Edebiyat özünde bir anlatı sanatıdır. Başlangıçta sözle, sonra da yazıyla duygu ve düşünce dünyasına hitap eder. Bu yönüyle edebiyat “büyülü” bir “dil işçiliği” olarak da görülebilir. Bu ince işçilik ve yaratıcı kurgulama nedeniyledir ki edebiyatçının dilinde ve bilincinde gözle görünür, algılanabilir “gerçek”; yazınsal bir “gerçeklik”e ya da önüne “büyülü”, “sosyalist”, “toplumcu” gibi çeşitli sıfatlar getirilen “gerçekçilik”e dönüşür. Geçmişten bugüne edebiyat ürünü bütün büyük anlatılar buna tanıktır.
Günümüzde bir anlatı sanatı olarak edebiyat giderek “teknik bir iş” olarak ele alınmakta, bu bakış açısıyla ortaya konulan ürünler dil ve yazım özellikleriyle giderek daha fazla birbirine benzemektedir. Bu durum ile örneğin aerodinamik prensipler (hava direnci vb.) hesaba katıldıkça, bilgisayar destekli tasarım araçlarıyla “üniversal”, “tip” projeler/prototipler kolaylıkla uygulanabilir/üretilebilir hale geldikçe görünüm olarak otomobillerin giderek daha çok birbirine benzemesi arasında bir benzerlik ilişkisi kurulabilir. Yollarda karşılaştığımız birbirine benzeyen otomobiller gibi kitabevi raflarında da dil ve anlatım özellikleriyle birbirine oldukça benzer kitaplarla karşılaşıyoruz. Gerek biçim gerekse içerik olarak bugün artık öykülerde, romanlarda, şiirlerde “ayırt edici” ürünlere rastlamak giderek zorlaşıyor. Oysa geçmiş edebiyat dünyamızda, örneğin Divan edebiyatında, her bir şiir türü için oldukça kısıtlayıcı kalıplar, ortak metaforlar (istiare), mazmunlar olmasına karşın şairler divanlarında yine de günümüze dek ulaşan oldukça özgün ve değerli şiirler yazabilmiştir. Halk ozanlarının (âşık) cönklerinde yer alan koşmalarda, güzellemelerde, koçaklamalarda da benzer bir durum görülür. Tasavvuf edebiyatı ürünleri (ilahiler, nefesler vb.) için de benzer şeyler söylemek mümkün.
Yıllar önce 1956’da Cemal Süreya “Folklor şiire düşman” başlıklı bir yazı yazmıştı. O dönemde çok tartışıldı bu yazı. O yazının ilk cümlesi şöyleydi: “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı.” Cemal Süreya halk şiirindeki deyimleri, folklorik özellikleri o dönemde çağdaş şiirinin gelişimine engel olarak görüyordu. Şu satırlar o ünlü yazıdan: “Çağdaş şairler kelimeleri bile sarsıyorlar, yerlerinden, anlamlarından uğratıyorlar. Bu böyleyken, bizde hâlâ folklora, halk deyimlerine şiirlerinde fazlasıyla yer veren şairlerin kısır bir yolda oldukları sanısındayım. Çünkü folklorda şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak yeti yoktur. Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir havadır.” Bizdeki modern şiir arayışlarının da bu gelişmelerden uzak kalamayacağını yazının sonunda şu cümlelerle dile getiriyor Cemal Süreya: “Kelimeler bizde de yontuluyor artık. Kelimeler bizde de yerlerinden yarı yarıya koparılıyor, anlamlarından ufak tefek saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor kelimelere. Böylece bir kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, yeni mısralara varılmak isteniyor.”
Şiirlerinde yer yer halk şiirinin kaynaklarından (kelimelerinden, deyimlerinden, söyleyiş tarzlarından, doğa betimlemelerinden vb.) da beslenen Cemal Süreya, “Folklor Şiire Düşman” başlıklı yazısından yıllar sonra (1969) “Yunus ki Sütdişleriyle Türkçenin” şiirini yazdı. Şöyle başlar o şiir:
“Yunus ki sütdişleriyle Türkçenin
Ne güzel biçmişti gök ekinini,”
***
Bir anlatı sanatı olarak edebiyat hiç kuşkusuz her dönemde dil ve anlatım sınırlarını zorlayacak, daha yaratıcı kurgulara ulaşmak için kelimelere ve kavramlara yeni anlamlar yükleme arayışı içerisinde olacak, meramına uygun yeni anlatım tekniklerine yönelecektir. İnsanın çağlar boyunca anlatma isteği ve yeteneği, bir anlatıcı olarak edebiyatçıyı ister istemez yeni anlatım tekniklerine yöneltecektir. Bu kaçınılmazdır. Ancak, edebiyatçının bu anlatma isteği ve yaratma cesareti, yaptığı işi ağırlıklı olarak “teknik” bir “iş”e dönüştürmez, dönüştüremez. Duygu ve düşünceye aynı anda hitap eden yüksek bir “anlatı sanatı”nı bir tür “zanaat”a dönüştürmek ya da anlatının olanaklarını bu yönde “daraltmak” her şeyden önce edebiyata ve insanın “anlatı” yeteneğine ve kurguya dayalı yaratma cesaretine zarar verir.
Anlatı, öncelikle bir yaratma sanatıdır. Kurgulamadır. İnsanın iç dünyası, hayal gücü bu yaratma sürecine olabildiğince katılmalıdır. Anlatıyı canlı kılan şey içince barındırdığı yaratma cesaretidir. Anlatı biçimi, kompozisyon, kelimeler, cümleler, paragraflar, kullanılan “teknik” (bilinç akışı, paralel evrenler, diyaloglar, monologlar, iç sesler vb.) işte bu yaratma cesaretiyle birlikte bir anlam kazanır, yazılı bir mimariye dönüşür. Gerek yazarlar gerekse okurlar bu yaratma cesaretinin öyle kıyısında köşesinde değil, tam ortasındadır. Örneğin bir şair dizelerini salt birer teknik “satır” olarak değil, bütün bir şiirin ruhunu, atmosferini, temasını oluşturmaya yarayan bütüncül, sıkı, doğal bir “örgü” olarak düşünür, öyle tasarlar. Okurlar da bu şiiri aynı duygu ve düşünce bütünlüğü (atmosfer) içerisinde okur, değerlendirir. Öykü ve roman da böyledir. Anlatıda her bir bölüm okuru yalnızca bir sonraki bölüme hazırlamaz, aynı zamanda önceki bölümlerle daha sıkı bir bağ kurmamızı sağlar. Böylelikle okur salt “acaba ne olacak” sorusundan daha fazlasıyla ilgilenmeye başlar. Anlatıdaki ayrıntılar bunun içindir.
Özetle, anlatı sanatının “teknik” alana çok fazla yaslanmasının yazarın (ve dolayısıyla okurun) iç dünyasındaki yaratma cesaretine vereceği zararı hesaba katmamız gerek. İnsan, uzak geçmişlerden bugüne hep anlatmak istemiştir. Bütün bir sözlü ve yazılı edebiyat, insanın bu bitmez tükenmez heyecan dolu, tutku dolu, hayalle gerçeğin harmanlandığı anlatma isteğinin ürünleridir. Yazarların (ve dolayısıyla okurların) bu dizginlenemez okuma ve okuma isteğini birtakım tekniklerle (yapay zekâ, kopyala yapıştır vb.) biçimlendirmek, sınırlandırmak, tekdüzeleştirmek, kolaylaştırmak evde her gün tatsız tuzsuz çorba pişirip içmek gibidir. Hem yazar hem de okur olarak bundan kaçınmamız gerekir.