Kaçak Yazarlar
- 12 Eylül 2024
“Rahatsız ettim Meryem Hanım, müsaade var mı?”
“Aa, olur mu öyle şey, buyur geç içeri.”
“Ne zamandır geleyim diyordum, kısmet bugüneymiş.”
“İyi etmişsin, mutfakta azıcık işim var, içeri geç geliyorum.”
Tarçın kokan bu evin kapısını ne zaman çalsa üstüne bir kibarlık yerleşirdi Halime’nin. Yaşından mı, başka bir nedenle mi bilinmez, Mari Hanım’a karşı mahcubiyetle karışık saygı duyardı. Yalnız yaşamasına karşın günlük rutinlerini aksatmayışına hayran kalır, şen şakrak, hayat dolu bu kadını görmek, onun yaşamının bir anına eşlik etmek için arzu duyardı. Bundan olsa gerek kapıcı dairesinden çıkıp çıkıp Mari Hanım’da bitiverirdi. Hâlbuki bugün başka bir mevzu için hususi gelmişti. İçeri geçti Halime. Koltuğun ucuna oturuverdi. İplikleri atmış kanaviçe işlemeli koltuk örtüsünde elini gezdirdi bir süre. Evi ilk defa görüyormuş gibi mobilyanın, döşemenin detaylarında gezindi. Girişteki şifonyerden maun ağacı masaya, etamin işlemeli yastıklardan keten perdelere, pencerenin kenarında sessizce duran şömineye kadar hepsine aşınaydı. Perdeler zamana direnmiş, beyazlığını koruyordu hâlâ. Maun ağacı masanın üzerindeki ahşap yanığı bir şeyler fısıldıyordu Halime’ye. Bütün bu eşyanın içinde olmak ona başka bir yaşamın kapısını aralıyordu. Kendini başkalaşmış buluyordu bu evde. Geldiğinde de gitmek bilmiyordu. Odanın büyüsünden korkarak mutfağa girdi Halime. Mari Hanım’ın elindeki dolma tepsisini alıp ocağın üstüne bıraktı. Ev mis gibi dolma koktu.
“Nasılsın abla, canın afiyettedir inşallah?”
“Sağ olasın yavrum, iyiyim. Sabah Kadıköy’e indim alışverişe, bir topik yaptım, parmaklarını yersin.”
“Zahmet etme abla. Kalmamayım. Misafirlerim var.”
“Tadına bakmadan bırakmam. Ben de yemedim hem. Yalnız insanın kursağı dar olurmuş.” Dinlemiyordu Halime, söyleyeceklerini geçiriyordu içinden. Mari Hanım’ın kolundan nazikçe tutup onu sandalyeye oturttu.
“Senden bir ricam var aslında, memlekette bir kâğıt bulmuş amcaoğulları.”
Duraksadı, boğazını temizleyip devam etti Halime. “Okuyup, anlayacak birini arıyorlar, benim bey de bilse bilse Mari Hanım bilir.” dedi. Hırkasının cebinden eskimiş, yer yer yırtılmış bir kâğıt çıkardı, Mari Hanım’ın eline tutuşturdu. Ne olduğunu anlamadan elinde bulduğu kâğıda baktı Mari. Bütün neşesi kaçmıştı. Kâğıt giderek ağırlaştı elinde. Mektubu hızla masaya bıraktı. Bakışları buğulandı. Kendi kendine “Garmir Giragiaç!” dedi. Bakışlarını mektuptan ayırıp cevap bekleyen kadına baktı. Yüzünde öfke vardı, Halime’yi bilirdi, iyi insandan sayardı onu. Affedilir iş değildi bu yaptığı. Öfkesini gizlemeye çalıştı. Zoraki bir gülümseme yayıldı yüzüne.
“Sizinkiler define mi arıyorlar, yavrum?” Cevap veremedi Halime. Sıkılarak başını önüne eğdi. “Sen iyi bir kadınsın Halime, ne alet oluyorsun kocana. Onlar gerçek ganimetin ne olduğunu anlamamışlar daha. Söyle onlara, o kâğıt eski bir mektuptur, işlerine yaramaz. Geç kalma sen de hadi bekletme evdekileri.” Kovulduğunu anladı Halime. Başını kaldırıp Mari Hanım’ın yüzüne baktı, gözlerinin içine. Bu evden de Mari Hanım’ın dostluğundan da kovulmanın acısıyla tırnaklarını avuçlarına batırdı. Özür dilemek istedi ama Mari Hanım dış kapıyı açmıştı çoktan. Halime’ye söyleyecek söz kalmamıştı. Halime gitmiş, mektup masada kalmıştı.
