Sabah. İstiklal Marşı öncesi. Herkes hazır. Öğretmenler sınıflarının arkasında. Nöbetçi öğretmenin son uyarıları duyulurken bahçeye girdim. Koşarak sınıfımın arkasına geçtim. Haylazlardan birkaçı sıranın arasından başını uzatıp bana bakarak kıkırdadı. Çantamdan çıkardığım mendille terimi sildim. Hoparlörden “Evet çocuklar artık kıpırdanmayalım. Hazır ol,” komutu yükselirken iki adım ileride dikilen zümrem yanıma yaklaşıp bir şey söyledi. İki ses üst üste bindi. Yüzüne baktım. “Ne dediniz? “Sınıfınıza yeni öğrenci geldi. Pek uslu bir şey.” Törene yetişme telaşıyla görmedim demek. Çocukları taradım hızlıca. Önümde dikiliyormuş. Porselen kırılganlığındaki yüzünü gördüm ilkin. Yarı yarıya dönmüş bana. Yere bakıyor. Ayakkabıları boyasız. Cılız omuzlarında sönük balon gibi duran sırt çantası. Saçlarını erkek eli düzlemiş. Belli. Kısa zamanda ne çok şeye bakıyor insan gözü. İçimden kocaman koyu puntolarla altyazı geçiyor: Uslu değil. Kırık dökük. Görebiliyorum. Yarası olan, yarayı anlar. Gülümsedim. Başını okşadım. Tepki vermedi. Sen de çok beceriksizdin. Baş edememiştin. Kalçalarıma değen saçlarımı kısacık kestirmiştin. Senden korkuma ağlayamamıştım.
Teneffüslerde sınıftan çıkmadım. Gözüm üstünde değilmiş gibi yapıyorum. İlk günden sıkıştırmaya gerek yok. Ürkek serçe zaten. “İstediğin zaman yanıma gelebilirsin Birsen. Bana anlatmak isteyeceğin her şeyi seve seve dinlerim. Seni yakından tanımak beni mutlu eder. İyi de sır tutarım. Anlaştık mı?” Göz kırptım. Başını salladı. Masamda, dolabımda oyalanıyorum. Diğer kızları yanına yolluyorum gizliden. Sınıf defterini doldururken gözlüğümün üzerinden bakıyorum. Kızların onca ikna çabası boş. Bahçeye çıkmıyor, sınıf içi oyunlara katılmıyor. Tuvalete bile gitmiyor. Pencerenin önünde dikilip teneffüs boyunca gözünü ayırmadan gökyüzüne dalıyor.
Resim kâğıtları sıraların üzerinde. Çıkış ziline on dakika var. Veliler kapıda birikmiştir. Çoğu koşarak annelerine, babalarına sarılacak. Mutlu evlerine gidecekler. Zil çalmadan hızlıca dolaşıyorum masa aralarında. Kısa kısa anlatıyorlar çizdiklerini. Dikkatle dinliyorum hepsini. Kimisi çantasını çoktan hazırlamış. Masanın üzerinde sadece çalışması duruyor. Kimisi boyamasını yetiştirme derdinde. Giderek yükselen uğultuyu bastırmaya çalışmıyorum. Daha minicikler.
Yanındayım. Ödünç verdiğim sınıf boyalarımızdan azı kullanılmış. Kutuya düzgünce yerleştirilmiş. Elime alıyorum. Kâğıdın çoğunluğu boş. Genellikle öyle olur. Resme yetenekli birkaç çocuk kâğıdın tümünü boyar. Diğerleri derdini anlatıp biraz da renklendirince resim biter. Kâğıdın sağını havaya kalkmış upuzun kolları, kocaman kocaman kıpkırmızı elleriyle bir erkek kaplıyor. İki yana açık bacaklarının üzerinde plastik oyuncak gibi dikiliyor. Boyanmaktan çok üzeri karalanmış sanki. Ortada bir masa. Yere basması gereken ayakları havada. Hatırlıyor musun? Senin tarzın, devirmek. Bak yalnız değilmişsin. Kâğıdın en solunda kanepe. Önünde yere düşmüş büyük L harfine benzeyen kırmızı nesnede gözüm. Bir bacağı kısa bumerang gibi bir şey. “Resmini anlatmak ister misin Birsen?” Bakışları masanın ucuna mıhlanmış. Omuz silkiyor. “Tamam. Peki, bunun ne olduğunu bana söyler misin?” Parmağım o nesnenin üzerinde. Yüzüme kısacık bakıp bakışlarını az önceki noktaya mıhlıyor. Yine omuz silkiyor. “Resmin bende kalabilir mi Birsen?” Dudakları hep kilitli. Başını bir kere sallıyor. Diğer resimlerin üstüne koyuyorum. Boyama kitaplarındaki resimlere benzerdi çizdiklerim. Ayrıntılar düşünülmüş, özenle boyanmış. Her şeyi çizerdim, bir sen yoktun. Yaptığım bütün resimleri yırtardın. Neden?
