Dikkatli ol öyleyse ve hassas davran ölüm konu olduğunda,
Zira zordur ölmek, geçmek güçtür
Kapıdan, açık olsa bile.
D. H. Lawrence, Tüm Ruhların Günü
Dikkatli ol öyleyse ve hassas davran ölüm konu olduğunda,
Zira zordur ölmek, geçmek güçtür
Kapıdan, açık olsa bile.
D. H. Lawrence, Tüm Ruhların Günü
Kardeşim daha beş yaşındayken hayatın ancak oyunlar aracılığıyla sürdürülebildiğini ve yaşadığımız tüm acıların, mutlulukların oyun oynarken hissettiklerimizden farklı olmadığını anlıyordu ama henüz bilmiyordu; içine sığmaya çalıştığımız sınırlar düşündüğümüzden geniş ve karmaşıktı. Ben de bilmiyordum ama seziyordum. Sadece ikimiz devam etmeyecektik, konuk oyuncular gelecekti. Okulda ilk dayağımı yediğimde anlamaya başlamıştım ama kardeşim yalnızca beni görüyordu ve benim varlığım ona karmaşıklıktan önce heyecan hissettiriyordu. Oyunlarımızda kazandığı şeyin ki bu bir çikolata, Atari oynama sırasında öncelik, dondurma ya da para olabiliyordu, onun dünyasında yoğun bir hırsa dönüştüğünün en yakın tanığıydım. O anlar birer anıya dönüşecekti ve nostaljinin melankolik coşkusuna yenik düşecekti o da bir gün. Hepimiz gibi. Henüz bilmiyordu ama beklediğimden çabuk öğrenecekti.
Şimdiki aklım olsaydı kardeşime oyun oynarken hissettiklerinin, anların mutluluğundan daha önemli olmadığını söylerdim. Belki bu kadar karmaşık bir cümleyle değil ama mutlaka bir yolunu bulur, anlatırdım. Güneydoğuda bir şehrin dağına kurulu, elektriklerin günlerce gelmediği, suların akmadığı -kardeşimle itfaiye arabasından küçük şişelere su doldurup eve taşırdık- bir lojmanda salonun ortasına kurduğum bir ışıldaktı birbirimizi görebilmemizi sağlayan. Oyunu kazandığını unutacağını ama bu ışıldağın gözlerini her kapadığında, karanlık içinde kaldığında onu aydınlatacağını, yapay da olsa ışık gördüğünde bizi hatırlayacağını söylerdim ona. Işık, derdim, sen korkma diye benim on bir yaşımda yeniden icat ettiğim bir kurtarıcı. Bilerek söylememişimdir belki, hatırlamıyorum. Ama şimdiki aklımla anlıyorum, sevdiğin biri korkmasın diye oyunlar kuruyorsan, önce onun gerçekliğine sen inanırsın. Söyleseydim, karanlıkta kaldığımız her an bana titrek gözleriyle sorardı: “Abla, bu bir oyunsa ışıkları açsak da yanmayacak mı yani?” Ve bu, ânımızın büyüsünü bozardı. Sevgililerimize, dostlarımıza çocukluğumuzu anlatırken içimize coşku değil de hüzün yerleşirdi. Ondan büyük olduğum için hem de yedi yaş kadar, onu gerçeklerden bir süre daha uzak tutmam gerekirdi. Öyle inanıyordum. Belki de ben biraz çocuk olmak istiyordum. Belki dümdüz elektrikler gitti, deseydim, kardeşim benden daha çabuk kabullenecekti. Bilmiyorum.
Oyunlarımızdan biri, ince, uzun ve beyaz ışıldağın etrafındayken gölgelerimizi yakalamaktı. Boyum ona göre uzun olduğundan kaçtığımız yaratık bendim. En karanlık kısım yani en sert gölgeydim, keskin kenarlarım vardı. Bedenim onu gölgemden bile korumak zorundaydı. Koşardık, çığlıklar atardık ve benim istesem de yaratığı basarak öldüremeyeceğimi kardeşim anlayamazdı. Yorulduğumuzda onun gölgemi ezmesine izin verirdim ki yine kazanmanın hazzını yaşayabilsin. Sevinçle bağırırdı, şakalarındaki mor damarları sesinden önce belirirdi.