Bütün gün mektubu okudu. Her okuduğunda kırık anılar döküldü kucağına. Elinde kanlı bir yapbozun hüzün dolu parçasını tutuyordu. Saatin sesiyle sızdığı koltuktan sıçradı. Çark dönmeye başlamıştı, tik tak, tik tak! Yıllardır kendi halinde çalışan saat şimdi yüreğini hoplatmıştı. Başını kaldırıp saate baktı. Pencereyi açtı. Gecenin serinliğini çekti içine. Karşı kaldırıma ilişti gözleri. İki karartı gördü. İçini bir korku örmeye başladı inceden. Pencereyi kapatıp perdeyi çekti hemen. Dayanamadı biraz bekleyip perdeyi yeniden araladı. Sokak lambasının ölgün ışığı altındalar. Akreple yelkovan daha hızlı kovalamaya başlamıştı birbirini. İçindeki seslere duvar saatinin sesi karıştı. Nabzı hızlanmaya başladı. Dili damağı kurudu, benzi attı. Zorlukla yutkundu. Terlemiş, eli ayağı buz kesmiş titriyordu. Sımsıkı kapattığı ağır perdeyi araladı tekrar. Hâlâ oradaydılar. Karşı kaldırımda birbirinden zayıf iki adam. Tekrar tekrar baktı, emin olmak istedi. Yüzlerindeki ayrıntıları seçemiyordu. İnsanların yüzündeki anlamı söküp almayı daha çocukken öğrenmişti. Öyle çeşitli öyle korkunçtu ki anımsadıkları, insanın isterse ne kadar kötü olacağı aklının bir köşesine kazınmıştı. Okulda, sokakta tanıdığı herkesin yüzünde arardı o anlamları daha küçücük çocukken. Onun için insanlar sadece ikiye ayrılırdı. İyi insan ve iyi olmak istemeyen insan.
Karşı kaldırımdaki adamların yüzleri bir pusun ardına gizlenmişti, göremiyordu. Gözlüğünü aradı. Gözlüğü üst katta, yatak odasında, ceviz konsolun üstünde. Çok uzak. Telefonu? Telefonu yanında. Telefonu aldı. Tutmakta zorlandı. Nefes nefese buldu kızının adını.
“Mama”
“…”
“Mama, sesimi duyuyor musun?” Mari’nin sesi genzine kaçtı. Kesik kesik öksürdü. Bıraksa kendini düşüp bayılacaktı.
“Geldiler yavrum, geldiler. Basacaklar evi.”
“Ne diyorsun mama, kim geldi?
“Anlasana. Aşağıdalar, karşı kaldırımda.”
“Sakin ol mama, sakin. Derin derin nefes al. Hadi. Tamam. İşte böyle. Bak mama, sandığın gibi değildir belki. Zaman değişti, her şey değişti, biliyorsun. Konuştuk bunları.
Yoldan geçen birileridir, belki iki sarhoş …”
“Sevan beni dinliyor musun, bunlar onlar. Tanrım! Kaç saattir evi gözetliyorlar.
Gelecekler, kıracaklar kapımı. ”
“İlacını alıyorsun değil mi Mama?”
“Duymuyor musun beni? Kıracaklar kapımı diyorum.”
“Tamam mama, tamam, hemen geliyoruz. Biz gelene kadar sakin ol. Panik yok, anlaştık? Birkaç gün bizde kalacak gibi eşya hazırla. Biz de hemen çıkarız yola. Kapının sürgüsünü çekmeyi de unutma.”