Zilin çalmasına az kala, sırtım kapıya dönük. Önümde ikişerli sıra. Kıpır kıpırlar. Zülal henüz suluğunu, çantasını takınmamış. Pembe hırkası askılıkta. Ali Efe boyamaya devam ediyor. İkisini de uyarıyorum. Sonunda yetişiyorlar. Zil çalıyor. Kapıyı açıyorum. Arkamdan düzgünce geliyorlar. Diğer sınıfların duvara vuran kapılarının tok sesleri, pat pat koşan ayaklar, bağırtılar, itişmeler kakışmalar koridorda yankılanıyor. Merdivenlerin sağından iniyoruz. Hakkını vermem gerek. Düzenli olmayı, kurallara uymayı sen öğrettin bana. Bahçeye çıkan kapının iki kanadı ardına kadar açık. Potaları geçip sınıra geliyoruz. Okul gününün bittiğini, ev hayatının başladığını anlatan o rengârenk parmaklıklı duvar. Büyük çıkış kapısı. Çocuğunu gören elini kaldırıyor. İsteyenlerin yanağına öpücük konduruyorum. Bazılarına sarılıyorum. El sallıyorum. Miniklerimi teker teker demir kapıdan çıkarıp velilerinin yanına yolluyorum. Kapının dışındaki kalabalık dakikalar içinde yok oluyor. Az önce okula doğru yönelen balık sürüsü yön değiştirip sokak aralarına akıyor. İçeride Birsen’le yan yana dikiliyoruz. Görünürde çocuğuna kavuşmayı bekleyen kimse kalmamış. Sabah da görüşemedik velisiyle. Törenden önce Birsen’i okula bırakıp gitmiş. Cep telefonumu kontrol ediyorum, cevapsız arama var mı, diye. Yok. Çömeliyorum. Gözlerini yakalamaya çalışıyorum. Boşuna. “Seni almaya kim gelecek Birsen?” Omuz silkmesini beklerken, o incecik dudaklarından çıkan incecik sesle “Babam…” diyor. Babam gelecek, ba-bam ge-le-cek. Gelmesin… Annemle kurduğumuz huzurlu, sakin iki kişilik dünyamızı çoğaltmasın. Bolca cam kırığı, kalın kalın bağırmalar, tokatlar… Gelmesin.
Okul idaresinden teneffüste aldığım numarayı tuşluyorum. Uzun çalmalardan sonra hat düşüyor. Bir daha arıyorum. Gözüm Birsen’de. Ağlamıyor. Sadece yere bakıyor. Başını okşuyorum. Saçları keçeleşmiş. Üçüncü aramamda karşıma bir adam çıkıyor. Çoktan okulda bulunması gerektiğini, Birsen’le birlikte bahçede beklediğimizi anlatıyorum. Zor oluyor. Hayır, hava kararana kadar bahçede oynayamaz. Akşama kadar okul binasının içinde de bekleyemez. Sınıf arkadaşlarından anlaştığı birinin evinde hiç kalamaz. Onu velisine teslim etmeden okuldan ayrılmayacağım. Sınıfa çıkıyoruz.
Derste yapılmış resimleri panoya asıyorum teker teker. Birsen bana iğne veriyor. Her resim için dört iğne. Onunkini de asıyorum. Yüzünden bir tabaka kül mü kalkıyor, gözlerinden minik bir pırıltı mı geçiyor… Dağılmış kitaplığı birlikte yerleştiriyoruz. Minik elleri pek becerikli. Aynı boydaki kitapları çabucak eşliyor. Kısa kitaplar kısalarla, uzunlar uzunların yanına. Her şey dengiyle… Üzerindeki kabukları kaldırmam, altında ne tür acılar olduğunu görmem, yaralarının hiç olmazsa bir kısmını sarmam için zamana ihtiyaç var. “Kitaplık başkanı olmak ister misin? Bütün arkadaşlarına kitapları sen verirsin. Okudukları kitapları alır, dolaba işte böyle kaldırırsın.” Başını sallıyor. Yüzünün asıklığı biraz daha yumuşuyor gibi geliyor bana. Saate bakıyorum. Sınıfa göz gezdiriyorum. Yapılacak bir şey kalmadı. Oyun hamurunu çıkarıyorum. Güneş yapıyoruz. Uzun bıyıklı kedi yapıyoruz. Kocaman kuyruklu köpek yapıyoruz. Kardan bebek yapıyoruz. Masa yapıyor Birsen. Bu defakinin bacakları yere basıyor. İçimde binlerce iğne. Devrilmiş masam. Tüm oyuncaklarım, kitaplarım yerde. Annem ütü masasının başında. Gözleri kıpkırmızı. Şişmiş. Kolunda çok iyi bildiğim kırmızılıklar, bir süre sonra morluklara dönüşecek, yeşerecek sonra sararacak. Sınıfımın kapısında saçı sakalı karışık bir adam beliriyor. Kuşkuyla Birsen’e bakıyorum. Koşup adamın yanında dikiliyor. Birsen bir an tereddüt etseydi, hırpani kılıklı adama çocuğu vermeyecektim. Az önce açtığımız oyun hamuru kutusunu gösteriyorum. “Sen devam et, ben babanla biraz konuşacağım.”
