Hikâye, şairin anlattığına göre bir çırpıda yazdığı şiirlerindendir. Anlatıcının kişisel hikâyesiyle kadın ve yurt sevgisi harmanlanmış, yalın bir dille ifade edilmiştir. Özlem duyulan, yokluğu çekilen şeyler anlatılmış, uzak çağrışımlarla şiir güçlü bir söyleyişe kavuşmuştur.
Her ne kadar hikâye gibi görünse de tarzı ve ifade ediş şekliyle şiire yakın durmaktadır. Şair, yalnızlığını geçmişin karanlık yanlarına bağlıyor; güvensizliğini, korkularını bir sis perdesinin altından anlatıyor. Yalnızlık duygusunu yenmek için “Konuş, öp,” diyerek sevgiliden beklentisini açıklıyor. Şair sembolik bir dil kullanmıyor. Dili sade, yani halkın anlayabileceği bir Türkçedir. Lirik özellik taşıyan şiir, doğayı, samimiyeti, saflığı yalın bir biçimde dile getiriyor.
Şehirde yaşayan şair, köyünden kopamamıştır. Şiirde bu durum iki bakış açısıyla verilmiştir. Çocukluk gözüyle o yerleri anlatırken, aydın gözüyle kırsal alanlara bakmıştır. Kırsalda yaşayan insanların korkuları, acıları, sevdaları, yoksullukları ve çaresizlikleri anlatılmıştır. Bu duygular, şairle birlikte tüm Anadolu halkınındır. Onların dili olmuştur âdeta.
Bu sıkıntılar sevgilinin bir tebessümüyle örtülmektedir. Külebi, içerden bir sestir. Yaşadığı yerleri ve beraber yaşadığı insanları anlatmıştır. O yüzden şiiri sade ve içtendir. Boğazda oturup hiç görmediği insanları anlatan biri değildir.
Buğday ile sevgilinin saçları arasında bağlantı kurulmuş. Buğday tarlalarıyla sevgilinin sarı saçlarını, ceviz ağaçlarıyla serinliği, eşkıyayla da korku ve yalnızlığı nesnel bir anlatımla vermeye çalışmıştır. Kır ile kent karşılaştırılmış ve kırsal hayata olumlu bir bakış açısıyla yaklaşılmıştır. Köy hayatı, gerçekçi bir anlatımla, abartılmadan ve öznel bir bakışla ele alınmıştır.
Sevgili, donuk bir resim gibi anlatılırken, doğa, köy, kır ve tarlalar hareketli bir görüntü ile betimlenmiştir. Sinema sahnesi gibi akıcı bir atmosfer oluşturulmuştur ve anlatılanlar insanın gözünün önünden film şeridi gibi geçmektedir. Sevgili, bebeğe ve Türkiye’ye benzetilmiş, ayrıca ‘biraz’ sözcüğü ile tekrir sanatı kullanılarak vurgu artırılmıştır.
Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
“Benim doğduğum köylerde ceviz ağaçları yoktu” dendiğinde, okuyucunun zihninde ceviz ağaçları belirir. “Benim doğduğum köylerde buğday tarlaları yoktu” dendiğinde ise sarı başaklı buğday tarlaları gözümüzün önüne gelir.
Şair ‘yok’ diyor ama biz varmış gibi algılıyoruz. Çağrışım oldukça güçlü. Bu soyut ifadeler, somut çağrışımlarla zenginleşerek duygu derinliğini artırıyor ve okuyucuyu şiirin içine çekiyor. Basit doğa imgeleri, şairi veya anlatıcıyı özlenen yıllara götürüyor.
Şairin çocukluğunun geçtiği Tokat’ın Zile ilçesinde ceviz ve buğday yetişmektedir. Bu yüzden, bazı eleştirmenler ‘yoktur’ ifadesinin şaire ritmik bir vurgu kazandırmak için kullanıldığını öne sürmektedir. Ancak, bu açıklama yeterli değildir. Bu ifadeler sadece yoksunluk ve yoksulluğu anlatmıyor, şiiri güçlendiren soyut ve somut çağrışımları içeriyor.
Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Zile’de kış sert geçerdi. Kuzey (Şimal) rüzgârlarının esmesi doğaldır. Anlatıcının dudaklarının çatlaması da bu yüzdendir. Bu rüzgârlardan dolayı çatlayan dudaklara kremler sürülürdü. Ancak şair, sevgilisinin öpmesiyle dudaklarındaki çatlaklıkların iyileşeceğini düşünüyor, daha doğrusu bunu istiyor. Çocuklukta, insanın bir yeri ağrıdığında annesi ‘Gel öpeyim de geçsin’, derdi. Şair belki de bu nostaljik çağrışımı kullanıyor.
Köy-Kent Çatışması
Bu şiirde köy-kent çatışması açık bir şekilde işlenmiştir. Şiirin yazıldığı dönemde, ülke nüfusunun üçte ikisi köylerde yaşamaktaydı. Ekonomik zorluklar, yoksunluklar, güvenliğin yetersizliği, yolsuz, elektriksiz, susuz köyler… Kısacası Anadolu insanı her zaman olduğu gibi sahipsizdir. Bir türlü karnı doymamış, huzuru bulamamıştır.
Vergilerle kıskaca alındığı gibi, iş gücü olan oğulları da askere alınmıştır. Şair, köyde doğup büyümüş, halkın içinde tüm zorlukları yaşamış ve onlarla birlikte mücadele etmiştir. Eğitimini tamamlayıp öğretmen olduğunda bile, olaylara yine içinden çıktığı halkın gözüyle bakmıştır.
Şair, o yılları özlemiş; duygusal bir yakınlık duymuş ancak bir taraftan da şehirli gözüyle bakıp köylerin nasıl geliştirilebileceğini düşünmüştür. Konforlu, güvenli, yaşanabilir köyleri hayal eder. Şiirin genelinde şairin köy-kır yaşamına olan özlemini görüyoruz. Ancak kent yaşamının kolaylıklarını da fark ediyor. Bu iki yaşam biçimi arasındaki farklılık, doğal olarak bir gerilim oluşturuyor.
Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi.
Şair, sevgilisini çok sevdiği gelişmekte olan ülkesine benzetiyor. Ancak çocukluğunun geçtiği köyünden de kopamıyor. Bu iki değer arasında bir denge kurmaya çalışıyor. Şair, kendi yaşadığı köy deneyimini temel alarak köy ve kent arasındaki farklılıklara değiniyor.
Eşkıyalık
O yıllarda köyler, eşkıyalar tarafından basılıyordu. Gündemden düşmediği için sürekli konuşuluyor, efsaneleşen hikâyeler halk arasında dilden dile dolaşıyordu. 1940’lı yıllarda tüm Anadolu kırsalında eşkıyalık önemli bir sorundu. Ekonomik sıkıntılar, devlet otoritesinin zayıflığı, ulaşım zorlukları ve adaletin sekteye uğraması, eşkıyalığın yaygınlaşmasına sebep oluyordu. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri, kıtlık, çalışma hayatındaki zorluklar ve toplumsal gerginlikler, bu yapının devam etmesinin nedenlerinden biriydi.
Eşkıyalık, çeteleşme olarak gelişmiş ve genellikle Anadolu’nun dağlık, ulaşımı zor bölgelerinde görülmüştür. Yoksul köylüler, toprak ağaları tarafından sömürülmüş, ezilmiş ve korunaksız bırakılmıştır. Devlet, halkın güvenliğini tam anlamıyla sağlayamadığından çeteler örgütlenmiş, hatta zaman zaman kolluk kuvvetlerinin yerine geçmiştir. Adalet artık bu gruplar tarafından sağlanmaya başlamış, zenginden alıp fakire verme söylemiyle halkın desteği kazanılmaya çalışılmıştır.
Bu çeteler, halk tarafından kimi zaman destek görmüş, kimi zaman da korkuyla karşılanmıştır. Devletin bu yapılarla mücadele etmesi, coğrafi zorluklar nedeniyle oldukça güç olmuştur. Eşkıya baskınlarında halkın en büyük korkusu namus meselesiydi. Dul kadınlar, gelinler ve kızlar dağa kaldırılırdı. Çocukların kaçırılması ise köy halkında derin izler bırakan bir travmaya dönüşmüştür. Halk, baskın sırasında önce çocuklarını saklama refleksi geliştirmiştir.
