Üzerine çokça konuşulan dönemin adı 50 Kuşağı… Her geçen gün daha da efsanevi bir yaklaşımla anılan, tezlere konu olan, son yıllarda adına atölyeler düzenlenen… Bu dönemi farklı kılan neydi, kuşağın en önemli temsilcilerinden Ferit Edgü ile konuştuk. Ve dahasını…
Süreyya Köle: 50 Kuşağı dendiğinde ilk akla gelen isimlerden biri olmak… Bunun sizdeki anlamı nedir? Sizi 50 Kuşağı yapan neydi?
Ferit Edgü: Daha önce de yazdım: Bende aidiyet duygusu yoktur. Hiç yoktur. Kuşağıma ait olmak hariç. Her zaman, her yerde, kendimi ‘50 kuşağından biri olarak gördüm. Bir ilkgençlik heyecanı olduğu için mi? Bilmiyorum. Bizler, hepimiz, birbirimizi tanımadan ya da çok az tanıyarak bir “birlik” oluşturduk. Çiçeği burnunda genç lise öğrencileriydik. Ayrı ayrı okullarda okuyorduk. Örneğin ben Atatürk lisesinde, Demir Özlü Kabataş’ta, Adnan Özyalçıner, Kemal Özer İstanbul lisesinde. Belki Onat da. Neydi bizleri bir araya getiren? DP’nin seçimleri kazanması, CHP’den kurtuluş, görece bir özgürlük ortamı mı? Olabilir. Ama ‘50 kuşağının gelişi ve yükselişi bunlarla açıklanamaz. Sanırım, savaş sonrası dünyada yükselen bir karamsarlık ve bu karamsarlığı yenmek isteyen, aldatıcı olmayan bir umut. Bu umudun, 2. Dünya savaşı süresince yaşananlara bakıldığında, siyasal bir umuttan öte bir umut olması gerektiği: İnsanoğlunun kendi yaşamıyla ilgili bir umut. Gerçek, yalansız, ayakları yere basan bir umut. Resmî ideolojilerin yalancı umudu değil. Nasıl oldu bilmiyorum, tüm bu söylediklerimi, biz yaşları 16-18 arası gençler, bilmeden bildik. Hem kendimiz şaşırdık hem de yakın çevremizi (sanat, edebiyat) şaşırttık. Ve… diyebilirim ki erken, çok erken bir doğum sonrası yaşam bulduk. Birkaç yıl oluyor, geceyarısı telefonum çaldı. Telefondaki tanımadığım bir erkek sesi, rahatsız ettiğinden dolayı özür diledikten sonra şu soruyu sordu: “Yıllardır yanıtını arayıp bulamadığım bir soru var, bunu ancak siz yanıtlayabilirsiniz: Siz, ‘50 kuşağı, nereden çıktınız?” “Bilmiyorum” dedim. Gerçekten de bilmiyordum. Bugün de bilmiyorum.
Sorunuzun tam yanıtı olmadı ama, benden bu kadar.
Dönüp baktığımızda hepiniz gencecik insanlarsınız aslında. On sekiz, yirmi yaşlarında. Bu bir kendini yetiştirme, donanım meselesi sanırım.
Evet, az önce de söyledim, gencecik insanlardık. Handiyse çocuk. 16-18 yaşlarında. Daha lise sıralarında. Yazıyoruz ve yayımlıyoruz. Donanım filan yok. Daha çok başkaldırı, dünyada olup bitenleri, sanatsal olduğu kadar siyasal öğrenmek. Ülkemizi ve kendimizi tanımak. Kendimizi birer birey olarak. O yıllarda Fransa’da ortaya çıkan varoluşçuluk tüm dünyaya yayılıyor. Bir felsefeden çok yaşama biçimi olarak. Bu, bizleri çok etkiliyor.
Hepimiz, hemen hemen hiçbir şey bilmeden varoluşçuyuz! Ama yalnız varoluşçu değil, gerçeküstücüyüz. Dadacıyız. Kübistiz. Non-figüratifiz. Yarım yamalak bildiğimiz yabancı dillerden, Rimbaud’ları, Baudelaire’leri, Kafka’ları okuyoruz. Aramızda tartışıyoruz. Bir de Sait Faik’imiz var. Bir öncü. Yaşamıyla, öyküleriyle. Daha ne isteriz? Hayır, bugün böyle bir ortam yok. Böylesi gençler de. Bugünün genç yazarları varolmak değil, ünlü olmak için yazıyorlar. Onların sevdaları bu.