Babalar ve Köpekler
Söyleşi

Babalar ve Köpekler

Emin Vural

Emin Vural: Her Şey Başta Çok İyi Gidiyordu…İlk öykü kitabınız. Bu kitaptaki öykülerle 2023 Mustafa Özbey Edebiyat Ödülü’ne layık görüldünüz. Yarışmanın sonucu açıklandığında neler hissettiniz? Eminim ki en çok da öykülerinizi bir kitap halinde görecek olmak mutlu etmiştir. Bu yarışmanın hayatınıza farklı bir pencere açtığını söyleyebilir miyiz?

 

İ.Usame Yördem: Başlamadan önce siz başta olmak üzere Karnaval Dergi’ye, Şirvan Erciyes’e, Süreyya Köle’ye ve Cabir Özyıldız’a teşekkür etmek istiyorum. Güzel bir girişim oldu bana kalırsa. Burada, bir şekilde yer bulmayı seviyorum. Dilerim ki, uzun bir ömrü olur platformun.

 

Sorunuza gelecek olursak, mutluluk elbette vardı ancak daha çok rahatlamaydı hissettiğim. Yarışma sonucu, basına açıklanmadan önce aranmıştım. Heyecanı, ödül törenine saklamıştım sanırım. Ödül törenine gidince bir otelde kaldım. Ödül töreni gayet güzel geçti, heyecanlıydı. Huzursuzluktan, çocukluktan filan bahsetmiştim. Ödül töreninden sonra yorgun argın bir şekilde otele dönmüştüm ve o gece, sabaha kadar yağmur yağmıştı. Gecenin bir yarısı odayı su bastığından, uyanıp eşyalarımı almış ve başka bir odaya geçmiştim. Akşama doğru alkışlanmış olmak, gecenin bir yarısı çok anlamsız gelmişti mesela. O gece, bir öyküde geçtiğimi, herhangi bir karakter olduğumu düşünmüştüm. Ödülün bana geride bıraktıkları bunlar olmuştu sanırım. Bir pencere açması beklentisinde olmadım, şartları belirli bir şeye başvurunca olacakları az buçuk tahmin edebiliyorsunuz çünkü. Ama tüm o sürecin sonunda, asıl övünç kaynağımın, bir yere bel bağlamadan, sırt dayamadan bir şeylere erişmenin, daha çok anlamlı geldiğini fark etmiştim. Basit bir şey değildi benim için. Ve her şeyden önemlisi güzel bir tecrübeydi özünde, yaşamın içinde edinilmiş bir tecrübeydi.

 

Son öykü toplamıyla beşinci kitabınız da okurlarla buluştu. Farklı türlerde yazmayı seviyorsunuz sanırım. Deneme ve şiir türlerinde kitaplarınız var. Şiir dalında alınmış farklı ödüller var. Hangi türde yazacağınıza nasıl karar veriyorsunuz? Masaya oturup bugün bir şiir yazayım ya da bir öyküye başlayayım tarzı mı oluyor yoksa kendiliğinden mi ortaya çıkıyor?

 