1950’lerden sonra, yol yapım çalışmalarıyla birlikte devlet kırsal bölgelere daha hızlı ulaşmaya başlamış, böylece eşkıyalık giderek azalmıştır. Cahit Külebi, çocukluk yıllarındaki bu toplumsal olayı şiirine taşıyarak, yalnızlığı ve korkuyu eşkıya baskınları üzerinden anlatmıştır.
Şair, çocukluk yıllarındaki bu toplumsal olaya parmak basarak, korkuyu ve yalnızlığı eşkıya baskınları üzerinden anlatmıştır. Şair, bir metafor olan eşkıyalık üzerinden yalnızlığı, korkuyu ve güvenlik açığını anlatıp olayın hem bireysel hem de toplumsal yönüne dikkat çekmektedir. Bu fiziksel tehdit, psikolojik bir hâl olarak huzursuzluk yaratmaktadır. Hem birey hem de toplum hafızasında silinmeyen bir iz olarak kalır. Bu bir travmadır. Köydeki bu güvensizlik ortamı, toplumsal yabancılaşmaya neden olmuştur.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!
Şair, ‘Konuş biraz’ ifadesiyle yalnızlık duygusundan kurtulmak istediğini dile getiriyor. Çünkü yalnızlık duygusu, şairi çaresizlik girdabına sürüklüyor. Böylelikle, sosyal bağ kurma arzusu görünür kılınmıştır. Bu dizelerde, yalnızlık toplumsal güvenlik eksikliğinin bireysel psikolojiye yansıması olarak ele alınmaktadır. Şair, yalnızlık ve korkunun iç içe geçtiğini göstererek sosyal bir bağ kurma arzusunu dile getirmektedir. Eşkıyalar yalnızca fiziksel tehdit oluşturan kişiler değil, aynı zamanda toplum düzenini bozan, bireyleri korkuya ve belirsizliğe mahkûm eden bir metafor hâline gelmiştir. Şairin ruh dünyasında oluşan boşluk, bireysel ve toplumsal güven eksikliğinin kesişiminde şekillenmiştir.
‘Eşkıyalar’ söylemi, sosyal yaşamdaki kötü insanları da simgeler ve tehdit ağını genişletir. Bu kötü insanlar, eşkıyalarla birlikte toplum düzenini bozmuştur. Güvenlik açığının nedeni de budur. Bu ortam, şairin ruh dünyasında boşluk oluşturmuş; yalnızlık, korku ve eksiklik duygusu yaratmıştır.
Eşkıyalık ve toplumsal güvenlik eksikliği, özellikle Anadolu’nun kırsal kesimlerinde derin etkiler bırakmış, halkın yaşamını doğrudan şekillendiren bir unsur olmuştur. Şairin ‘Hikâye’ şiirinde bu tema, bireysel ve toplumsal bir metafor olarak işlenirken, yalnızlık, korku ve güvensizlik eşkıya metaforu üzerinden anlatılmıştır.
Şair, eşkıya baskınlarının sadece fiziksel bir tehdit değil, psikolojik bir olgu olduğuna dikkat çeker. Toplumsal hafızada silinmeyen bir iz olarak yer eden bu olaylar, bireylerin yalnızlık ve güven eksikliği ile şekillenen ruh hâllerine dönüşmüştür.
Eşkıyalık, halk için bir travma kaynağıdır. Evler basılmış, mallar yağmalanmış, aileler parçalanmıştır. Korku, sadece eşkıyaların fiziksel varlığından değil, toplumsal düzenin bozulmasından da beslenmektedir. Halk, kendini savunamamanın çaresizliği içinde, bazen bu çetelerin adaletine sığınmak zorunda kalmıştır. Ancak gerçek şu ki, bu düzensizlik ortamı toplumu daha da yalnızlaştırmış ve çaresizlik hissini derinleştirmiştir.
Şair, toplumun bu yalnızlığına ve korkusuna kendi duygusal dünyasını ekleyerek kişisel bir çerçeve sunar.