Bir Sanat Deposu
Sanatoloji

Bir Sanat Deposu

Ayşegül Çinici Yazıcı

2024 yılının son günlerinde, buz gibi bir havada, Rotterdam’da yürüyorum.

 

Net bir hedefim var. Günümü ünlü Saksı’yı görmeye ayırdım ve beni takip edercesine arkadan esen sert rüzgar, adeta adımlarımı daha bir hızlandırıyor.  Sanki ‘çabuk yürü, şaşırmaya hazırlan’ dercesine beni itekliyor Aralık ayazı…

 

Biraz çirkin, ama cesur bir şehir Rotterdam. Her köşede dönüp bir kere daha bakmak isteyebileceğiniz yüzlerce ilginç mimari yapı, bir o kadar da kamusal alan heykeli var.

 

Şehir, adeta modern sanat koleksiyonuna sahip açık bir müze gibi. Hollanda’nın mimarlık açısından bir numaralı şehri olarak bilinen Rotterdam, 2015 yılında Uluslararası Şehircilik Akademisi tarafından Avrupa’da Yılın Şehri ilan edilmişti. Bugün çağdaş mimarlık örneklerinin özgürce gövde gösterisi yapabileceği bir yer olarak Rotterdam, İkinci Dünya Savaşı öncesinde çirkinliği ve vasat yaşam koşullarıyla ünlü iken, savaş sonrasındaki akılcı ve modernist inşa operasyonları ile dünya çapındaki şehir planlamacıları arasında büyük beğeni toplamış ve küllerinden doğmuş bir şehir.

 

Şehirde dikkatimi dağıtabilecek ve ilgimi yöneltebileceğim düzinelerce şey var ama ben hedefime kilitliyim. Çünkü amacım bir ilki ziyaret etmek; dünyanın halka açık ilk sanat depolama tesisi olan Depot Boijmans Van Beuningeni görmek. Nam-ı değer Depot (ya da Hollandalılar’ın binalara isim takma sevgisi yüzünden ‘the Pot’ , yani Saksı) Museumpark olarak adlandırılan bölgede yürürken aniden karşıma çıkıveriyor ve açıklık bir bölgeye konmuş bir uzay gemisi misali, aynalı devasa cüssesi ile beni şaşkına çeviriyor. Sonradan öğrendiğim kadarıyla birçok kişi daha benim gibi hissetmiş olmalı ki, Hollandalılar bu durumu tersine çevirip esprili bir boyuta getirmek amacıyla binaya Saksı takma adını vermişler. Doğrusu pek haksız da sayılmazlar; karşılaşmanın ilk şoku atlatılınca yapının aynalı dev bir saksı formunda olduğunu söylemek pekala mümkün. 40 metre yüksekliğindeki yapı oval, yuvarlak hatlara sahip ve yüzeyi Rotterdam’ın can alıcı bir kesitini yansıtan aynalı plakalarla kaplı.

 

Bu formda bir yapının 150 bin adetten fazla sanat nesnesi barındıran bir ‘depo’ görevini üstlenmiş olduğunu tahmin edebilmek ise ilk bakışta mümkün değil.

Farklı bir dinamik

 

Evet, Depot Boijmans Van Beuningen, dünyadaki bir müze koleksiyonunun tamamına erişim sunan ve halka açık ilk sanat depolama tesisi.

 

Yapı Museumpark’taki Boijmans Van Beuningen Müzesi‘nin yanında yer alıyor. Hollanda Kralı tarafından Kasım 2021’de açılışı gerçekleştiriliyor ve aslen Boijmans Van Beuningen Müzesi‘nin sanat deposu olması görevini üstleniyor. Bina, daha önce deponun bulunduğu müzenin ıslak ve sızdıran mahzenlerinin yerini almış oluyor. Kurum, finansmanını giriş ücretlerinden ve -burası ilginç- depo alanının özel sanat koleksiyoncularına kiralanmasından elde edilen gelirlerden sağlıyor. Buraya aktarılmış olan müzenin koleksiyonu ise Rotterdam şehrinin mülkiyetinde. Bu proje koleksiyonun tamamının gelecek nesiller için iyi bir şekilde korunmasına ve aynı zamanda herkes için erişilebilir olmasına olanak sağlıyor. Kısa sürede Rotterdam’ın simge binalarından biri haline gelen yapının tasarımındaki ilham kaynağı ise alüminyum renkli basit bir IKEA kasesi!