Karar vermek yerine anlatmak istediklerime yoğunlaşıyorum yazarken. Bu bazen ansızın gelişse de çoğu zaman ciddi bir çalışma gerektirebiliyor. Yazmaya denemeyle başladım. Ardından şiire kaydım, son olarak öyküde durdum. Üçünde de tek bir derdim oldu: anlatmak kaygısı. Bu kaygı bana kalırsa her birimizin anlatmak istediklerinde gizli olan şey zaten. Kimimiz yazarak, kimimiz susarak veya konuşarak gideriyoruz bu ihtiyacı. Yazın türleri arasında net bir ayrım gözetmiyorum. Bana, yazdıklarıma dair aldığım en yoğun eleştirilerden biri de bu mesela. İç içe geçen türlerden sıyrılıp kendi yolumu bulmam bekleniyor. Bazen sahiden de bunu yapmam gerektiğini düşünsem de bazı zamanlar, “niçin kalıpların ardına sığınayım ki?” diye düşünmeden de edemiyorum. Aslında sözcükler, cümleler, ortaya çıkıverdikten sonra ne olmak istediklerine karar veriyorlar bende. Bazen alengirli bir cümlenin, hangi yazın türünde karşı tarafı daha çok etkileyeceğini kestirebiliyorum. Bunu, gözlem yeteneğime, duygusal öngörüme, iyi bir yerli okur olmama borçluyum ve işin özü, yazarken arka plana atıyorum yazmak istediklerimi, olayları, duyguları. Sonrasında beliriveriyorlar. Arka tarafta varlığını sürdüren bir olgunun, gün yüzüne çıkması da hemen olmayabiliyor. Biraz dinlenmesi, beklemesi, demlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Mesela bu söyleşi sorularını cevaplandırmadan önce de aynı şeyi yaptım. Önce genel bir karşılama töreni oldu ve tek tek soruları okudum, üzerine düşündüm. Ardından cevaplamaya başladım bazılarını. Kimi yarım kaldı, sonrasında tamamladım; kimiyse o an, okur okumaz belirdi gitti. Yaşamın hayhuyunda bir şeyleri çözmeyi, arka sekmede duruveren anlamlara ilişmeyi seviyorum. Kendi yolunu bulan cümlelerin, muhataba daha iyi geçtiğini düşünüyorum. Tıpkı yazarken, yanımda taşıdığım bir nesne gibi. Her zaman bir metaforu yanımda gezindiriyorum mesela. Bu bazen bir ölü, bazen bir köpek, bazen bir baba oluyor. Beraber çıktığımız yolculuk boyunca, yanımda bir şeyin olması güvende hissettiriyor. Öte türlü, yalnızlık denen musibetin kollarından nasıl kurtulacağımı bilemiyorum.

 

 Hangi türde yazarken kendinizi daha rahat hissediyorsunuz? Yazma ortamınızdan bahseder misiniz? Yazarken tıkandığınız anlar oluyor mu? Olduğu durumlarda neler yaparsınız?

 

Türler arası ayrım yaptığım olsa da, herhangi bir şey dahi olsa yazarken, kendimi daha rahat hissediyorum. Bunda en büyük etken, yazma konusunda alaylı olmam. Kitap vaat eden bir atölyeye gitmedim, herhangi bir eğitim almadım, bir kursa inanmadım. Haliyle böyle olunca daha özgür ve kendim olabildim. Bir de acıyı kokladım. Bir tarifi yok nasılsa yazmanın, sadece bana tesir eden şeylerin peşine düştüm ve bunu gerçek anlamda, hayatın içine de yıktım. Bir arkadaşımın bu konuda şöyle bir tespiti olmuştu: “Acını çok iyi dile getirebiliyorsun.” Belki de sahiden acımdan, acılarımdan, acılarımızdan bahsetmek istiyorum, hepsi bu. Bunu iyi ya da kötü yapma beklentisi içinde olmadan, yalnızca acıyı anlatmanın, beraberinde maharet denen şeyi de getirdiğine inanıyorum ve bunun bir mecburiyet olduğunu düşünüp sonu gelmez cümlelerin ardına sığındığım çok oluyor. Hayatta kalmak için bazı gereksinmelerimiz vardır hani. İşte benim için bunlardan biri olan yazmak, çoğu zaman ölüm ve yaşam arasındaki ince çizgide duruyor. O çizgiden özenle geçerken, birkaç adım ileriye veya geriye gitmek yerine çizgi boyu ilerlemeyi hedefliyorum. Birçok defa hedefe giderken tökezlediğim anlar da oluyor, çizgiden saptığım da. O anlarda duruyor, etrafa bakıyorum. Çizgiye bakıyorum, ne kadar taştığıma. Olmadık şeyler düşünüyorum sonra. Bir şeyler izliyorum. Balkona çıkıp süren hayatı dinliyorum. Kuşların ötüşleri, insanların yaşayışları, tüm bunlar beni uzaklaştırıyor biraz, iyi geliyor. Sonra bir şekilde o döngüden çıkmak zorunda olduğumu bilmenin rahatlığını düşünüyorum. Hemen o dakika, o gün veya sonrasında olmasa da bir zaman geliyor ve kendiliğinden çözülüveriyor mesele. Bu, hepsinin sonuçlandığını göstermez ama. Yarım kalan birçok şey de olabiliyor. Zaten bana kalırsa tesir gücü, tamamlanmamışlıkla orantılıdır. Yani niçin büsbütün her şeyin nihayete erdiğini düşünelim ki! Bir de yazma ortamını sormuşsunuz, onu atlamayayım. Genel itibarıyla arka planda bir şeyleri çaldırıp koyuluyorum yazmaya. Bir ilham versin veya daha güzel şekilde yazayım diye değil, bir ses olsun diye. Gıcırdayan buzdolabının, vızıldayan sivrisineklerin veya gürültüyle ateşlenen kombinin sesindense bir müzik dinlemeyi, başka sesleri, zihin seslerini, iç sesleri bastırmayı kim istemez ki?

