Aydınlanmak İçin Kitap Yakmak
Sinebiblio

Aydınlanmak İçin Kitap Yakmak

Emirhan Mutlu

Bir önceki yazımda Fahrenheit 451 filmindeki kitap yakma sahneleri üzerinden ülkemizdeki kitap sansürlerini ve yasaklamaları tartışmıştım. Distopik bir eserin hayali evreninin çok da uzak olmayan bir gelecekte ortaya çıktığını göstermeye çalışmıştım. Kitap yakma sahneleri çoğunlukla böyle otoriter rejimleri işaret etmek için çekilen sahneler aslında. Yahut da kötü anısı olan bir kitaptan kurtulmak için onu yakmayı tercih ederse karakterler o zaman bir kitap yakma sahnesi ortaya çıkar. Peki hiç olumlu anlamda okunabilecek kitap yakma sahnesi yok mudur? İşte bu yazıda tam da böyle bir sahneden bahsedeceğim.

 

Senaryosu Ahmet Soner’e ait olan, başrollerinde Tarık Akan, Hülya Koçyiğit, Talat Bulut ve Nur Sürer gibi isimlerin yer aldığı 1983 yapımı bir Şerif Gören filmi Derman, son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden bir tanesi. Hem hikayesinin güçlü olması hem de bu güçlü hikayeyi oldukça yalın bir sinema diliyle izleyiciye aktarmasıyla son derece vurucu, etkisinden kolay çıkılamayan bir film. Ağrı’nın bir köyüne tayini çıkan ebe Mürvet, zor bir yolculuğun ardından bir köyde misafir edilir. Ancak burası tayin olduğu köy değildir. Köylüler onu diğer köye götüreceklerini söylerler ama hava şartları buna müsaade etmez. Kar fırtınası bir türlü dinmediğinden kızakla yolculuk yapmak mümkün değildir. Bir yerden sonra köye alışan Mürvet artık o köyün “derman”ı olmuştur. Köylüler ona öyle hitap ederler, o da sahip olduğu tıp bilgisiyle köylülerin hastalıklarına derman olmaya çalışır. Her gelen hasta ona minnetinin bir karşılığı olarak tavuk, koyun, yumurta, süt getirir. Zaten insanın köyde bunlara ihtiyacı vardır. Para pek geçmez bu memlekette.

 

Mürvet bu köye alışıp kalan tek kişi değildir. Yıllardır dağlarda kaçak olarak yaşayan eşkıya Şehmuz da bu köye bağlanmış, dağlarda dolanmayı bırakıp köyün civarında yaşamaya başlamıştır. Köylü ona hürmet eder, o da köylüye her konuda destek olur. Köye böyle bağlanan iki kişi, Şehmuz ve Mürvet arasında zamanla bir dostluk kurulur. Şehirde okumuş ve sonra hiç bilmediği bir köye tayin olmuş bir ebe ile ailesini katledenlerden intikam aldığı için yıllardır jandarmadan saklanan bir kanun kaçağı birbirini en iyi anlayan iki kişi oluvermiştir bir anda. İkisi de köylünün dertlerine deva olmakta ve köylüden büyük saygı görmektedirler. Bu işbirliği filmin sonuna kadar devam eder. Sonunu burada söylemeyeyim, malum “spoiler” vermek pek hoş karşılanmıyor artık.

 

Filmin bir sahnesinde Mürvet şehirden gelirken yanında getirdiği kitapları çıkarır çantasından. Sobanın başında sıcak sıcak otururken okumak ister, ancak hiç içinden gelmez. Bir o kitabı açar, bir buna bakar, ama hiçbirini alıp düzgünce okuyamaz. Bunların hangi kitaplar olduğunu bulmak pek kolay değildi açıkçası, çünkü hem kamera kitapların ön kapağına yeterince yakın çekim yapmıyor hem de filmin çekildiği tarihten ötürü oldukça eski kitaplar. Ancak en üstte görünenin bir moda dergisi olduğu anlaşılıyor. Bir de arada yeşil kapağıyla Barbara Cartland’in Sarmaşık Gülleri isimli popüler romanı görünüyor. Bu kitapların hepsi sobayı boyluyor sahnenin sonunda. Ancak bu sefer kitaplar sansürden, yasaktan dolayı yakılmıyor. Isınmak için de yakılmıyor. Aydınlanmak için yakılıyor.

 

Barbara Cartland romanları birçok dile çevrilecek kadar ünlü bir İngiliz yazardır. Soylu bir aileden gelen Cartland, doksan sekiz yıllık hayatına yedi yüz civarında eser sığdırdı. Bu sayı kulağa çok çılgınca geliyor değil mi? Çünkü Cartland, romanlarını belli bir formül üzerinden yazıyordu. Hepsi mutlu sonla biten ve genellikle genç kızlara hitaben yazılmış popüler romanlardı tamamı. Hatta yazma işlemini bile kendisi yapmıyordu. Evinde bir katip vardı ve onun yüksek sesle söylediği cümleleri katip yazıya döküyordu. Böylece çok sayıda eser üretebiliyordu Cartland, ancak bunların hepsi birbirini tekrar eden tüketim nesneleriydi. Okuduktan sonra hatırınızda hiçbir şey kalmıyordu. Günümüzdeki televizyon dizileri gibiydi onun romanları.

 

Şehirde okumuş genç bir kadın olan Mürvet de doğal olarak yanında bir Cartland romanı getirmişti. Ve tabii ki şehirli bir kadın olarak moda dergileri de vazgeçilmeziydi. Ancak içinde yaşadığı köye alıştıkça birtakım gerçeklerin farkına varıyordu. Asıl hikaye bu insanlardaydı. Birbirini tutkuyla seven bir erkek ve bir kadının kitabın sonunda kavuşması değildi asıl saadet. Asıl saadet, köydekilerin hastalığına derman olduğu vakit duyduğu güzel sözler, hayır dualarıydı. Aşk çoğu zaman bu insanların derdi değildi. Kardan kapanan yollar, hayvanların hastalıkları, sert geçen kış varken kimse aşkı düşünecek vaziyette değildi. Bu insanların modası da yoktu. Soğuktan donmamak için kafalarını sıkıca sararak üstlerine bulabildikleri en kalın kıyafetleri geçiriyorlardı. Şehirdeyken bu insanları tanımayan Mürvet, yanında getirdiği kitaplardaki hayatı gerçek zannediyordu. Oysa bu insanlarla zaman geçirip gerçek hayatı tanıdıkça kitapların ona yalan söylediğini gördü ve hepsini ateşe verdi. O artık yalnızca okumuş insan değil, bir aydındı. Bilgisini halkın yararına kullanan, halkın derdiyle dertlenen gerçek bir aydın.

 

Toplumcu bir filmde gördüğümüz bu sahne aynı zamanda toplumcu olmayan edebiyatın reddine dair sessiz bir manifesto. Yönetmen halkın gerçeğini anlatmayan her türlü eseri reddettiğini, sanatın ancak toplum için yapılması gerektiğini ilan ediyor bu sahneyle. İzleyicileri Mürvet’in yaşadığı aydınlanmayı yaşamaya davet ediyor. Yalan söyleyen kitapların yakılmasını aydın olmanın bir gereği sayıyor film. Yani kitaplar bu kez aydınlanmak için yakılıyor.