 

Bütün bunlar bir kenara içeride olup bitenler dikkate değer; esas hikaye içeride başlıyor.

 

Ziyaretçiler 174 yıllık koleksiyonculuğun sonucunu bu mekanda görebiliyor. Binada 5 iklime sahip 14 saklama bölmesinde 154.000’den fazla tablo ve sanat nesnesi bir arada barındırılıyor. Daha da ilginci bu mekanda ziyaretçiler bir koleksiyonun korunmasına ve yönetilmesine yönelik tüm faaliyetleri ve süreçleri bütün şeffaflığıyla görebilme olanağına sahip. Paha biçilmez bir sanat koleksiyonunun bakımının aslında neleri gerektirdiğini, bağımsız olarak veya bir rehber eşliğinde gözlemlemek burada en değerli deneyim haline geliyor.

 

Nam-ı değer Saksı yani kısa adı ile Depot daki eserler, herhangi bir müzede alışılageldiği gibi küratöryel temalar veya dönemlerine göre değil de iklimsel gereksinimlere göre depolanıyor. Her depolama alanı, iklim kontrol sistemi tarafından sağlanan belirli bir iklime sahip ve farklı malzemelerle üretilen sanat eserlerine uygun beş farklı iklim bölgesi bulunuyor: metal, plastik, organik/inorganik, siyah-beyaz ve renkli fotoğraf.

 

Dünyanın farklı yerlerinden toplanan sanat eserleri, duruma göre önce karantinaya alınıyor, gerekli restorasyon ve bakım süreçlerinden geçiyor ve sonrasında vitrinlerde halkın sunumuna açılıyor. Restorasyon süreçleri dışında nesnelerin paketlenme ve taşınma süreçlerini de birebir olarak gözlemlemek mümkün. Bu sürprizli yapıda çalışan tonlarca sanat uzmanının yanı sıra, spesifik uzmanlık alanlarına sahip ‘tablo doktorları’ da var. Laboratuvar benzeri mekanlarda, örneğin ‘hastalanmış’ bir Van Gogh veya de Chirico tablosu üzerinde ince ince çalışırken izleme şansına sahip olacağınız tablo doktorları, gezenlerin meraklı gözlerinden hiç rahatsızlık duymadan işlerini sürdürüyorlar. Karantinaya alınan kimi tablolar için çok özel işlemler uygulanıyor; kimi zaman tablodan tabloya atlayabilen zararlı haşereler için özel kimyasallarla arındırma işlemleri yapılıyor ve bu işlemleri yine adım adım izlemek mümkün. Baskılar, çizimler ve fotoğraflar kapalı alanlarda saklanıyor ancak ziyaretçiler bu koleksiyonlardaki çalışmaları görmek için talepte bulunabiliyor. Ve bu arşivlerin tümüne rahatlıkla ulaşabiliyorlar. Ziyaretçileri sergi odalarına ve küratörlerin stüdyolarına yönlendiren çapraz merdivenler aynı zamanda çatı katına da çıkıyor ve şeffaf atriyum, deponun birçok hazinesinin, sürekli gelişen ve değişen bir seçkisini gösteren 13 adet cam vitrinle dolu.

Burada, -klasik anlamda- kalıcı veya geçici küratöryel sergilere rastlamak mümkün değil.

 

Neticede yukardaki süreçleri tamamlanan eserler ve nesneler cam vitrinlerde sergileniyor ama sergileme dinamikleri bildiğimiz yöntemlerle yapılmıyor.

 

Özetle, dünyanın hiçbir yerinde, müze koleksiyonunun tamamının halka açık hale getirilmesinin yanı sıra, müze çalışmalarının perde arkasının bu yapıda gösterildiği başka bir bina ve kurum yok.

 

Müzemani

 

Depot Boijmans Van Beuningen, bütün bu özellikleri ile, 21. yy’ın değişmekte olan müzecilik anlayışı bağlamında yeni bir kıpırdanışı mı vaat ediyor? Bu yapıya müze değil de ‘depo’ adını veriyor olmak bile başlıbaşına bir dönüşümün habercisi mi? Bunlara olası yanıtları aramadan önce geriye dönüp müzeciliğin tarihine çok kısa göz atmakta fayda var.