 

 Ödüller, yarışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Katıldığınız bir sürü yarışma ve almış olduğunuz bir sürü ödül var. Ödüller yazın yaşamınızı nasıl etkiliyor?

 

Ödüller, çok geniş bir konu bence. İnsanların bu konuda farklı görüşleri var. Ama bence biyografi süsleme sanatıdır yarışmalar, ödüller. Hiçbir jüri diyemez ki, şu yarışmadan ödül alan birinin eserini okurken, kişinin o ödülü almışlığından etkilenmiyoruz. Elbette etkileniyorlar. Ya da bir derginin yayın kurulundan biri çıkıp da biyografinin kendisi için önemsiz olduğunu dile getiremez bence. Zira birçok dergi de buna bakıyor. Yayımlanacak bir eserde, eserden önce biyografiyi değerlendiriyorlar. Bunun yanında artık okur olmanın yetmediği bir çağda olmanın etkisiyle yazıyor olmamızın da bunda payı büyük. Çünkü birçoğumuz yazarken, birbirimizden sıyrılmayı isteyebiliyoruz. Mesela şey çok gariptir; insanlar, çok bildik isimleri okurken, gerçekten zevk almaktan öte o bildik isimler gibi olmak için de okuyabiliyorlar. Yazan kimselerde böyle bir istenç olduğunu düşünüyorum. Bende de bu var. Bence asıl maksadı değiştiren bir istek bu. Zira kiminin ün, kiminin isim yapma derdi varken, bir diğerinden sıyrılmanın formülü, ödüller olabiliyor. Yine de benim için ödüller, bir aracı, arkaya alınan bir rüzgâr. Hele ki yazdıklarını birilerine okutmak, onlardan gelen dönütlerle düzenlemek gibi bir alışkanlık geliştirememiş benim gibiler için etkili bir rüzgârdır bu. Salt edebiyatta değil zaten bu. Sanatın, hayatın birçok alanında da bu var. Beğeni kaprisi veya şımarıklık değil, takdir edilme duygusu. Hayatın birçok noktasında afallayan kimseler, başka aracıların peşinden giderek bazı duyguları oradan damıtmayı tercih edebiliyorlar. Ben gibiler için konuşuyorum. Bunun yalnıza olumlu tarafları yok tabii. Bir de madalyonun öteki yüzü var. Orada daha eleştirel ve yıkıcı, moral bozan şeylerle karşılaşma olasılığı da duruyor. Bu biraz estetik kaygı, zevk, tercih meselesine de giriyor ama şaşırttığı da olabiliyor. Bir öyküm, yirmi otuz eserlik bir seçkiye dahi alınmayan bir yarışmadan dönünce başka bir yarışmada sınandı, orada birinci seçildi ve tuhafıma gitmişti bu durum. Madalyona o zaman inanmıştım. Bazen böyledir.

 

 Kitaba dönecek olursak, benim dikkatimi çeken her öyküye bir alıntıyla başlıyorsunuz. Alıntılar oldukça fazla. Her yazar öncesinde bir okurdur aslında. Alıntıları okuduğunuz kitaplardan aldığınızı varsayarak neler okuduğunuzu merak ediyorum. Biraz açacak olursam; okurken neye dikkat edersiniz? Yazarın diline mi, üslubuna mı, kurgusuna mı?