Koridora çıkıyoruz. “Kusura bakma hoca…” diyor. Ağzından yayılan bu ekşi alkol kokusunu o kadar iyi tanıyorum ki. Sen de hep böyle kokardın, o olaydan sonra… “Öğretmenim ben…” diye kesiyorum sözünü. “Yarın çıkış saatinden beş dakika önce okul kapısında bulunamayacaksanız, eşiniz gelsin Birsen’i almaya.” Başını önüne düşürüyor. “Annesi yok. Yani öldü.” Koridorun büyük pencerelerinden görüyorum. Kalabalık bir güvercin sürüsü çığlıklarla havalanıyor. “Ah, çok üzüldüm, başınız sağ olsun.” Annemi gömerken de havalanmıştı o güvercin sürüsü. Sen yoktun. Tepesinde mavi kırmızı ışıklı arabayla götürmüşlerdi seni. Adam başını sallıyor. Yüzünde üzüntü belirtisi arıyorum. Yok. Ölümün taze olabileceği düşüyor aklıma. Sormadan edemiyorum. “Yeni mi?” Yüzüme bakmadan cevaplıyor. “Üç ay oldu.” Konuşmadan sıkıldığını, kızını alıp bir an önce gitmek istediğini görebiliyorum. Bu ölümle ilgili daha fazla detay öğrenmek istiyorum ama sırası değil. İlk karşılaşmada sorguya mı çekeceğim adamı? Gitmeden öğrenmek istediğim bir iki bilgi daha var. “Birsen herhangi bir psikolojik yardım alıyor mu? Bu yaşta anne ölümü…” Söylediğimin ne kadar ütopik olduğunu sözcükler ağzımdan döküldükten sonra anlıyorum. Babası da yüzüme boş boş bakıyor. Başını iki yana sallıyor. “Pekâlâ, siz ne iş yapıyorsunuz?” “İnşaatçıyım ben. Yani kalıpçı.” Pek çok velimiz gibi. “Uygun olduğunuz bir gün, çıkış saatimizde gelirseniz, Birsen hakkında daha fazla bilgi almak isterim sizden.” Başını sallıyor. Babası mı kızını taklitte, kızı mı babasını, çözerim yakında. Arkalarından bakıyorum. Az önce havalanan kuşların arasında olsam keşke. Gökyüzünde kanat çıpsam, çıpsam, çıpsam sonra yaşlı bir çınarın dalına konsam.
Bütün gece soluk yüzünü düşünüyorum Birsen’in. Hüzünlü kapkara gözlerini. Kırılgan bir cam bebek var sanki karşımda. Öğrencilerle böyle bağlar kurmak âdetim değil ama bir hafta sonu onu konuk etmek istiyorum. İkimiz baş başa. Biraz alışalım birbirimize öyle… Babasının itiraz edeceğini sanmıyorum. Kimi babalar itiraz etmez zaten, sadece kükrer. Sen âlâ kükrerdin. Neden? Yurdundan koparıp Avrupa’ya sürüklediğin on parmağında sayısız marifetli eş, dersleri hep çok iyi, uslu evlat neyine yetmedi? Hayattan ne istedin de olmadı?