 

Müzeciliğin ‘altın çağı’ olarak bilinen 19. yy’da bir müzenin temel işlevi toplama, belgeleme, koruma, depolama, sergileme olarak tanımlanmıştı. 19. yy metropolleşmenin, endüstrileşmenin ve görsel kültürün çağı idi. Bu yüzyılda sanat, tarihinde hiç sahip olmadığı kadar güç kazandı, öyle ki sanat adeta seküler bir teoloji halini almıştı. Dönemin gerekliliği olarak müzeler; süreli veya kalıcı sergiler düzenleyerek ziyaretçisini bekleyen kurumlar olarak karşımıza çıktı. Zaman içinde müzelerin ve müze çeşitlerinin giderek artmasından ve küreselleşme, rekabet ortamından toplumdaki tüm kurumlar gibi müzeler de nasibini aldı; neticede işlev ve stratejilerinde değişik arayışlar başladı.

 

Klasik müzeciliğin belki de en büyük sorunu başta sınırlı bir çevreye hitap eden, soğuk, ürkütücü ve geleneksel bir algıya sahip olması idi. Neticede tarih ile, gelenek ve koruma ile yüksek kültür ile ilişkili idi müze. Müzelerin birer kültürel prototip deposu ve böyle bir kavramın ima ettiği otorite ve normlaştırıcı güç olarak davranmayı seçmesi de böyle hissettiriyordu belki. Bugün, yeni iletişim etkinlikleri izleyicinin algısını canlı tutmayı hedefleyerek müzeleri rahat ve zevkli saatler geçirilebilmesini mümkün kılan mekânlara dönüştürmeyi başardı. Rekabet ortamına teknolojik gelişmelerin de eklemlenmesiyle müzeler artık nesne odaklı anlayıştan sıyrılarak ziyaretçi odaklı anlayışa geçiş yaptı.

 

Yeni müzecilik kavramı ve müze misyonun ne olması gerektiği tartışmaları 1970’lerde çoktan tartışılmaya başlanmıştı ama esas 1990’lara gelindiğinde dünyayı tam anlamda bir müzeleşme humması, popüler tabir ile bir zemani sardı. Ve tam da bu noktada sahne tamamıyla değişmeye başladı; yeni müzeler yerini giderek kitle medyasına bırakmaya başlayıp bir anlamda ‘melez mekan’lara dönüşür oldular. Çağdaş müzecilik anlayışı giderek müzeye özgü estetik ve bilişsel deneyimi tersyüz etmeye başladı. Çağdaş müzeciliğin en etkin, ama aynı zamanda en kötü şöhretli temsilcisi olarak tanınan Thomas Krens, 1988’de Guggenheim Müzesi direktörlüğüne geldikten sonra müzeyi adeta küresel bir şirket zinciri gibi örgütlemeye çalıştı; lüks tasarım markalarıyla sanatı özdeşleştirdi, müzecilik etiğini hiçe sayıp koleksiyonlarından eser satışını başlattı ve her fırsatta bütün bu faaliyetlerinden gurur duyduğunu söyleyerek ‘’mimarlık sattığını” da sözlerine ekledi. Böylece müzeyi, ‘bir gösteriye, medyaya, ekrana’ dönüştürmeyi başaran kişi olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Bütün bu gelişmelere karşı tepkiler de zamanla oluştu elbette; 2013 ve sonrasında ABD’deki Occupy Wall-Street hareketi bünyesinde başlayan Occupy Museums eylemleri. Bu protestolar ile kamuyu müzeleri işgal etmeye çağıranlar, bu kurumların artık onları değil, sadece %1’lik kesimi kapsayan küresel şirketleri temsil ettiğini ifade ediyorlardı.

 

Bugün artık kişisel bir websitesini de, koskoca bir kenti de rahatlıkla müze olarak kabul edebiliyoruz. Çağdaş müzeler artık mimari gövde gösterisi yapmak için de çok elverişli bir alan. Bunun en etkili örneği, herkesin çok iyi bildiği Bilbao Guggenheim Müzesi. Fazlasıyla çarpıcı, fazlasıyla parlak ve daha içeriye girmeden gözleri biraz yoran bir bina olarak bu müze açıldığı zamanda epeyce gündem yaratmayı başarmış ve ardından birçok tartışmaya yol açmıştı. Louvre Abu Dhabi ise içinde yer aldığı Saadiyat Adası projesinin açıklandığı günden beri sanat kamuoyunda tartışılan bir müze. İnşaatı sırasında işçilerin maruz kaldığı hak ihlalleri nedeniyle uzun süre insan hakları örgütleri ve sanatçılar tarafından protesto edildi.

