemi içerisinde siyasal iktidarla ilişkilerini görmek bakımından da önemlidir. Kaftancıoğlu’nun, belirgin özelliklerinden biri, bildiği bir dünyayı anlatıyor olmasıdır. Bu “bilme” merkezin göremediğini görebilme kültürüdür. Aydın tavrı bunu gösterir. Geleceğe projeksiyon tutar, öngörü oluşturur. Zira “hükümet etme”nin sınıfsal fotoğrafının 1990’lı, 2000’li yıllara uzanan yerel ve ulusal görünümünün merkezle taşra arasındaki izdüşümünü de o günlerden okuma olanağı bulmuş oluruz.

 

Bu kuşağın bir önemli özellikleri daha vardır; uzun yüzyıllar İslam kültür dairesi içerisinde gözüken Osmanlı toplumunda, medrese kültüründen uzakta kalmış Anadolu gerçekliğini de su yüzüne çıkarmalarıdır. Kasaba tipi siyasetçinin söylemine hâkim olan dar görüşlülüğün Anadolu’yla bağdaşmadığını en çarpıcı biçimde toplumun içerisinde yaşayan bu edebiyatçıların doğrudan tanıklıklarından öğrenmiş oluyoruz. Zira farklı kimlikteki insanların ortak yaşam alanlarında sürdüre geldikleri birlikte yaşama anlayışı, katı medrese geleneğinden gelen ve kasaba ahlakı içerisindeki   siyasetçisinin pek de işine gelmemektedir. Bu çarpık ve kirli anlayışı, sosyal bilimlerle ilgili çalışmaların yetersiz olduğu o dönem içerisinde edebiyat aracılığıyla öğrenmiş oluyoruz. Özellikle Enstitülerden yetişenlerin ve taraftarı oldukları yenilikçi, çağdaş Türkiye anlayışının 1940’ların ortalarında başlayan ama 1950’lerden itibaren topyekûn saldırının hedefi haline gelmesi tesadüfi sayılmamalıdır. Çünkü bu edebiyatçılar Anadolu’ya özgü direnç noktalarını ortaya çıkarıyor ve bunu yeniden beslemeye başlıyorlardı.

 

Tüfekliler, aşireti ve siyaseti tartıştığı kadar, aynı zamanda devlet izlekli bir romandır. Kimliği bir etnik sorun olmak ötesinde kültürel boyutuyla ele alan bir çalışmadır. Ağalık, feodal zorbalık, katmanlar ve kuşatmalar içerisinde ‘devlet’in varlığından uzakta bir iktidar gerçekliği ile vardır. Cumhuriyet ilan edilmiş, üzerinden elli yıl geçiştir ama ülkenin bir bölgesinde, bu fikrin kıyısına bile uğramayan Türkiye manzarası söz konusudur.

 

Kaftancıoğlu, hemen tüm Köy Enstitülü yazarlarımızda görülen halk anlatı geleneğinden ve yerel dilden yararlanma biçemini, doğrudan bir derlemeci ve araştırmacı olarak da sürdürür. Halk kültüründen yararlanma, bu anlamda, Kaftancıoğlu’nda başka bir boyutta daha seyreder ki, uzun bir zaman aralığına yayılan radyo programlarının hemen tamamı bu zenginliğin üzerine oturtulmuş olarak karşımıza çıkar. Bugün, birçoğunun arşiv kaydı bile olmayan, dostlarının elinde sınırlı örneklerle dinleme olanağı bulduğumuz bu programlarda Kaftancıoğlu, ulus bilincinin kültürel kimlikle oluşabilirliğinin, bireyin sağlıklı duruşunun böyle bir donanımla sağlanabileceği üzerinde odaklanır. Yerel olanın anlaşılması gerekliliği, onun özellikle üzerinde durduğu bir noktadır. Tarihsel kahramanlara, yerel kişiliklere ayrıntılı bir biçimde değer vermesinin kaynağında, kültürün yalınkat bir okuma, yalınkat bir gözlem olmadığını işaretlemek vardır.

 

Talip Apaydın’ın bir değerlendirmesinde vurguladığı gibi, Kaftancıoğlu, yolculuğun yazarıdır. Bu yolculuk hem anlatılanın içerisindeki yolculuktur hem de kendi anlatım tekniğine eklediği yenilik anlamında yolculuktur. Bu bakımdan da her yeni yapıtında dilini ve anlatımını zenginleştirmiş bir edebiyatçı olarak çıkar karşımıza.