Birkaç gün sonra bahçe nöbetimde yanıma geliyor Birsen. Şaşırıyorum, seviniyorum. Elimden tutan kızlara “Haydi siz karşıdaki duvara kadar koşun bakayım, hanginiz daha hızlı?” diyorum. Ok olup fırlıyorlar. Beyaz kurdeleli iki örgüleri başlarının yanında savrulup duruyor. Müdahale etmesem birbirini hırpalayacak iki erkek çocuğu ayırıyorum. Kardeşlik üzerine kısa bir nutuk. Akasyanın yapraklarını yolan haylazları uyarıyorum. Doğa üzerine kısa bir nutuk. Asayiş tamam. Birsen’e elimi uzatıyorum. Yaklaşıp usulcacık tutuyor. Birlikte yürüyoruz. Konuşmadan. Buz gibi eli, elimin içinde ısınıyor. Yüreğimde kocaman bir buzdağı eriyor. Küçücük ellerim. Senin kocaman işçi ellerinde kaybolurdu. Serçe parmağını kavrardım. Bir vardın, çoğunlukla yoktun. Hem özlerdim hem yabancıydık. Hangisi gerçek sendin? Alışverişte her istediğimizi alan, Volksfest’lere* götüren, göl kenarlarında birlikte kuğulara bayatlamış ekmek attığımız adam mı; yoksa dolu bulaşıklıkları yerlere atan, masalarımızı deviren, huzurumuzu alıp götüren mi? Sen hangisiydin?
Benim dışımda kimseyle iletişim kurmuyor. Rehber öğretmenle aldıkları yol, arpa boyu. Rehberlik odasında, sınıfta sürekli aynı resmin versiyonlarını çiziyor. Bu defakinde kanepenin arkasındaki duvara dağınık kırmızı benekler sıçramış. Kırmızı L ya da bumerang yine yerde. Masa devrik. Babadan başka insan yok resimde. Sadece bumerangın yanında, açık iki göz var duvara bakan. Bedensiz, suretsiz iki göz… Bir de duvarda açık pencere.
Bazı durumları anlayıvermek, canını çok yakıyor insanın. Bu resmini asmayacaktım. Yarın üzerinde konuşuruz, diye düşünmüştüm. Ertesi sabah okula gelmedi. Derse başlamadan babasını aradım. Ulaşılamadı. İlk teneffüste yeniden aradım. Operatörün soğuk sesi aynı bilgiyi tekrarladı tüm teneffüslerde. Değişmeyen mesajı günlerce dinledim: “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor…” Sonra “Böyle bir numara kullanılmamaktadır.” dedi operatör. Eski resimleri panodan indirdim. Her hafta yenilerini asıyorum. Birsen’in resimleri hep panoda asılı. Çocuklar tahtadaki bilgileri defterlerine geçirirken yahut okuma yaparken gözüm Birsen’in resimlerine takılıyor. O, sınıftaymış gibi hissediyorum resimlerine baktıkça. Her seferinde uzun uzun inceliyorum: Duvardaki lekeleri, kanepenin önünde yerdeki nesneyi, devrik masayı, babayı… Pencerenin hemen yanındaki sırasına kayıyor sonra bakışlarım. Kimseyi oturtmuyorum ondan boşalan yere.
Önce müdür yardımcısına gidiyorum. Kaydının nereye alındığını sistemin göstermediğini söylüyor. Çok istiyorsam, okulumuza nakil gelecek ilk kız öğrenciyi sınıfıma verebileceğini… Yüksek arkalıklı deri koltuğuna yaslanmış müdürden de ihtiyacım olan bilgiyi alamıyorum. Bir telefon numarası hiç olmazsa… Yok. Birsen güvercinlere karıştı, uçtu. Panoda, birbirinin çok benzeri resimleri kaldı. Her sabah sınıfa girerken kocaman bir güvercin sürüsü pencerelerden çıkıp çığlık çığlığa göğe yayılıyor. Ne peşlerinden gidebiliyorum ne içlerinden birinin kanadına dokunabiliyorum. Kırk dökük, bolca merakta…
İlk kar düşüyor. Çocuklar sevinçten yerlerinde duramıyor. Hemen kardan adam yapmak istiyorlar. Evimizin önündeki bayırda kızak kaydırırdın bana. İçmeye başlamamıştın o zamanlar. Kapının önünde yaptığımız kardan adamımı büyük boy yuvarlak tepsiye oturtup balkona taşırdık. Günlerce zeytin gözlerinin içine bakardım erimesin diye. İllaki erirdi. Bir avuç su kalırdı tepside ondan geriye. Bir havuç, iki göz. Birsen kar tanelerini sever mi, hiç kızakla kaymış mıdır, düşünmeden edemiyorum. Çocuklara söz veriyorum. Çok kar yağdığı gün bahçede kocaman bir kardan adam yapacağız birlikte. Annelerine teslim edip hepsini, Birsen’in babasını beklediğimiz o ilk günkü yerde dikiliyorum biraz. Sınıfıma çıkıyorum. Bir kere daha arıyorum babasının numarasını. Değişen bir şey yok. Numarayı seçip sil tuşuna basıyorum. Panodaki bütün resimleri çıkarıp çekmeceme koyuyorum.
* Volksfest: (Alm.) Halk festivali.