 

Çok daha küçük ölçekte de olsa Depot binasının aynalı cüssesi, Bilbao Guggenheim ve dünya üzerinde sayıları giderek çoğalan diğer muadilleri ile kendi çapında görsel bir dilbirliği kurmaya çalışıyor gibi. Bir miktar mimari gösteri yapmak istiyor. Bu yüzden de şimdiden çok sıkı eleştirilere maruz kalıyor. Örneğin binanın konik boyutlarının genellikle dikdörtgen olan sanat eserlerini depolamak için pek uygun olmadığını, hatta oldukça tutarsız olduğunu belirten mimarlık eleştirmenleri var. Tersine, 2023’te yapılan bir sosyal medya anketi ise binanın ironik görüntüsünün içerdeki nesnelerden bile kat kat ilgi çektiği yönünde verileri toplayıp paylaşıyor.

 

Yeniyi ve etik olanı arayış

 

İyisiyle, kötüsüyle tartışmaya açık yeni bir örnek Depot Boijmans Van Beuningen örneği.

 

Ancak şurası kesin; müzecilikte yeni ve çok farklı modellerin varolabileceğini ve farklı rotalar ile bambaşka söylemlerin yaratılabileceğini işaret ediyor. Birşeylerin değişmesi gerektiğine dair de bir arayış olabilir. Başta kendisini müze değil de ‘sanat deposu’ olarak adlandırarak, müzenin bilinen işlevlerinden ve çokça yıpranıp irdelenmiş tanımlamalarından kendini bağımsızlaştırmak istercesine bir tavır ortaya koyuyor. Müze tanımlamasının sınırlarını mütevazi bir dille esnetmeye çalışıyor.

 

Ve aslen iddialı olduğu bir başka nokta var. Üstlendiği şeffaflık misyonu ile çok önemli ve bir o kadar da gözden kaçan bir gerçeğin altını dikkatle çiziyor. Verilerin ışığında ortaya çıkan acı gerçeğe göre dünya üzerindeki birçok uluslararası müze, koleksiyonlarının yalnızca %6- 8’ini sergilerde sergileyebiliyor. Geriye kalan yüzde 94 ise depolama alanında gizli kalıyor! Bu istatistiğin insanı serseme çeviren ve hafifçe aldatılmış gibi hissettiren bir tarafı yok mu; onca vakit ayırdığımız müzelerden ne kadar kapsamlı ve verimli bir bilgi birikimi ile ayrılıyoruz?

 

Depot Boijmans Van Beuningen her fırsatta, özellikle yerel halktan gelen tepkilere ve sorgulamalara kayıtsız kalmadığını, bu yüzden de tüm koleksiyonu halka açmayı başararak bu gizleme geleneğini artık kırmış olduğunu ifade ediyor.

 

Nam-ı değer Saksı’nın mimari özellikleri benim üzerimde sabun köpüğü gibi bir etki bırakmış olmalı ki, bir yerden sonra üzerine düşünmediğimi farkediyorum. Daha ziyade içerde yaşadığım süreçlerin vesahne arkasını görmeni de beni en az eser görmek kadar heyecanlandırdığını farkederek oradan ayrılıyorum. Ve Hans Belting’in ifadelerini tekrar okuma ihtiyacı duyuyorum; ”geçmişte sanat müzeleri, yalnızca sanatı teşhir etmiyor onun hikayesini de anlatıyordu, ya da sanatı kendi tarihinin aynasında sergiliyorlardı … Sanat, sanat müzelerinde gördüklerinizden ibaretti ve müze bir bağlam sunuyordu. Ancak müzeler bu konuda önceden sahip oldukları otoriteyi çoktan yitirdiler….’’  ‘Hem çerçeveyi, hem çerçevenin arkasını hem de çerçeve içine alınanı’ görme imkanı veren bu mekan, ziyaretçisi ile çift yönlü diyalog kurma çabasında başka bir öneri koyuyor önümüze. Sanat tarihinin ötesine geçmeye çalışarak, sanatın hikâyesini korumayı nesneler, malzemeler ve araçlar üzerinden anlatma arzusu taşıyan yeni bir model sunuyor.