 

Son birkaç yıldan beri, yerli yazarları okumak gibi bir alışkanlık edindim. Belki de direkt olarak Türkçeden onları okumanın verdiği hazdan bu, belki de yabancı yazarları okurken, aramıza çevirmenin dahil olmasından rahatsız olmamdandır. Bu garip takıntım, Bilge Karasu’yu okumaya başladığım süreçte başladı diyebilirim. Zira onun yazdıklarının parmak ısırtan duruluğu ve ahengi, yazarla bir anda karşılaşıvermişim gibi heyecanlandırmıştı beni. Bir de çeviri eserlere bakınca yazarın kendisinden ziyade çevirmeni okuyormuşuz gibi hissetmenin etkisi var. Bu garip bir takıntı, son zamanlarda bunu aşmaya çalışıyorum. Çünkü bir yerde, gerçek hayatta yaşadıklarımı, yaşayacaklarımı okumanın da bazen beni boğduğunu düşünüyorum. Fark ediyorum ki, aynı çitlerin etrafında geziniyor, elimde hep aynı şeylerle kalakalıyorum. Hep aynı bahçenin ortasında duruyor olmak, başka hiçbir bahçenin olmadığını sandırabiliyor. Bu iyi bir şey değil bana kalırsa. Sadece benim gibi düşünen, hisseden insanların olduğu bir koloni değil ki edebiyat! Üstelik hep aynı yoksunlukların, ayrılıkların, varoluşun ve çaresizliğin, tükenmişliğin, ölümün adımlarını işitmek, bunlardan başka bir şeylerin olmadığı yanılgısına da kaptırıyor beni. Bunu aşmam gerektiğine karar verdim. Öte yandan okurken bilgilendirici metinlerden ziyade kurgusal eserler tercih ediyorum. Bunda, ilgimin veya yazdıklarımın da etkisi var sanırım. Bence dil, üslup ve kurgu, birbirini tamamlayan şeyler; bu yüzden temelde baktığım şey, yazarın kendisi. Birilerini keşfettiğim sırada mesela, onu ezberleyene dek okumak istiyorum. Bir şey kaçırmamak için peşine düşüyor, yazarın beni rahatsız ettiği gibi ben de yazarı rahatsız ediyor, yazdıklarıyla onu iyice anlamaya çalışıyorum.

 

Çağdaş Türk ve Dünya edebiyatından yakinen takip ettikleriniz, yeni kitabı çıksa da alsam dediğiniz kimler var? Yazın hayatını besleyen, benim yazarım dediğiniz yazarlar var mı?

 

Öykü adına aklıma ilk gelen isim Kâmil Erdem. Şiir adına konuşacak olursam Seyyidhan Kömürcü’yü örnek gösterebilirim. Sanırım bu ikisinin de yazdıklarında aradığım ve bulamadığım bir şeylerin oluşunu seviyorum. Ortak dertleri edinmiş olmanın veya aynı yollardan geçmiş olmanın da etkisi var. Bunun yanında benim yazarım diyebileceğim kimseleri düşünüyorum… Benim için sarsıcı olan isimlerden bazılarını şöyle sıralayabilirim: Vüs’at O.Bener, Ferit Edgü, Füruzan, Tomris Uyar, Kamuran Şipal, Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Tezer Özlü… Liste bayağı uzar. Ancak her öykü yazan gibi benim için de mihenk taşı olan 50 kuşağı öykücülerinin genelinin bana hitap ettiğini de belirtebilirim.

 

 Kitabın ismini içindeki bir öykü isminden seçmişsiniz. Öykü isimleriniz bana özgün geldi. Öykülerin isimlerini nasıl oluşturursunuz? Başlangıçta belli midir yoksa bittikten sonra mı belli olur?

 

Öyküleri yazmadan isimlerini düşünürüm aslında. Bana kalırsa bir öyküyü öne çıkaran birkaç şey vardır: başlığı, giriş cümlesi ve sonuç. Tüm bunlar özenli olsun diye uğraş verdiğim olabiliyor. Haliyle öykü isimlerini, hayatın içinden seçmeyi ve seçtiğim ismin, bir şekilde insanları düşündürtmeye teşvik etmesini seviyorum. Bu konuda, telefonuma öykü isimleri not ediyor ve bu isimlerle öyküleri eşleştirmeyi tercih ediyorum bazen. Hep böyle değil elbette, istisnaları da var. Bazen de başlığı belirleyen öykünün gidişi ve sonucudur. Beni yazarken diri tutan bir yön bu. Hani bir öyküye başlarken genel çizgileri belirlesem de bazen o çizgilerin dışında bir yerde kendimi bulduğum oluyor ve o noktada, en başta belirleyip yola çıktığım isim, bir başka öyküde yer almak adına benimle oracıkta vedalaşıyor. Bambaşka bir sonuca ulaşınca ikirciklendiğim de olabiliyor. Biraz beklemeyi tercih ediyorum bu noktada. Sonrası malum…