“Öldürdüm onu, öldürdüm.”
“Ablacığım, canım,” derdim, “Evet! Başardın, bizi kurtardın!”
Pat, ışıldağı kapardım sonra. Oyuna inansın diye. Zifiri karanlıkta bu defa gölgemden kaçmasın da bedenime sarılsın, yalnız olmadığımızı ben de hissedebileyim diye. Yeni bir oyun yaratmam zaman alırdı. Bulana kadar saçlarımı tepemde toplardım, ışığı tekrar açardım. Gölgem süner, kafam bir pide gibi uzardı. Nedense bu defa kardeşimden çok ben korkardım ama belli etmezdim. Gözlerimi kapar, içimden tekrar ederdim, bu yalnızca bir gölge. Kardeşim duvarın bir köşesine koşarak kaçışımı da oyunun bir parçası zannederdi. Pek bir şey değişmedi aslında. Hâlâ bir tek kardeşimle kaldığımız gecelerde karanlıkta uyuyabiliyorum. O şimdi otuz yaşında ve yalnızca onunlayken ışığı aramadığımı bilmiyor. Kaçarken yakalandığım yaratık hâlâ benim. Kardeşim herhangi bir yaratığa yakalanmayacak kadar cesur. Bildiğim kadarıyla. Şimdiki aklım olsaydı ona sürekli güçlü olmanın da zorlayacağını öğretirdim. Çocukluk işte, ben de bilmiyordum.
Bana kalırsa kardeşimi asıl kışkırtan yalnızca beni yenmek ya da korkmamayı başarmak değildi. Kendinden büyük birini, bu ablası bile olsa, yönlendirebilmesiydi. Bir defasında lojmanın bahçesinde çamurdan sığınaklar, evler yapmıştık. Düşmanlarımız vardı, saklanmamız gerekiyordu. Kimdi onlar? Yanında benden ve birkaç çocuktan başka kim vardı ki? Demek ki kardeşimin potansiyel düşmanı da en yakın dostu da bendim. Annemle babam yine işteydi. Yaşıtlarım basketboldaydı. Ben kardeşimi koruma dürtüsüyle yine yanındaydım. Elimiz yüzümüz yapış yapış toprağa bulanmışken üstü başı kirlenirse dayak yiyeceğini bildiği için çömelmiş bizi izleyen kıza, “Sen de amma korkaksın,” dedi ve bir avuç çamuru diz kapağına fırlattı. Kız sulanmış gözleriyle bize baktı, bacağını silmeye çalıştı, bir şey diyecekti, diyemedi, sustu. Kardeşime yaptığının doğru olmadığını söyleyebilseydim sorardı: “Sence haksız mıyım?” Açıklayamazdım. Çocukluk bu ya, aynı anda birçok kişi olmayı başarıp her dediğini kanun kabul edip hiç kimse de olabiliyordum. Çocukluk bu değildi aslında, ben erken büyümüştüm. Kardeşime tek kelime edemeden kızın üstünü temizlemesine yardım ettim. Başını okşayıp evine gönderdim. Kardeşim sinirlendi, benim kurduğum sığınağı tekmeleyerek dağıttı. Ağlayacaktım, ablası olduğumu hatırladım.
“Olsun,” dedim, “yeniden yaparız. Bana yardım eder misin?”
Bir bütünlük arıyordum ya da yaratmaya çabalıyordum aramızda. Kaybolmuş hissediyordum belki. Üzerimde kurduğu tahakküme izin vermezsem kaybolacakmışım gibi belki de. Kaybolanın bulunma ihtimali vardı sonuçta ama ya yok olursam? Bütün bunları o yaşta düşünüyor muydum, sanmam.