Kızıyla konuşması biraz olsun rahatlatmıştı. Yukarı çıkmaya karar verdi, eşyalarını hazırlamaya. Çıkmadan merakına yenik düşüp perdeyi araladı tekrar. Adamlar karşıya geçmeye çalışır gibi akan trafiği kontrol ediyordu. Perdenin önünde kaskatı kaldı. Bir daha açılmamak üzere içine gömdükleri ayaklandı. Kafasının içinde dolaşmaya, fısır fısır konuşmaya başladı. Bir kâbus açıldı katlandığı yerden. On ikiyi vurdu saat. Guguk kuşunun sesi evin içini doldurdu. Eski zamanlardan sesler ulaştı kulaklarına. Sesler çığlık çığlığa. Birkaç parça görüntü titreşti. Oturduğu ev gıcırdadı, sıkıntıyla şekil değiştirdi. Memleketteki iki katlı evinde şimdi Mari. Alt kattaki ardiyenin kapı aralığından görüyor her şeyi. Annesini bileğinden tutup üst kattan aşağıya kadar sürüklemişler. Boylu boyunca uzanmış yere. Hırpalanmış, üstü başı param parça. Pis, çamurlu postallar göğsünde. Kaba, çirkin sesleriyle durmadan bağırıyorlar. Yalvarıyor annesi, yeminler ediyor. “Bu kadar, elimdekiler bunlar,” diyor. İnanmıyor adamlar. Karnına, başına tekmeler savuruyor, onu nefessiz koyuyorlar. Dayanamıyor küçük Mari, koşup atlıyor adamların önüne. Bir el tutup fırlatıyor onu salonun köşesine. Bu korkunç görüntüleri durdurmak istedi. Sesleri, çığlıkları ayakları altında çiğnemek için çırpındı. Görüntüler, sesler daha hızlı, daha gürültülü dolaştı içinde. Kesik kesik, kare kare. Bir kedi kanlar içinde yerde seğirdi. Parçalanmış bir baş merdivenlerde zıplaya zıplaya yuvarlandı, vurulmuş göğüslerden kanlar fışkırdı, kırık bir bacak dönüp durdu başının üstünde. Midesi bulandı, bir ağrı saplandı başına. Saplanan ağrı Mari’yi çözdü. Telaşlı adımlarla ayrıldı perdenin önünden. Yalpaladı. Toparlanıp hızla üst kata çıktı, yatak odasına. Kızının tüm söylediklerini unutmuştu çoktan. “Çıkmalıyım bu evden, çıkmalıyım,” diye mırıldanıp duruyordu. Bezden bir çanta aldı eline. Komidinin tüm çekmecelerini gelişi güzel açtı. Ne lazım ne değil düşünmeden tıkıştırıyordu çantanın içine. Ne verse yutuyordu çanta, bana mısın demiyordu. Şiştikçe şişti çantanın karnı, gerildi. Bir çaput daha alsa kusacak, ne varsa dökecekti içindekileri ortalığa. İzin vermedi, boğazında sallanan ipinden tutup sıkıverdi ağzını. Saatin sesi hâlâ şakaklarında atıyordu, boğazında, bileklerinde, ayaklarının altında. Tik tak, tik tak! Yatıştıramadığı telaşıyla aşağıya yöneldi. Ayakları birbirine dolanıyordu. Merdivenleri inemiyordu. Zangır zangırdı bacakları. Kendine ait hissetmiyordu onları. Çocuk hafızasındaki kedi geldi gözünün önüne. Kırılmış parçalanmış ayaklar seğiriyordu tahta döşemenin üstünde. Ölmüştü çoktan ama bacakları son yaşam parçalarını toplamak ister gibi kımıl kımıl. Buz kesmiş elleriyle trabzana tutuna tutuna aşağı indi. Kaçma, gitme fikri çok eskilerden içine ekilmiş bir tohumdu, şimdi çatlağını bulmuş boy veriyordu. Aşağı indiğinde varlığını çoktan unuttuğu şömine çarptı gözüne. İçinde sönmemiş bir ateş vardı. Uzun uzun baktı. Yavaş yavaş eridi görüntü. Şöminenin boyası uçup gitti önce, sonra sıvası. Kiremitlerden birinin ardında küçük bir kutu kendini hatırlattı. Şöminenin başına gitti hemen. Elleri usta bir hırsızın elleri gibi. Yıllar önce gizlediği kutunun yerini hemen buldu. Maşayı aldı, gözüne kestirdiği tuğlanın etrafını hızla kazdı. Çıt dedi tuğla, yerinden oynadı. Çekip çıkardı tuğlayı. Kutuya ulaştı. Eski bir dosta kavuşmanın sevinciyle unuttu her şeyi. Dışarıdaki adamları, kızını, geçmiş kâbusları. Kutuyu alıp şöminenin yanı başındaki koltuğa oturdu. Kutuyu açtı, kırmızı taşlı yüzüğü gördü. Yüzüğün yansıyan ışıltısı kızıla boyadı Mari’yi. Annesinin gözleri… Şefkatle çıkardı yüzüğü kutudan. Parmağına takmasıyla bir ses patladı kapıda. Telaşla kalktı oturduğu koltuktan. Son zamanlarda ne kadar zayıfladıysa parmağından kayıp düştü yüzük, sekip koltuğun altına gizlendi. Telaşla eğildi, bir kedi kıvraklığıyla koltuğun altına girdi. Karanlık ve serindi koltuğun altı. Yüzüğü arıyordu ısrarla. Avuç içleri hızlı hızlı gezindi zeminde. Hırıltılı kesik nefesi yerdeki ince tozları kaldırıyordu. Aniden bir uyuşukluk çöktü üstüne. Ellerinin titremesi kesildi, nefesi yavaşladı. Küçülmüş bedenini tozlu bir sessizlik sardı. Biraz daha kalsa çocukluğundan kalma bir uykuya dalacaktı, olmadı.
Uzun uzun çaldı zil.