 

 Öykülerde genelde ben anlatıcı kullanılmış. Yazarken buna dikkat eder misiniz? Güncel edebiyatımızda yeni öykü yazarlarının genelde ben anlatıcıyı kullandıklarını görüyoruz. Bu konuda ne düşünürsünüz?

 

Ben dilinin kullanım amacının, yaşanmışlıktan geldiğini düşünüyorum. Birçoklarının bu şekilde yazmasının da dolaylı dahi olsa sağaltıma aracılık etmesini istemelerinden geliyor bence. Yani aslında en başta da belirttiğim üzere yazın türlerinin iç içe geçişlerinin etkisi. Şiirlerin öykülerle, öykülerin denemelerle iç içe geçişi sırasında elbette insanın sığındığı güvenilir limanlardan biri olarak ön plana ben dili çıkacaktır. İçselleştirmenin yapılması, duyguların aktarılması ve aslında anı kıvamında öykü yazılmasının yolu da bundan geçmektedir. Kim başından geçtiklerini yazdığını çıkıp itiraf etmek ister ki?

 

 Baba ve oğul ilişkisi edebiyatın en çok işlenen konularından biri. Sizin öykülerinizde de dikkatimi çekti. Baba, anne, dede, amca, yenge yani aile ilişkilerini kullanarak bireyin durumuna dikkat çekmek istiyorsunuz. Ve bireyi de yaşam ve ölümün arasında bir yere koymayı, koyabilmeyi arzuluyorsunuz. İlk kitapta genelde insan kendi hayatından yola çıkar derler. Sizin de böyle mi oldu? Kendi ailenizin izlerinden mi yola çıktınız?

 

İzlerin etkisi çok fazla. Bana kalırsa anılar, yaşamak ve bu yaşadıklarını anlatmakla iç içedir yazmak. Kurgusal metinlerde, yaşamdan izler bulabiliyoruz haliyle. Bazen babaların izleridir bunlar, bazen yabancıların. Fakat yine de yabancılardansa tanıdıkları anlatmak, okur açısından kabul edilebilir bir nokta inşa etmek demek. Hem zaten gerek okur gerekse yazan biri olarak izlerle, bildik kimselerle karşılaşma beklentileri filizlenebiliyor. Bize temas etmesini istiyoruz çünkü okuduklarımızın, yazdıklarımızın. Yaptığın tespitle bağlantılı bir itirafta bulunacak olursam yazdıklarımı bir araya getirdikten sonra fark ettiğim bir şeydi bu. Durmadan ölen babaların, havlayan köpeklerin olması. Bir arkadaşım da bu hususa dikkat çekmişti mesela. Belki de belirgin şekilde fark ediliyordur. İstendik bir başvuru şekli değilse de bu, sonuç olarak ortaya çıkıverdi. Fark ettikten sonra “Babalar ve Köpekler” diye mırıldandığım olmuştu mesela. Belki de Oedipal, belki de hiçbir karşılığı olmayan bir şey, bilemiyorum. Ama biliyorum ki, iz bırakan temasların etkisi vardı. Zaten tek bir hakikatin olmadığı şu yaşamakta, karakterlerden ziyade duyguların peşinden gitmek daha iyi değil midir? Silik birilerinin çok gerçekçi duygular yaşadıklarını ve bir başlarına kaldıklarında ağladıklarını düşünmek için illaki birilerine atıfta bulunmak mı gerekir? Bilemiyorum.

 

 Öykülerde birbirlerine göndermeler var. Satır aralarında en çok da ölüm konuşuyor. Ölüm karakterlere ben buradayım, hayatın karşısında duruyorum diyor. “Hayat biraz da bu muydu yoksa? Ölümün katı tecrübesine karşın onu hiç duyumsamamış gibi davranıyor olmak hali mi yani?’’ Sizin sorunuzu size sormak isterim. Ölüm bahsi hayatınızda geniş bir yer mi kaplıyor? Girişte annenizin dediği gibi; kendinize acı çektirdiğinize inanıyor musunuz?