Bir gün masamdaki defterle kurşun kalemleri alıp sessizce resim yaparken buldum onu. Kara kalemle gölgelendirme tekniğini okulda bana öğretmişlerdi ama o daha bunu bilebilecek yaşta değildi. Çizdiği kuşa benziyordu. Eğik de olsa oval bir gagası vardı kuşun, içi simsiyahtı, dışa doğru tonu açılıyordu. Bu sayede uzaktan baktığımda her an avlanmaya hazır bir kuş görüyordum. Yakından uslu, sakin. Bunu bilerek yaptığını sanmıyorum ama şimdiki aklım olsaydı ona, “Bu bir kuş mu?” diye sorardım. Sormadım. Kuş değilse hevesinin kaçmasından korktum. Bugün baktığımda o resimde kuştan fazlasını görüyorum, kaçtığımız gölgeleri, yıktığımız sığınakları ve kurduğumuz yeni dünyaları. Kardeşim resim yapmayı sürdürmedi. Başarısızlığa tahammül etmeyi öğrendiğinde yeniden başlamayı denedi, olmadı. Bana ara sıra sormaya devam etti: “Abla, ben güzel resim yapıyordum, değil mi?” Hiç eksiklik duygusu hissetmesin, isterse her zaman benden başka bir şeye de sığınabileceğini bilsin diye, “Evet ablacığım,” dedim, “yaşına göre çok iyi resimler yapıyordun.” Belki de doğruydu, resimden anlamadığım için bilmiyorum. Belki de bana inanmaya devam etsin diye yalan söylüyordum.
Kardeşim büyüyecek diye de korkuyordum. O büyüyünce oyunlar bitecekti. Daha doğrusu oyunların bittiğini öğrenecekti ve incinecekti. Oyunlardan ilk yarasını beni odama kilitlediği gün almıştı. O gün üç saat boyunca elektriklerin gitmeyeceğini öğrenmiştik. Atari oynayacaktık. Ben Süper Mario diye tutturmuştum, o Mortal Kombat. Annemle babam çıkana kadar kavgamızı sözlü olarak sürdürdük. Kahvaltımızı bitirdik, annemler evden çıktı, sesimiz yükselmeye başladı ve oyun konsolunu kapma yarışına giriştik. Kabul etmeliyim, onu önce ben ittim. Sendeleyince öfkelendi, saçımı çekti. Başımı kurtarmaya çalışırken ben bacağından yakaladım, yere düştü, doğrulup göğsüme vurdu. Yeni yeni belirmeye başlayan ve sürekli sızlayan memelerimi tutup ağlamaya başladım. Bir tane de sırtıma tekme atınca hışımla kalktım, onu yakalamak için kolumu uzattım. Kaçmayı başardı ve eline sehpada unutulmuş tornavidayı aldı. Küçük ellerinin arasında tornavidayla ve alnının ortasında belirmiş kızarıklıkla kocaman bir adam gibi göründü gözüme. Korktuğumuz gölgeler gibi bana doğru koşarken kendimi odama kapattım. Kapıyı yumrukluyordu, açmadım. Tüm gücümle kapıya dayanmıştım. Kilitlemek istedim ama anahtar yoktu. Bir süre sonra ses kesildi. Artık gücüm kalmamıştı ki o beni dışarıdan kilitledi. Rahatladığımı hatırlıyorum. Uyuyakaldım. Uyandığımda saat kaç olmuştu bilmiyorum ama ona seslendim: “Kapıyı açar mısın artık, çişim geldi.” Açmadı. Hiç ses gelmiyordu. Korkmaya başladım. “Orada mısın, iyi misin? Kapıyı aç ablacığım, hadi.” Kıs kıs güldüğünü duydum sonra. “Açmayacağım, kal orada,” dedi. “Altıma işeyeceğim, yapma,” dedim. İnanmadı. Mesanem patlamak üzereydi. Çişim hakkında yeminler ettim. Sonra anladım, ters giden bir şey vardı. İçeriden tıkırtılar geliyordu, duyuyordum. “Dur açacağım,” dese de ben yeni bir oyuna hazırlandığını sanıyordum. En sonunda itiraf etti, “Abla ben anahtarı bulamıyorum.” İnanmadım. “Odama işeyeceğim, ne olursun aç,” diye yalvardım. O da ağlamaya başladı. Kapının önüne oturdu, “Ablacığım,” dedi, “özür dilerim ama yemin ederim anahtarı bulamıyorum.” Titreyen sesi bende öyle bir eksiklik doğurdu ki, onu ilk defa koruyamadığımı hissettim. “Tamam,” dedim, “tamam sakin ol, düşünelim.” Baştan kavgamızı birbirimize anlatmaya başladık. Her saniyeyi tekrar ettikçe birbirimizden özür diliyorduk. Şimdiki aklım olsaydı, öfkesinin zihninde boşluklar yaratabilecek güçte olduğunu fark eder, annemle babamı uyarırdım. Ben bunu o zaman hissetmemiştim ama o görünmeyen şeyleri görmeye başlamıştı ki anahtarı annemle babam kuş kafesinin altında bulduktan sonra ben odamdan çıktığımda, “Bir daha Atari oynamayalım abla,” demişti. Odamdaki ayakkabı kutusunun içindeki çişi görüp de ağır kokuyla yüzleşince kendini cezalandırmaya meyletmiş, yataktan iki gün çıkmamıştı. Yavaş yavaş yer değiştiriyorduk sanki, yavaş yavaş kardeşim oyunların anları dönüştürebileceğini görüyor, anılarımda iyi kalmak için bilinçsiz bir suçluluk hissediyordu. Bense hâlâ ve yalnızca kardeşim büyüyecek diye korkuyordum. O büyüyecekti, ben olduğum yerde kalacaktım.