 

Öldürümünden sonra kitaplaştırılan İstanbul Allak Bullak adlı yapıtta toplanan öykülerinde, kırsal kesimden büyük kentlere göçün doğurduğu sancılı kentleşmeyle beraber, yoksulluğun şekillendirdiği yeni kültürel ortamın olay ve insanlarını anlatır.  Kopuşun birey hayatındaki etkilerini en çarpıcı biçimde bu yapıtında buluruz. Bu kopuş, kuşkusuz bir kimliksizleşme olgusudur. Kendine yabancılaşmanın toplumsal bir parçalanma olarak karşımıza çıkışını Kaftancıoğlu’nun son dönem öykülerinde buluruz. Köy sosyal ortamı içerisinde kendi iç dünyasıyla barışık insanın, kapitalizmin çarpık ekonomik ilişkiler yumağında mutsuz, endişeli ve korkak bir yaratığa nasıl dönüştüğünü anlattığı bu öyküler, aynı zamanda kültürsüzleştirme politikalarının, yani popüler olanın Türk kültür hayatını nasıl işgal ettiğinin de sorgulandığı örnekleri oluşturur.

 

Köroğlu Kol Destanları, Tek Atlı Tekin Olmaz, Çizmelerim Keçeden gibi çalışmalarıyla sözlü kültürden yazılı kaynaklara kazandırdığı halk kültürünün verimleri hem özgünlükleri bakımından hem de bir üslup olarak, onun kaleminden geçmiş olarak ayrı bir değer taşırlar.

 

Yapımcısı olduğu programlarla birlikte türkü repertuarına kazandırdığı Çanakkale yöresine ait “Evreşe yolları dar”; Kars yöresine ait, “Gelmiş iken bu yerleri gezelim”, “Karımca karımca kara karımca”; Ardahan yöresine ait “Karşıda kuş oturur”; Edirne yöresine ait “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar”, Kocaeli yöresine ait “Bizim evin yanına” gibi derlemeleriyle kazandırdıkları da onun emeğinin boyutlarını görmemiz için birer simgedir.

 

Eylemleriyle kendi portresini var etmiş bir aydın kimliğidir Ümit Kaftancıoğlu. Hikâye kitapları, romanları, röportaj, derleme ve radyoda yapmış olduğu programlarıyla sanatsal bir kişiliğin nasıl oluştuğunu ve olması gerektiğini simgeleyen aydın bir edebiyatçı. Bu bakımdan, Kaftancıoğlu, özellikle TRT’de başında bulunduğu köy yayınları ve ardından İstanbul Radyosu’ndaki programlarıyla bugün bir benzerini göremediğimiz çalışmalara imza atar. Onun halkın sözvarlığını kendi temsilcileriyle anlatma/aktarma çabasına yaptığı öncülük aynı zamanda yerel olanın anlaşılması ve dönüştürülmesi çabasıdır. Bu aynı zamanda Türkiye’yi kültürel sığlığa mahkûm etmek isteyenlere itirazdır da.

 

Özellikle Tüfekliler romanı ve ardından yayınlanan Çarpana adlı hikâye kitabıyla 1970’li yıllardaki çıkışı, sadece bireysel bir tavrın şekillenmesi olarak değil, ilanının üzerinden elli yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına karşın cumhuriyet kurumlarının merkezle taşra arasındaki eklektikliğini de görmemize imkân sağlar. Ayrıca, özellikle Çarpana’da ele aldığı Türkiye’ye yabancı sermaye girişi, dış göç (Gülember Almanya’da), İstanbul Allak Bullak’taki köyden kente göç gerçeği gibi temalar sosyal gerçekliği yerinde kavramış bir yazarın duyarlığını da yansıtır.

 

Kaftancıoğlu, bariz bir biçimde “felaket olanın” farkında bir yazardır. Kurumlarla hakikat arasındaki çelişkiyi bütün çarpıcılığıyla görmüş birisidir. Ele aldığı konular içerisinde yer alan kişilere kazandırdığı politik kimlik, sessiz ve edilgen olanın da haykırabileceğini yansıtır. Demokrasi düşmanı çetelerce öldürümünün ardında da yurtseverliği ve bu toprakların gerçekliğini ıskalamayarak hakikati edebiyat diliyle haykırması geliyordu.

 

 

Kaynakça:

Bayrak, Mehmet (1978). Köy Enstitülü Yazarlar Ozanlar, Ankara: TÖB-DER Yayınları.
Kaftancıoğlu, Ümit (1972). Dönemeç, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları.
Kaftancıoğlu, Ümit (1974). Tüfekliler, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları.
Kaftancıoğlu, Ümit (1975). Çarpana, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları.
Kaftancıoğlu, Ümit (1983).  İstanbul Allak Bullak, İstanbul: Yazko Yayınları.