 

Ölüm, bir kapı aralığında duruyor hep. Ve bana kalırsa varoluşun temel huzursuzluğu da bu. Bazılarımız bununla kafayı kırıyor, bazılarımız bunun ardına sığınıyor. Herhangi bir şey kadar sıradan, herhangi bir şeyden çok başka… Birkaç saniye içinde olup bitiveren bir şey mesela. Bu yönüyle ilgimi çekiyor, acayipleşiyor gözümde. Benim derdim ölüm, ölmek filan değil, geride kalmışlık. Ölen kişinin ölüme dair bir anlam yüklediğini düşünmüyorum. Ama geride kalan kişinin, boşlukla, yasla, hayata devam etmekle bir derdi olabiliyor. Bu derttir işte ölüm konusunda asıl can sıkan. Hayatımda ölüm, geniş bir yer kaplamıyor diyemem ancak her birimizin arka planında durup tedirgin ettiği bir şey olduğunu da tabii ki biliyorum. Bir şekilde onu kokladığımızı, varlığına inandığımızı kanıksadım. Karşılaştığında, insana ne yapacağını, nasıl davranacağını unutturan, bütün ritüelleri alt üst eden bir şey. Olmadık anlarda ölümle karşılaşmalarımın da bunda katkısı var ve belki de bu yüzden hayatımın bir yerinde durup beni rahatsız, huzursuz ediyor. Bunu anlamlandırma gayreti güdüyorum bu yüzden. Kasıtlı bir acı çektirme olarak bakılabilir, belki de annem, her zamanki gibi ve diğer bütün anneler gibi haklıdır. Ancak yine de bunu yok sayarak yalnızca yaşama odaklansam, yaşamın ayırdına varamam. Acı çekmenin, dinç kıldığı ve direnç sağladığı gerçeği varken ölümden, onun soğuk düşüncesinden, ürpertisinden kaçınmak mümkün olabilir mi?

 

Son olarak şunu merak ediyorum; çok üretken olduğunuzu düşünüyorum. Son zamanlarda her ay bir platformda ya da bir dergide öyküleriniz yayımlanıyor. Disiplinli olarak çalışır mısınız? Yoksa önceden hazır edilip bekletilen öyküleri mi gün yüzüne çıkarıyorsunuz?

 

Fırsat buldukça yazıyorum aslında. Bazen çok sık, bazen seyrek. Ama temelde bir dert uğraşı gibi geliyor bu. Bir de işin sağaltım boyutu var, inkâr edemem bunu. Yıllar boyunca yaşananları hasıraltı edince bir şekilde onları ortaya döküvermeyi, kendimle yüzleşmeyi, geçmişin üzerinden geçmeyi tercih etmenin ağırlığı bir de. Neyi değiştirdiğini bilmiyorum ama yukarıda bahsini ettiğim o acının peşine düşmek için, bir yerde bana işlememiş duyguyu bulup, onu fiyakalı bir derde dönüştürmek gayesindeyim. Yalnızlık türevli şeylerin peşinden koşturuyorum mesela. Herkes gibi hüzünleniyor ve herkes kadar ben de mutluluğu arıyorum. İşte o yol boyu, bir şey yapmış olmak için yazıyorum. Bunun için masa başına kendimi zorla oturttuğum da oluyor, masadan kaçmak için bahaneler aradığım da. Birçok yazarın, yazmanın disiplin gerektiren bir eylem olduğunu belirttiklerini biliyorum, bu noktada onlara katılıyor olsam da o disiplini oluşturan mecburiliğin, bir yığın taslak ortaya koyduğunu ve ilgili ilgisiz onlarca metnin arasında insanı boğabilme ihtimalinin de doğduğunu düşünüyorum. Tek bir öykü yazmak için onlarca taslak oluşturduktan sonra her taslağı özenle okumaya vakit ve fırsat bulamayınca yukarıda da bahsini ettiğim yarım kalmışlıklar oluyor sonra. Ya sonrası? Sonrası yok işte. Aslında sonrasından ziyade başıdır ilgimi çeken. Çünkü her şey başta çok iyi gider.