Kardeşim aynı tornavidayla başka bir gün yüzüme saldırdıktan sonra oyun oynamayı tamamen bıraktı. Yedi yaşındaydı. Yine ben başlatmıştım. Onun sınırlarını ölçmeye çalışırken farkında olmadan büyük bir hata yapsın, büyüsün ve biraz da ben küçük olayım diye uğraşıyordum sanki. Tornavidayla üzerime koştu. Elimi yüzüme götürmeseydim kör olabilirdim. Annemle babam eve geldiklerinde avcumdaki kanı görünce babam kardeşime tokat atmıştı. Aynı anda elimi ben de yanağıma götürmüştüm, babama “Yapma,” derken. O günden sonra ona ne kadar ısrar etsem de bir daha oynamadı benimle. Elinde kurşun kalemleriyle tüm gün bir şeyler çiziyordu. Yıllar sonra, biz bu ânı gülerek anlatsak da o hiç gülmedi. Ben hep elinden gülüşünü mü aldım diye suçladım kendimi, o hep yükleri biraz da ben üstleneyim diye.
Üstlendi de. Babam birdenbire öldüğünde annemle buz yığını içine tıkılmış iki kalıp gibi kalakaldık. Babam yok olmuştu ve biz, üçümüz kaybolmuştuk. Birimizin ya da hepimizin bizi bulup çıkarması gerekiyordu. Ölmek yaşamaktan daha çok resmi işlem gerektiriyor. Hem de hiç bekletmeden. Devletin kalanlara acıması yok. Ve böylece kardeşim büyüdü, birdenbire korktuğum oldu ve kardeşim çok büyüdü, bir sabah babama dönüştü. Babamın cenazesini teslim aldı, teşhis etti ve onu son defa öptü. Babamı kimseye emanet etmeden yerine yerleştirdi. Bakışındaki Aralık soğuğunu göremiyordum bile. Ona, “Ağla,” demek istiyor, diyemiyordum. Ben bir çocuk gibi yorgan altında sızlarken kardeşim eve pide, ayran aldı. Misafirleri ağırladı, evde üçümüz kaldığımızda annemle benim başımızı okşadı. İçine sığmaya çalıştığımız sınırlar artık düşündüğümüzden geniş ve karmaşık değildi. Benim bildiğim onun büyüdüğü ve benim bundan korktuğumdu. Onun anladığıysa oyunlarımızın bir gün bizi buraya getireceğiydi. Babamın üzerinden birkaç ay geçti, gözlerine baktım, üzerinden bir yük eksilmiş gibiydi. Saçlarındaki beyazları fark ettim. Parmak uçlarıma kalktım boyuna yetişebilmek için, başını göğsüme bastırdım, “Ağla artık,” dedim, “sen küçüksün, Allah aşkına ağla.” Mutfaktaki sandalyeye çöktü, iki elini gözlerine bastırdı, utandı. Oyun oynamaktan çoktan vazgeçen kardeşim, ağlamaktan utanacak kadar büyümüştü.
Korktuğum oldu, ben çocuk kaldım, o büyüdü.